13. İç Muhasebesi
اِنَّ اللهَ مَعَ الَّذ۪ينَ اتَّـقَوْا وَالَّذ۪ينَ هُمْ مُحْسِنُونَ
“Allah, fenalıktan korunanlar, takva dairesinde bulunanlar ve hep güzel davrananlarla beraberdir.” (Nahl Sûresi, 16/128)
Muhterem Müslümanlar!
Bir bütün, o bütünü oluşturan parçaların sıhhatiyle sıhhatlidir. Bir cemiyet, o cemiyeti teşkil eden aile yapısının sıhhatiyle sıhhatlidir. Fertler sağlam ruhlu, sağlam karakterli, sağlam dimağlı, sağlam maneviyatlı olduğu sürece aile de kendi kendine sıhhat kazanacak ve bu sıhhatlı oluş, toplumun bütün tabakalarına sirayet edip etkileyecektir. Aşağıda yani toplumda mesele ihmal edildiği zaman yukarıda çare aramak, kendi kendini aldatma ve oyalamadan başka bir şey değildir.
Bir toplumun içinde toplumu bölen, parçalayan dış bir müdahale, yabancı bir parmak, aykırı bir fikir, yanlış bir ideoloji bulunduğu müddetçe siz o cemiyette hiçbir şey yapamazsınız. O, dupduru hâle gelmedikten, safileşip berraklaşmadıktan sonra orada yol alamazsınız. Onun için, hedefi bir şey yapmak olan bütün fertler, cemiyetler, bir şey yapmayı hedef edinmiş bütün müesseseler, hususiyle maarif yuvaları, işi parlamenter seviyede ele almak isteyenler bu gerçeğe çok dikkat etmelidirler. Bu İslamî cemiyet yapısının içine yıkıcı ağyar parmağı girerse, ağyarın ateşine yananlar cemiyetin içinde bulunursa, katiyen bilsinler ki, bunun neticesi iflastır, perişaniyettir, sergerdan olmaktır. Bu, dilenciliği artırmaktan başka bir şeye yaramaz.
Muhterem Müslümanlar!
Heptencilik havası içinde müminin, iç durumuyla dört dörtlük Müslümanlığa yeniden dönmesi, teşkil edeceği bütünün mükemmel bir parçası hâline gelebilmesi için lazım gelen gayreti göstermesi gerekmektedir. Şunu unutmamak gerekir ki; cihan fatihlerinin atının sırtında eyeri yoktu, atlarının ağzında zimamı yoktu, kılıcının kını yoktu… İşte bu fakir insanlar cihanı fethediyor, orduları dize getiriyor, beşerin problemlerini hallediyor, yeni bir medeniyetin temelini atıyordu. Biz ise en küçük bir meselenin dahi üstesinden gelemiyoruz… Niçin?
Siz isterseniz başka şeylere verin ama ben onlardaki dinamizmin temelinde şunları görüyorum: İç ve dış saffeti, gönül duruluğu, Hakk’a bel bağlama, öldükten sonra dirilmeye hakikaten inanma. Sadece bir misal belki size çok şey ifade edecektir:
Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nur meclisi her geçen gün inkişaf ediyor; az önce arz ettiğim eyersiz ve zimamsız atlılar, kınsız kılıçlılar gün geçtikçe çoğalıyordu.
Vaziyet ve gidişatı herkes anlamasa bile tohumu toprağa atan Zat durumu öyle iyi idrak etmişti ki; onlara vaatlerde bulunurken işin encamından (sonucundan) gayet emindi. Neticenin lehlerinde olacağından gayet emindi. “Allah bu işi tamamlayacak fakat siz acele ediyorsunuz.”22 buyurmaktaydı.
Bu nurdan hâlenin inkişafı, bir kısım şom ağızları, kem gözleri İslam’ın aleyhinde gayrete getirmiş, ona kötülük yapmaya sevk etmişti. İçlerinde, Müslüman olup ileride İslam’ın yükünü sırtına alacak kimseler de vardı. Bu muvakkat (geçici) talihsizler arasında bulunanlardan bir tanesi de Amr b. Âs’tı. Müslüman olduktan sonra vefat edeceği âna kadar son derece haysiyetli bir hayat yaşamıştı. Daima sözü dinlenen; dirayet ve kiyasetiyle ağırlığı olan bir insan olarak tarihe geçmişti.
