1. KÂBE
Kâbe, mü’minlerin kalbinin müşterek attığı bir mihrap ve “İnsanlar için vaz’edilen ilk ev…”96 takdir ve tebciliyle yüceltilmiş ilk mabettir. Temeli, yeryüzünde henüz, harcın, taşın, tuğlanın bilinmediği bir dönemde, gökler ötesi âlemlerde plânlandı ve durulardan duru bir Nebi’nin eliyle gerçekleştirildi. Oturduğu zeminin o işe tahsisi, Âdem Nebi’nin yeryüzüne teşrifinden yıllar ve yıllar önce kararlaştırılmıştı. Öyle ki, bir gün melekler Hazreti Âdem’le karşılaştıklarında “Sen var edilmeden evvel bizler defaatle Kâbe’yi tavaf ettik.” diyeceklerdir.97 Tufandan sonra “Hatırla o zamanı ki, İbrahim ve İsmail Kâbe’nin temellerini yükseltti ve şöyle dediler: Ey Rabbimiz, bizden bu hayırlı işi kabul buyur!”98 ilâhî beyanıyla, peygamberler babası Hazreti İbrahim ve onun oğlu İsmail (aleyhimesselâm), dümdüz olmuş Kâbe arsası üzerinde onu yeniden inşa ettiler.
Arzın merkezinden “Sidretü’l-Müntehâ”ya kadar ins, cin ve meleğin her zaman çevresinde dönüp durduğu bir amûd-i nuranînin (nurdan sütun) yeryüzünde mücessem bir kesiti sayılan Kâbe, her lahza görünür görünmez milyarlarca temiz ruhun, harimine can atıp vuslat aradığı, öyle eşi-menendi olmayan bir binadır ki, kıymeti semalara eşittir dense sezadır.. zaten o gökte ve yerde Allah’ın evi mânâsına “Beytullah” olarak yâd edilmektedir.
Her yıl ehl-i iman, dünyanın dört bir yanından, uçak, vapur ve otomobillerle onun yumuşak; yemyeşil ve ötelere açık sıcak iklimine koşar ve daha yolun başında bütün günlük endişe ve telaşlardan sıyrılarak, sırtındaki sade, temiz ve beyaz urbalarıyla tarifi imkânsız bir imrendiriciliğe ulaşır ve âdeta meleklerle at başı hâle gelir.
Bu kutlu yolculukta az-çok hemen herkes, bambaşka bir âlemin sahillerinde farklı bir dünyaya doğru yol aldığını duyar gibi olur ve bütün seyahat esnasında hep hayret kuşaklarında dolaşır durur.. kâh ulu bir çınarın duruşu gibi vakarlı, kâh bir korunun sükûtunu andırır mahiyette heybetli ve kâh bir denizin ürperticiliğini hatırlatır şekilde azametli.. ama mutlaka samimi ve ihlâslı.
Kâbe yolları oldukça uzun, mesafeler de insafsızdır. Tasavvuf yolunun seyr u sülûku, tasfiyenin çilesi, Cennet çevresinin tepeleri, Cehennem civarının çukurları gibi, bu mübarek seferin de bir kısım sıkıntıları vardır; ama bunlar, ruhî gerilimin daha da artması ve iç hazırlığın tamamlanması için şarttır. Bu uzun yolculukta herkes derecesine göre kendini hazırlar.. dolabildiğince dolar.. gerilir ve büyük bir birikimle gider oraya ulaşır.
Bu mübarek yolculuk, eski zamanlarda, atlarla, develerle yapılırdı. O devirde hacılar, Kâbe’ye varıncaya kadar yüzlerce makam, yüzlerce merkade uğrar.. Enbiyâ-i izamın yaşadığı yerleri ziyaret eder; hayalen onlarla buluşur-görüşür.. evliya ve asfiyanın meclislerine koşar, onların aydınlık ikliminden ışık alır ve bu masmavi, mânâ dolu yollarda yüzüyor gibi yolculuk yapar.. bir güzellik, bir şiir, bir romantizm banyosu almışçasına ruhunun gücüyle silahlanır, mânâ âlemlerinden gelecek vâridâtı duymaya hazır hâle gelir ve sonra da gidip Hak kapısının tokmağına dokunurlardı…
Evet, bütün bir yol boyu görüp duydukları şeylerden, kalblerinde, ruhlarında hasıl olan en derin seziş ve duyuş kabiliyetleriyle gidip Kâbe’ye ulaştıklarında, onu, başı gökler ötesi âlemlere uzanmış; oradan ziyaretçilerine bakıyor ve için için bir iştiyakla onları bekliyor bulur ve şiddetli bir vuslat arzusuyla kendilerini onun kucağına atarlardı. Evet, onun vakarlı bir yüze benzeyen cephesini ve bu nurlu çehrenin çevresinde mermerlere akseden gölgesini.. göklere doğru uzayıp giden mânâsını, etrafa ışık yağdıran atmosferini gören her gönül, kendince bir şeyler duymaya, bu derin simanın arkasındaki mânâları sezmeye ve bu mübarek yolculuğa sebep teşkil eden gayedeki hazzı, en derin bir ibadet neşvesi içinde tanımaya başlar ve zevklerin en erişilmezine ererdi/erer…
Kâbe; bulunduğu noktaya o kadar uygundur ki, ona dikkatlice bakan herkes, bulunduğu yerle, onun ruh ve mânâsı arasındaki sımsıkı rabıtayı hemen sezebilir. Sanki o, hariçten getirilmiş rastgele malzeme ile değil de yerden fışkırıp çıkmış veya gökte melekler tarafından inşa edilip bilahare yeryüzüne indirilmiş gibidir. O, yanı başındaki, yanmış kavrulmuş, büyük-küçük, dağ-tepe ve taş yığınları arasında, bir zikir halkasındaki serzâkire benzer. Çevresindeki her şey onun iniltileriyle inler, onunla yukarılara el kaldırır ve sonra da sessiz onu dinlemeye koyulur.
