12. Dünyadayken Âhireti Kazanmak
اِنَّ اللهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْـفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّـةَ
“Şüphesiz Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği Cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe Sûresi, 9/111)
Muhterem Müslümanlar!
Hakiki fazilet, gerçek fedakârlık, ancak Allah’a ve âhirete inanma sayesinde elde edilebilir. İnsan, Allah’a ve âhirete inandığı nispette faziletli ve fedakâr olabilir. Fedakârlıkta bulunduğu hususların bâd-ı heva (boşa) gitmediğine inandığı nispette fedakârlık yapabilir. Gençliğini, bir ideal uğruna feda ederken… Sıhhatini, bir dava uğrunda kaybederken… Hayata ait her şeyi yüce bir dava uğruna terk edebilir. Bunu rahatlıkla yapabilir, çünkü Allah için verdiği şeyleri Allah’a satmıştır ve karşılığında da O’nun Cennet’ini alacaktır. Kur’ân’ın sarih âyetlerinin bu husustaki beyanları; âhiret uğruna her şeyini feda eden bir insanın, feda ettiği şeyleri öbür âlemde bâki surette alacağına işaret etmektedir.
İnsan, inandığı şeye bel bağladığı, gönül verdiği nispette, ruhuna kadar seve seve her şeyini feda eder. Onun için vatanperverlik, milletseverlik gibi bütün faziletlerin temelinde Allah’a ve âhirete iman yattığı nispette o iş devamlı olmuş, hasbî olmuş ve fazilet dairesi içinde cereyan etmiştir.
Her yüce hissin, her meziyetin temelinde Allah’a ve âhirete iman yattığı gibi, milliyetperverliğin, vatanseverliğin temelinde de bu fazilet hissi yatmaktadır.
Allah’a gönül verildiği nispette… Ölüp de dirildikten sonra orada iyi-kötü her şeyin hesabını vermeye bel bağlanıldıktan sonra her şey fazilet çerçevesi içinde cereyan edecektir
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), gayret ve himmetini bu hususa teksif buyurmuş, yetiştirmek istediği cemaatin himmetini de bu noktada toplamış, onlara bu büyük dersi vermiş, diğer dersleri tâli saymıştı.
Bir cemaatin, böylesine sağlam bir mana yapısına sahip olursa halledemeyeceği mesele yoktur. Milletinin refah ve saadeti için kafa ve karın sancısı çeken fertlerin halledemeyecekleri bir mesele yoktur. Uhrevî meseleler bir tarafta dururken dünyevî menfaatleri aşamamış, dünya ve madde karşısında dize gelmiş insanlar ise hiçbir meseleyi halledemezler. Unutmayalım ki fazilet, iyilik hisleriyle dolup taşan, kalbi imanla dolu bulunan bir avuç insan… Atında eyeri olmayan, atının başında zimam taşımayan, kılıcında kını bulunmayan, baldırı çıplak bir avuç insan, insanlığın kaderi üzerinde rol oynamış, beşerin makûs talihini değiştirmiştir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmıştır.
Onların bağı-bahçesi yoktu… Onların hanı-hamamı yoktu… Onların fabrikası, atı-arabası yoktu… Onların kalbi imanla doluydu. Hissiyatları âhirete müteveccihti. Sıkı bir rabıtaları vardı Allah’la. En büyük müşküller, çözülmesine imkân ve ihtimal verilmeyen problemler rahatlıkla çözülürdü bu imanlı insanların elinde.
Sahabe her şeyi imanıyla hallediyordu. Kafa ve karın sancısı çektiği için… Yurdunu yuvasını terk etmeye âmâde yaşadığı için dünyada şahsı adına taş taş üstüne koymuyordu. Gayesi yalnızca Allah, Resûlullah ve vatandı.
Gönüllerin tekrar salâha kavuşacağı, şahsı adına taş taş üstüne koymayan insanların arz-ı didâr edeceği (ortaya çıkacağı) güne kadar ayakta gezmeye yeltenen beşer, solucanlar gibi sürünüp duracaktır.