Resûl-i Ekrem devrinde aldığı fetih vazifesini Hazreti Ömer devrinde doruk noktaya ulaştırmış; Afrika, İslam’ın kılıcı karşısında dize gelmişti. Sırtı yere gelmeyen bu büyük kumandan, gün gelmiş, yaşlanmıştı, son nefesini vermek üzereydi. Mevla’nın huzuruna gidebilmenin heyecanıyla rengi kaçmakta, dudakları burulmakta, ara sıra kendinden geçmekteydi. O sırada yanında bulunan oğlu sordu: “Babacığım, seni fazla heyecanlı görüyorum. Hâlbuki ölürken heyecan duyanları kınardın?” Amr, hıçkırıklarını tutamadı. Gözyaşlarını belli etmemek için arkasına döndü. Ardından yüzünü oğluna doğru çevirdi ve sergüzeşt-i hayatını ana hatlarıyla anlatmaya başladı:
“Oğlum! dedi. Hayatımın en kötü devresinde ben, Allah Resûlü’nün; nurla, irfanla gelen O insanın karşısında yer aldım. O’nun karşısında olmayı âdeta vazife bildim. O kadar haşin, o kadar hırçın, o kadar nankör, o kadar cüretkâr, o kadar terbiyesiz idim ki; O’nun, amcasının oğlunu başına koyarak Habeşistan’a gönderdiği kafilenin bir Hıristiyan tarafından dahi himaye görmesine tahammül edemedim. Ta oralara gittim. Habeş hükümdarını ikna etmek için ne diller döktüm ne gayretler sarf ettim. Ama Allah Müslümanları himaye etti. Ben eli boş Mekke’ye geri döndüm…
Küfrüm, dalaletim, tuğyanım, içimde ızdıraplar meydana getiriyordu. Fakat o büyük hakikat güneşi karşısında buzdan dağların tahammül etmesine imkân yoktu. Nihayet benim de içim eridi. Âdeta içimde çağlayanlar meydana geliyordu. İçimdeki bu şiddet ve bu arzunun önüne geçemez oldum. Bir gece vakti Mekke’yi terk etmeye karar verdiğimde çıktığım bir duvarın üzerinden uzakta Halid b. Velid’in de aynı heyecanla Medine’ye doğru azm-i râh ettiğini (yola koyulduğunu) müşahede ettim. Bin bir endişe ve korku içinde yüz yüze geldik. İkimiz de niyetlerimizi gizliyorduk. İkimizin hedefi de Medine’ye gitmekti ama neden sonra ancak birbirimize açılabildik. Ve sonra da sarmaş dolaş olduk. Küfürde iki candaş iken Hazreti Muhammed’e gitme yolunda, dünyasını ve âhiretini mamur etme yolunda sarmaş dolaş olmuştuk.
Ölümle bitmeyen bir hayatın müjdesini getiren insana gidip O’na inkiyad etme, O’na bağlanıp itaat etme yolunda sarmaş dolaş olduk.
Biz Medine’ye doğru yol alırken, zaman ve mekân üstü varlıklar tarafından bizim haberimiz çoktan oraya ulaştırılmıştı.
Medinelilerin, Kuba’da O’nu karşıladıkları gibi bizi de naatlarla karşılıyorlardı. Anladık ki Nebiler Nebisi hoşnuttu. Anladık ki gönlü bizim için fethedilmişti. Yanına vardığımızda bizi çok güzel karşıladı. Tebessüm ede ede sinesine bastı.
Ah keşke o dakikada ölseydik. Her şeyimiz mamur idi. Ben Resûl-i Ekrem’in elini tuttum, ona biat ediyordum. Bu kuvvetli ele tutunduğum zaman biliyordum ki bu yol Cennet’e çıkacak. Bu yüzden Resûlullah’ın elini sıktıkça sıkıyordum. Benim farklı bir arzumun olduğunu anlayan Allah Resûlü:
“Mâzâ ta’nî yâ Amr?” (Ne demek istiyorsun ey Amr!) buyurdu. Ben:
“Beni bağışlayasın yâ Resûlallah” dedim.
