10. İslam’da Güç ve Tevazu Dengesi

قَـدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَۙ ۝ اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَۙ ۝ وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَۙ ۝ وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِلزَّكٰوةِ فَاعِلُونَۙ

“Gerçekten, müminler kurtuluşa ermiştir; onlar ki namazlarında huşû içindedirler; boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler, zekâtlarını verirler.” (Mü’minûn Sûresi, 23/1-4)

Muhterem Müslümanlar!

Geleceğin insanına hükmedecek kimseler, hayatını muvazeneye, dengeli bir yaşayışa tâbi tutanlar olacaktır.

Geleceğin temiz tohumları; semaya doğru ser çekmiş, dal budak salmış şecere-i mübarekeleri, mübarek insanları, İslamî muvazeneye riayet etmiş kimseler olacaktır.

Onlar, İslam’ın hastalık saydığı şeylerden uzak dururlar… Hastalıktan kaçayım derken başka hastalığa düşmezler… İslam’ın gösterdiği muvazeneyi, dengeyi bulurlar… Allah’ın nimetleriyle kibirlenip çalım satmazlar…

Yolun bir tarafında kibir ve gurur, öbür tarafında zillet ve sefalet vardır. Bu ikisinin ortasında ise Resûl-i Ekrem’in yolu, O’nun getirdiği muvazene, tevazu…

Allah Resûlü, en korkunç düşmanların karşısında dahi en cesaretli insan olarak tanınmıştır.

Meydanların Şâh-ı Merdân’ı, Haydar-ı Kerrar’ı, Damad-ı Nebi Hazreti Ali dahi, “Biz savaş esnasında sıkıştığımız anlarda Resûl-i Ekrem’in yanına sığınırdık.”13 der.

Resûlullah’ın Huneyn’deki cesaret ve tevazuu bu muvazeneye örnek teşkil eder:

İnsanların korkup kaçtığı bir anda amcası Abbas, O’nun atının zimamını zor tutmaktadır. O, “Ene’n-Nebiyyü lâ kezib”14 (Ben peygamberim; bunda yalan yoktur.) deyip atını mahmuzlar, ileri doğru atılır, düşmanın çokluğu karşısında yılgınlık göstermez. Fakat aynı Nebi’yi alın, oradaki ihtişamlaşan ruhuyla, dünyalara sığmayan ruhuyla, “Tek başıma kalsam dahi bu davayı götüreceğim!” diyen ruhuyla, cihana meydan okuyan, o günün süper devletlerine meydan okuyan ruhuyla gördüğünüz Nebi, Mekke-i Mükerreme’ye girerken o kadar tevazu içinde giriyordu ki mübarek başı, bineğinin eğerinin kaşına değecek kadar iki büklümdü. Bu tavrıyla, “Ey Kâbe’nin Rabbi! Kâbe’yi haram kılan, orada kan dökülmesini, savaş yapılmasını haram eden Rab! Ben Kâbe’ye giriyorum ama Sana karşı tevazu içinde ve iki büklümüm.” demektedir.

O’nun cihana hükmetmesi, sadece tevazusunu artırmıştır. Kendisinde, melekleri gıptaya sevk edecek bir incelik meydana getirmiştir. İşte mümin, bu muvazeneyi kazanacak ve ancak bununla geleceğin kaderine hükmedecek, dünya muvazenesinde bir ağırlığı olacaktır.

Mümin, tevazu sıfatıyla serfiraz olacaktır. Resûl-i Ekrem, bütün hayatını bu anlayış içinde geçirmişti.

Sahabe anlatıyor:

Ramazan-ı şeriftir. Efendimiz’e orucunu açması için bir bardak süt ikram ederler. Ashâb, O’nun hoşuna gidebilecek şeyleri yapmaya gayret etmektedir. Resûlullah, sütü ağzına götürdükten sonra hemen bardağı dudaklarından uzaklaştırır ve “Bunun içinde bir şey var!” buyurur. Sahabe, “Evet, yâ Resûlallah, seversiniz diye içine bir miktar bal damlattık.” cevabını verirler.