Fedakâr ve hasbî gönüller istiyoruz. Kimdi Resûl’ün etrafındaki hasbî, fedakâr insanlar? Bu insanları hutbenin başında okuduğum Kur’ân âyetinin altında bizatihi size tablolaştırayım:
Süheyb-i Rûmî diye bildiğimiz Süheyb b. Sinan. Rumların içinde uzun süre kaldığından ve Rumca bildiğinden ötürü Süheyb-i Rûmî dediğimiz Süheyb b. Sinan.
Memleketi Romalılar tarafından işgal edilince Süheyb de ailesiyle birlikte esir edilerek Rum diyarına götürülmüş. Daha sonra Abdullah b. Cüd’an tarafından satın alınarak Mekke’ye getirilmiş. O, dünyasını kurtarmaya çalışırken âhiretini kurtarma imkânları kendisine bahşedilmiş. İnsanlığın İftihar Tablosu ile karşı karşıya gelmiş. O, hürriyetini ararken maddî ve manevi plânda gerçekten insanları esaretten kurtaran Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile karşılaşmış.
Süheyb kendisini nefsinin, arzularının esaretinden, behimî hislerinin esaretinden, şehevanî duygularının esaretinden, dünya karşısında serfüru etmenin esaretinden, maddenin kavgasını yapma gibi pespaye şeylerin esaretinden kurtaracak mürşid-i ekmel, büyük halaskâr Hazreti Muhammed ile karşılaşmış.
Bin kuşku ve tereddütle, gizli gizli, o büyük mürşidin oturduğu evin kapısına kadar gidebilmişti. O gün kapının önünde başka bir genç, bir civanmert daha fırsat kolluyordu ki kapı açılsın da içeriye girsin. Bu da tıpkı onun gibi başka bir şeyi aramak için oraya gelen Yasir’in oğlu Ammâr idi. Hürriyete kavuşmuş bir esir ve başka bir esirin oğlu, İbn Erkam’ın kapısının önünde yüz yüze gelince birbirlerine niçin burada olduklarını sordular.
Kinle bilenen, sinesi gayzla dolup taşan kişiler haberdar olabilir endişesiyle neden sonra birbirlerine açılabildiler. Her ikisi de aynı şeyi düşünmüştü: “Şöyle bir içeri girmeyi düşünmüştüm… Girip de şu adam ne konuşuyor bir dinleyeyim!” Ve iki kardeş, esarette iki yoldaş Nebiler Nebisi’nin yanına girdiler… Huzurda doldular. Bundan sonra bir daha o huzuru hiç terk etmediler. Yepyeni bir hayatın erkân ve prensiplerine muttali olmak için bu dershanede dersleri sıklaştırdılar ve sık sık Allah Resûlü’nü ziyaret ettiler.
Çile, ızdırap, işkence… Hiçbir şey onları yollarından çeviremedi. Nihayet hicret emri gelip de herkes birer ikişer Medine’ye göç etti. Süheyb göç etmemekte ısrar ediyordu. “Resûl-i Ekrem, Ebû Bekir, ben, üçümüz beraber gideceğiz.” diyordu. Resûl-i Ekrem herkese izin vermişti ve gidebilenler de gitmişti. Fakat Süheyb sonuna kadar Peygamberimiz’in yanında kalmayı tercih etti.
Zeki insandı, Rumların içinde ticareti öğrenmiş, Mekke’de kısa zamanda epey para da kazanmıştı. Malı mülkü, altınları vardı. Resûl-i Ekrem’le beraber Mekke’ye gidecekti. Bu arada her şeyini saklamış, muhafaza etmişti.