Bu bağışlanmanın manası, öbür âlemde mesut olmak; şefaatine nail olmak; Cemalullah’ı müşahede edecek ufka ulaşmaktı. Dedi ki:
“Bilmiyor musun yâ Amr! İslamiyet’in; “Lâ İlâhe illallah Muhammedün Resûlullah” hakikatinin, geçmişte olan bütün seyyiatı sileceğini bilmiyor musun?”23
O kadar mesut olmuş, bu beşaret karşısında o kadar sevinmiştim ki…
Ah evladım! Keşke o dakikada ölseydim. Hayatımın bu devresinde Resûl-i Ekrem başımızdaydı. İçimizi O’na açıyorduk. Fetih orduları içinde gidecek olursak her emri bizzat O’ndan alıyorduk. Bizim için huzurlu bir dönem başlamıştı. Bu dönem Cennetlere tercih edeceğimiz bir dönemdi.
Aradan aylar geçti, yıllar geçti. O, aramızdan çekip gitti. Her şeyde bir muğlaklık, bir belirsizlik meydana geldi. Artık her şeyi olduğu gibi göremiyorduk. Her şeyde bir bulanıklık müşahede ediyorduk.
Bu dönemde bilmeyerek bazı hâdiselerin içine girdik. Siyaset dedik… İdare dedik… Doğruyla yanlışın birbirine karıştığı muğlak bir kısım hâdiselerin içine dalıverdik.
Şu anda hâlimin ne olduğunu, nerede bulunduğumu bilemiyorum oğlum!
Resûlullah’tan ne kadar uzaklaştım?
Cennet’e liyakatten ne kadar uzaklaştım?
Allah’tan ne kadar uzaklaştım?”
Son sözlerini söyleyemedi ve yine oğlundan gözyaşlarını gizlemek için arkasına döndü.
Öbür tarafa, öldükten sonra dirilmeye harfiyen inanmış olmanın verdiği hassasiyetle muhasebesini yaptıktan sonra son soluklarını da yastığa yükleyiverdi. Ve Mele-i A’lâ’ya yükseliverdi. Cenab-ı Hak öyle temiz bir akıbeti cümlemize nasip eylesin.
Muhterem mümin!
Herkes, yaşadığı hayatta, bilemediği girizgâhlarda ne durumda olduğunu merak ediyor. Bizler de nerede durduğumuzu merak ettik mi hiç?
Allah’la aramızda olan mesafe bakımından nerede olduğumuzu merak ettik mi hiç?
Resûl-i Ekrem’le aramızda olan mesafe bakımından nerede olduğumuzu merak ettik mi hiç?
Cennetle alâkamız noktasından nerede olduğumuzu merak ettik mi hiç?
Seyyiatımızın, sırtımızda ağır bir yük hâlinde mevcudiyetini hissettik mi hiç? Etmediysek, aşmamız gereken daha çok uzun mesafeler var demektir. Etmediysek geçmemiz gereken çok zikzaklar var demektir. Bu yol çok uzun; çok menzili var. Bunları aştıktan ve geçtikten sonra gönül huzuru içinde Allah’a vâsıl olacak, gerçek saadeti elde edeceğiz.
Nedir devleri dize getiren?
Nedir gözünü budaktan esirgemeyen insanların içinde endişe yelleri estiren?
Öldükten sonra dirilmeye olan inançları ve hayatlarının hesabını, o hayatı bahşedene verme duygu ve düşüncesidir.
Hayatı bize bahşeden Hazreti Allah, bahşettiği hayatın her lahzasının hesabını bizden soracak, verdiği şeyleri teker teker geri alacaktır. İşte onun endişesini içinde taşıma, devleri dize getiriyor, bülbülleri dilsiz yapıyordu. Afrika’nın o koca fatihini bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlatıyordu.
Ama bu ağlama ne tatlı bir ağlamadır!
Mevla’ya hesap verecek olmanın endişesini içinde duyup da ağlama ne tatlı bir ağlamadır!
Samimiyetle böyle ağlamayı Allah hepimize nasip etsin!
Âmîn.
27 Ocak 1978, Merkez Camii, Bornova-İzmir
22 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/215.
23 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/198, 204, 205; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/98, 123.