10. ISRARLI OLMAK

Israr, rıza-i ilâhînin celbine vesiledir. Aynı zamanda o, tebliğ adamının samimiyet nişanı ve anlatılanların da vicdanlarda mâkes bulmasının sırrıdır. Israr, anlatılan meselelerin, azametine uygun bir hassasiyetle ele alınmasının en açık emaresidir. Bunun mânâsı şudur:

Cenâb-ı Hak insanların, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” demelerine ehemmiyet veriyor ve bu cümlenin gönüllerde yer etmesini istiyor. İşte tebliğ adamı, Cenâb-ı Hakk’ın ehemmiyet verdiği bu meseleye hayatını adayıp, kelime-i tevhidin gönüllere yerleşmesi için sürekli uğraşması itibarıyla, Rabbinin büyük gördüğü şeye, yine o şeyin azametine uygun şekilde mukabele etmiş oluyor. Evet, onun ısrarı, işte böyle bir mânâya gelmektedir.

Ayrıca, Allah’ın tazim ettiği ve büyük gördüğünü, tazim edip büyük kabul etmek, kalbte takva alâmetidir. Kur’ân bu hakikate işaretle:

ذٰلِكَ وَمَنْ يُعَظِّمْ شَعَۤائِرَ اللّٰهِ فَإِنَّهَا مِنْ تَقْوَى الْقُلُوبِ

“Bu böyledir. Kişinin, Allah’ın şeâirine saygılı olması, kalbin takvasındandır.”1 demektedir.

Zaten Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, Cenâb-ı Hakk’ın büyük gördüğü tevhid kelimesinin söylenmesini, “Kalbi tasdik ederek ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen, muhakkak Cennet’e girer.”2 buyurarak yüceltiyor ve ashabına da daima bunu telkin ediyordu. Meselâ Efendimiz, Halid b. Velid’e (radıyallâhu anh), “Allah’ın Kılıcı” unvanını vermişti. Bununla Allah Resûlü, Hz. Halid’in istikbalde kazanacağı fetihleri, âdeta daha işin başında tebrik ediyordu.

İşte bu Halid, bir gün her ne sebeple olursa olsun harpte “Lâ ilâhe illallah” diyen birini öldürmüştü. Efendimiz, Halid’in bu davranışına o kadar üzülmüştü ki, ellerini kaldırmış ve: “Allahım! Halid’in yaptığından Sana sığınırım.” diye Rabbine ilticada bulunmuştu.3

Hiç unutmam, bir gün kendisini cihat yapıyor kabul eden birisi bana aynen, “Biliyor musun? Bir gün İslâm hâkim olursa, evvelâ camileri dolduran şu miskin insanların kelleleri kesilmelidir…” demişti ve ben, bir bekleyiş, bir intizar değil; sadece dalâletin ifadesi olan bu söz karşısında donup kalmıştım. Bu zavallı, sarfettiği bu sözü İslâm adına söylediğini zannediyordu…

Öyle ise mürşit ve mübelliğ, Allah’ın tazim ettiği şeyde ısrar etmelidir. Bu, onun davasında ne kadar samimî ve hasbî olduğunu gösterir. Evet, davası uğruna bütün bir ömrünü vermeyen mürşit olamaz. Böyle olmayanlara zaten mürşit demek de doğru değildir. Mürşit, anlattığını yüz defa anlatacak, dinlemezlerse “yüz birinci” deyip yine anlatacaktır. Şartların olgunlaşmasını bekleyecek, muhatabının kabul göstereceği anı yakalamaya çalışacak; darılmadan, gücenmeden bir ömür boyu hep anlatacaktır.. tıpkı nebiler gibi. Zira onların hayatı bütünüyle ısrardır.

Evet, onlar, hakkı ısrarla tebliğ etmişlerdir. Allah Resûlü’nün nübüvvetle serfiraz olmasından sonraki yirmi üç senelik hayatı, bu derinlikte hep tebliğle geçmiştir. Anlatmış, hem de durmadan, dinlenmeden anlatmıştır. Ebû Cehil’e kim bilir kaç kere gidip gelmiş ve “İslâm” demiştir! Mekke’nin ileri gelenlerine sayısız denecek kadar çok ziyafetler vermiş ve yemek esnasında, fırsat buldukça onlara dini telkin ve tebliğ etmiştir.4

Sahabe de, sürekli aynı metafizik gerilim içindeydi.. evet, ısrar onların da ayrılmaz vasıfları olmuştu. Onları takip eden bütün ulu kişiler de ısrarı kendilerine şiar edinmişlerdi.

Israr, insanın tebliğ adına kendi vazifesini idrak etmesinin tabiî bir neticesidir. Zira her tebliğ adamı kendi vazifesinin, sadece anlatmak olduğunu çok iyi bilmelidir ki, Hakk’a karşı saygısızlık, halka karşı da haksızlık etmiş olmasın. Evet, insanları hidayete ulaştırmak ne onun gücünün yeteceği bir iştir, ne de onun vazifesine dahildir. Muhatabı hidayete erse de ermese de, tebliğ eden kişi, tebliğ sevabını kazanmıştır. Diğer taraftan onun bu davranış ve düşüncesi, tebliğ ettiği hakikatlerin kabul görmesinin de sırlı bir şifresi durumundadır. Neticeyi Allah’tan bekleme, ihlâsa ermişlik demektir. İhlâs ki, bütün ibadetlerin özü ve hayat kaynağıdır.

1 Hac sûresi, 22/32.

2 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/236; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 5/197.

3 Buhârî, meğâzî 58, ahkâm 3; Nesâî, âdâbü’l-kudât 17.

4 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/159; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 19/122; el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 2/179-180

-+=
Scroll to Top