Süheyb, henüz Mekke-i Mükerreme’den ayrılamamıştı. Nihayet bir fırsatını buldu, atına atladı ve Medine’ye doğru azm-i râh etti (yola çıktı). Onun Mekke’den ayrıldığını gören müşrikler hemen takibe koyuldular. Müşriklerin yaklaştıklarını görünce Süheyb, sadağına elini attı, okunu hazırladı ve şöyle dedi: “Biliyorsunuz ki attığım ok yerini bulur. Allah’a yemin ederim ki sadağımdaki oklar bitene kadar size teslim olma niyetinde değilim. Oklar bitince de kılıcımı çekerim. Belki beni öldürürsünüz belki de ben sizi haklarım ama elinize bir şey geçmez. Gelin, benim yakamı bırakın. Ben Medine’ye, Resûl-i Ekrem’e gidiyorum ama isterseniz servetim falan yerdedir, altınlarımı filan yerde sakladım. Gidin alın onları, beni bırakın.”
Müşrikler böyle bir teklife sıcak baktılar ve Süheyb’in yakasını bıraktılar. Süheyb, koşa koşa Kuba’ya geldi. Kendi kendine söz vermiş; Medine’ye Resûl-i Ekrem’le beraber gireceğim, demişti. Bu yüzden Kuba’da Allah Resûlü’ne yetişince çok sevindi. Allah Resûlü, daha o yanına yaklaşırken şöyle buyurdu: “Rabiha’l-bey’ yâ ebâ Yahyâ” “Çok kârlı bir ticaret yaptın! Ticaretin mutlu ve bereketli olsun ey Ebû Yahya.” Malını mülkünü verdin, ancak âhireti aldın. Malını mülkünü verdin, ancak Resûllullah’a kavuştun. Malını mülkünü verdin, ama karşılığında Allah’ın hoşnutluğunu kazandın. “Rabiha’l-bey’ yâ ebâ Yahyâ!”
İşte gerçek Mümin, dünyada böyle bir ticaret yoluna koyuluyor.
اِنَّ اللهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْـفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّـةَ
O, Cennet karşılığında malını ve canını veriyor… Seve seve ölüme âmâde hâle geliyor… Resûlullah’ın bu hasbî cemaati tereddütsüz, gözünü kırpmadan çoluk-çocuğunu Mekke’de bırakacak, malının yerini müşriklere söyleyecek, gidip de söylediği yerde altın ve gümüş hazinelerini bulunca doğru söylemiş diye onları dahi gıptaya ve hayrete sevk edecek Süheyb b. Sinan.
Dünyanın üzerine, beşerî kaprislerinin üzerine, şahsî hislerinin üzerine, şahsî refah ve saadeti adına her şeyi terk etmek suretiyle, rahmetin pak dâmenine dudaklarını yapıştırıyor, “Madde adına her şeyi bıraktım ama Allah’ım Sen varsın ya!” diyerek Allah’a vâsıl oluyor.
Süheyb, öyle yüce bir noktaya ulaşıyor ki bu, manevî terakkide bir doruk noktasıdır. Sinesinden hançeri yiyen Hazreti Ömer, acaba yerine kimi tavsiye edecek diye bekleyenlerin endişeli bakışlarına bir nazar atacak ve “Süheyb’e söyleyin benim yerime namaz kıldırsın.” diyecektir. Hazreti Ömer’in, o yaralı aslanın hastalığı esnasında sahabe-i kiram cemaatine namaz kıldıran Süheyb b. Sinan’dır.
O, faziletin bu denli zirvesine ulaşmıştı… İçte derinleşmişti… Şekil insanı değildi; gönül insanı, aşk insanı, heyecan insanıydı.
Muhterem Cemaat!
Müslümanlık bir gönül işidir. Şekil, o gönül heyecanının ifadesi olduğu nispette makbuldür, yoksa öbür türlüsüne itikadî münafıklık veya amelî münafıklık denir.
Allah, günümüz Müslümanlarına da bu şuuru, bu anlayışı ve bu basireti ihsan eylesin. Şeklen Müslüman görünen bizleri; saçımızla, sakalımızla, tesbihimizle kendimizi layık gördüğümüz İslamî dairede işin kemaline erdirsin, taklitçilikten kurtarsın inşâllahu Teâlâ.
Âmîn.
20 Ocak 1978, Merkez Camii, Bornova-İzmir