Efendimiz bunun üzerine şöyle buyurur:

“Ben size içine bal karıştırılmış sütü haram kılmıyorum. Ne var ki kim yemesinde, içmesinde, giyinmesinde, bütün hayatında mütevazı olursa, Allah onu yükselttikçe yükseltir. Ama kim de burnunun dikine giderse, her şeyi nefsine münhasır görürse, ben yapıp ben edeceğim derse, sahnede sadece kendisini görmek isterse, Rabbi onu bitirdikçe bitirir, tükettikçe tüketir, azalttıkça azaltır ve bir gün onun hakkından gelir, altını-üstüne getirir.”15

Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), mübarek makamı yükseldikçe, başı arşa çıktıkça tevazusu artıyordu. Tevazu, irfanla doğru orantılıdır.

Kendisi hikâye eder Cibril’in durumunu…

“Cevahir kadrini cevher furûşân olmayan bilmez.” Bakırcı, demirci, altından gümüşten anlamaz. Cibril’i, Hazreti Muhammed anlar. Hazreti Muhammed’i de Cibril anlar.

Kadı İyâz’ın aktardığına göre Cibril’in edebi Resûlullah’ın gözünden şöyle anlatılır:

O mevcud-u meçhul binek neyse, Miraç’ta onun sırtına bineceği zaman böyle bir şereften ötürü alabildiğine serkeşleşmiş, yerinde duramıyordu. Cibril ona, “Mâ rakibeke ile’l-âni misluhû” (Senin sırtına şu ana kadar bunun gibisi binmedi.) deyince binek, kan-ter içinde kalmıştı.16 İşte bu, Cibril’in, Hazreti Muhammed’i tanımasıydı. Bir de Hazreti Muhammed’e bakın… Miraç’ta öyle bir noktaya geldi ki hicap hicap üstüne perdeler kalkıyordu.

Efendimiz, “Orada, Rabbin huzuruna varan Cibril’de öyle bir edep gördüm ki o zaman anladım Allah’ın huzurunda edep nasıl olurmuş.” buyurur. Cibril, orada Rabbin huzurundaki edebi göstermektedir.

Yüzü yerde olmak bir irfan meselesidir… Bir bilme, bir iç aydınlığı meselesidir. Kalbi zulmette olanlar, bin tane kitap devirseler dahi kaba-saba insanlar olmaktan kurtulamayacaklardır.

Süleyman Aleyhisselam… Hükümdar peygamber …

Mescide girdiğinde bir fakir görse yanına oturur, otururken de “Miskin, miskinlerle oturur.” dermiş.17 Maddî manevî her türlü makam ve mansıba sahipken kendini miskin olarak görebilmek…

Ah! Kırılası gururlar…

Rabbin huzurunda bile oturmasını bilemeyenler… Büyük Allah’ın huzurunda, inanıyor gibi davrandığı hâlde, gafilane, ölü gibi anlamsız bakışlar içinde bulunanlar…

Bir peygamber kendisini “Miskînün mine’l-mesâkîn” Fakirlerden bir fakir.. Her şeyiyle Allah’a muhtaç bir dilenci… Cismiyle-cesediyle, aklıyla-ruhuyla her şeyini Allah’tan emanet almış bir dilenci olarak görüyor ve fakirlerle birlikte oturuyor.

Sâlim b. Kâsım… Büyük muhaddis ve tefsirci…

Sabah erkenden Muhammed b. Mukâtil’in kapısına varır. Secde ede ede alnı nasır bağlamış bu büyük imama, “Sen bizim imamımızsın, ne olur Allah aşkına bize dua et.” der. “Dua et de ortalığı kasıp kavuran şu fırtınalar, zelzeleler dinsin.” O ise şu mütevazı mukabelede bulunur: “Ne kadar arzu ederdim, sizin helâkınıza ben sebep olmayayım. Korkuyorum ki şu musibetler benim yüzümden oluyor. Benim günahlarım sebebiyle Allah sizi mahvediyor.”

Bunun üzerine Sâlim, boynu bükük bir şekilde evine döner. Fakat ertesi sabah tekrar koşa koşa Muhammed b. Mukâtil’in kapısına gelir ve şöyle der: “Bu gece rüyamda Fahr-i Kâinat Efendimiz’i gördüm, buyurdular ki: ‘Allah, insanların içine bela ve musibet salmıştı. Muhammed b. Mukâtil, tevazu ve mahviyet içinde ellerini açtı, dua dua yalvardı. Allah da bela ve musibetleri memleketinizden kaldırdı.’”