Kâbe, dost mahremiyetine açık bir haremlik, çevresi ise ağyâra da açık bir selâmlık; Safâ-Merve hakikat semasını temaşa için hazırlanmış birer kameriye, Makam-ı İbrahim ötelere yükselten nurlu bir merdiven, Zemzem kuyusu da bu aşk meclisinde bir sâkî gibidir. Bunların bütünü aşk yolcusunu birden selamlayınca, insan âdeta uhrevîleşir, ruhuna açılan pencerelerle “melekût âlemi”ni temaşaya başlar ve bütün bütün insan muhayyilesi, öyle geniş ufuklara yelken açar ki, bir adım daha atsa kendini ötelerin hülyalı mavilikleri içine girecekmiş gibi sanır…
Kâbe, yeryüzü binalarındandır ve gerekli materyal de kendi çevresinden tedarik edilerek inşa edilmiştir; ama sanki o, amâ’nın99 bağrında kök salıp gelişmiş ve bütün varlığın esrarını ruhunda taşıyan bir nilüfer gibidir; hem arzla hem de semasıyla doğrudan doğruya olmasa bile dolaylı bir alâkasının var olduğu sezilir. O, geçmiş bütün devirlerden değişik çizgilerle en asil, en soylu, en eski bir tarihî pırlanta ve aynı zamanda değerini kat kat artırarak hep yeni kalabilmiş atik ve antik bir binadır; Hazreti Âdem, sulbünden gelen bütün nesillerin ruh, karakter ve mizaçlarında en önemli bir kaynak olduğu gibi; Kâbe de yeryüzünde bina ve inşaat vak’asının ruh, mânâ ve muhtevasını taşıyan sırlı bir evdir.
Onun hariminde her zaman, Cennetlerden esip gelen ve hakikate açık gönüllere dolan bayıltıcı, Firdevsî kokular duyulur. Her an dünyanın dört bir yanından koşup ona gelenler, onu gördükleri andan itibaren kendilerinden geçer ve bu umumi mihrabın etrafında, ışığın çevresinde raks eden kelebekler gibi pervaz eder durur ve bütün ışıkların hakiki kaynağıyla daha yakından temas yollarını araştırırlar. Kendinden geçmiş gönül erlerinin tavafı, zahiren Kâbe’nin çevresinde olmaktadır; hakikatte ise bu deveran, kalbe dayalı nurdan bir helezon içinde mekânsızlıkta cereyan etmektedir.
Onun iklimine ulaşan ve onunla buluşan âşık ruhlar, zaten özlerinde mevcut olan o yüksek düşünce ve tasavvurlarda daha da derinleşerek onun büyüsünü daha da bir başka duymaya başlarlar.
Böylelerinin nazarında Kâbe, Hak katındaki yeri, insanlar nazarındaki mânâsı, ruhu, özü ve değerleriyle onlara şiir söyleyen, nasihat eden, ders veren bir üstad hâlini alır ve onların ruhlarına sürekli bir şeyler fısıldar.
Kâbe çevresinde, her vazife ve mükellefiyetin kendine göre bir büyüsü vardır ve imanlı sinelerin, büyünün tesirinde kalmamaları da düşünülemez. Her lahza onun çevresinde dönen, zaman zaman büyüyen ve büyüdükçe bir sel hâlini alıp o mübarek mekânın her yanını dolduran tavaftaki ruhlar; o çağlayan içinde duydukları heyecan ve cezbe ile kendilerini bütün bütün unutur, ledünnî ve ruhanî bir başka âleme uyanırlar. Orada her söz, her dua ve her yakarışta kendi aşk ve iştiyaklarının dile getirildiğini hisseder, kalblerdeki en mahrem duyguların, duyulmadık en mahrem kelimelerle seslendirildiğine şahit olur ve bütün ömür boyu, buradaki ses, ışık ve musikiyle bütünleşen hislerle, en erişilmez hazları, en ölümsüz hatıralar içinde elde ederler.
Yeni Ümit, Nisan 1990
96 Âl-i İmrân sûresi, 3/96.
97 Ebû’ş-Şeyh, el-Azâme 15/1565, 1587.
98 Bakara sûresi, 2/127.
99 Amâ: Varlığın eter ötesi safhası veya semâların bir bulutsu görünümünde olduğu ilk ân… Tasavvufta, Vâhidiyet tecellîsi.