Bir, kulun Allah karşısındaki kıymet ve değerine bakın, bir de o kulun kendisine bakışına.

Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasına bakın:

اَلّٰلهُمَّ اجْعَلْنِي فِي عَيْنَيَّ صَغِيرًا وَفِي أَعْيُنِ النَّاسِ كَبِيرًا

“Allah’ım, beni benim gözümde küçük göster! (Misyonum itibarıyla) beni insanların nazarında ise büyük göster.”18 diyor.

Allah’ım! İnsanlar nazarında küçük etsen bile Senin nazarında kıymetli eyle.

Aziz Müslüman!

İnsan, manen yükseldikçe daha da mütevazı olmalıdır. Bu, onun Allah’a kurbiyetinin, Allah’la münasebetinin kuvvetinin ifadesidir. Büyüklüğünü zulümde kullanıyorsa, onunla başkalarını eziyor, başkalarına tahakkümde bulunuyorsa o zaman farkına varamayacağı bir küçüklüğe ve aşağılığa kendisini mahkum etmiş demektir.

Koca Yavuz…

Sekiz senede âlem-i İslam’a en büyük armağanı veren koca hükümdar…

Evi barkı, tacı tahtı atın sırtı olan koca Yavuz…

Rahat bir hayat yaşaması mümkün iken Gazi Giray gibi atından, süngüsünden, mızrağından başka bir şey tanımayan koca Yavuz…

Burası Çaldıran, burası Mercidabık, burası da Ridaniye… Dünyayı bir baştan bir başa gezen ve iki hükümdara dünyayı az gören koca Yavuz…

Nedimiyle otururken bir gün köleler yanından geçiverirler. Boyunlarında tasmalar, kulaklarında halkalar vardır kölelerin. Nedimine sorar, nedir bu kulaklarındaki? Nedimi der ki, “Hünkârım, onlar köle olduklarının emaresidir.” Bunun üzerine Yavuz’un tarihî cevabı gelir: “Âh! Ne güzel şey! Getir bir halka da ben takayım. Zira ben de Allah’ın kölesiyim.”

Zembilli gibi alabildiğine sert, alabildiğine hakperest, hukuku uygulamada kılı kırk yaran bir şeyhülislamı vardır Yavuz’un. Yavuz Selim nasıl hakperestse Zembilli de o kadar hakperesttir. Yavuz, bu danışmanını asla yanından ayırmaz. Yine bir gün Zembilli, Yavuz’un, Cihan hükümdarının yanında atını sürmektedir. Bir aralık bir parça çamur, Zembilli’nin atının ayağından Yavuz’un cübbesine sıçrar. Koca hükümdar, şeyhülislamın endişesine mahal bırakmadan ona döner ve tebessümle şöyle der: “Hocam, herkes fânidir, ben de fâniyim. Bir gün öleceğim. Senden bir ricam var, bu vasiyetim behemehal yerine getirilsin. Şu senin mübarek atının ayağından sıçrayan çamurlu cübbemi kefenime sarın. Rabbimin huzuruna bununla gitmek istiyorum.”

Büyüklerde büyüklüğün alâmeti haddini bilmektir; tevazudur. Küçüklerde küçüklüğün alâmeti ise kabına sığmama, insanlarla uzlaşamama, anlaşamama, başkalarını rahatsız etme, tahakküm gösterme, baskı yapma, kendini büyük görme hastalıklı ruh hâleti içinde bulunmadır.

Rabbim bizi tevazuyla serfiraz kılsın. Korkaklıktan, mezelletten, aşağılık duygusundan, manevî inkisardan muhafaza buyursun. Kibir ve gurura düşüp o gayyada boğulmadan da masun ve mahfuz buyursun. Sırat-ı müstakim olan tevazuyla bizleri serfiraz eylesin.

Âmîn.

5 Eylül 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir


13 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/156; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 1/258.

14 Buhârî, cihâd 52, 61, 97, 167, meğâzî 54; Müslim, cihâd 78-80.

15 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/140.

16 Heysemî, Mecmau’z-zevaid, 1/328; Kâdı İyâz, eş-Şifa, 1/161.

17 es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 3/42; Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 2/207.

18 el-Bezzâr, el-Müsned 10/315; ed-Deylemî, el-Müsned 1/473.

-+=
Scroll to Top