14. En Güzel Hediye

قَدْ عَلِمْنَا مَا تَـنْـقُصُ الْاَرْضُ مِنْهُمْۚ وَعِنْدَنَا كِتَابٌ حَف۪يظٌ

“Biz, toprağın, onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda o bilgileri koruyan bir kitap vardır.” (Kâf Sûresi, 50/4)

Muhterem Müslümanlar!

Bir insanın, kendi yakınlarına, ailesine, memleketine yapacağı en büyük iyilik, takdim edeceği en mukaddes hediye, onların dünyevî ve uhrevî saadetlerine vesile olmaktır. Öyleyse sizler de bayramda hediye verir gibi, her günü bayram sayarak, yakınlarınıza Allah nazarında en kıymetli şeyleri veriniz.

Meseleyi daha geniş planda ele alarak topyekûn insanlığa bu türlü hediyeleri takdim ediniz. Onlara çerez nevinden, hemen tükenecek şeyleri değil; kaldıkça revnakdarlığı (güzelliği, tazeliği) artacak, her seferinde yeniden çiçek açacak, boy verecek, semalara doğru ser çekecek, hem dünya hem de âhiret mutlulukları için bir şeyler ifade edecek hediyeler veriniz.

İşte on dört asır evvel Peygamber’in içinde düğüm düğüm olan, onu daima meşgul eden büyük dava da budur. Bu davayı gerçek manada kavramış bir cemaat varsa o da ashâb-ı kiram (radıyallahu anhum) hazerâtıdır. Onların içinde de yine bir dert olarak mevcudiyetini hissettiren dava budur.

Anne-babama âhirete giden yolu göstermek, amcalarıma, yengelerime âhirete giden yolu göstermek, evlatlarıma âhirete giden yolu göstermek, milletime ve bütün insanlara âhirete giden yolu göstermek, onların dünyevî huzurlarını, kalp emniyetlerini, iç huzuru içinde bulunmalarını ve âhiret saraylarından, saadet bağ ve bahçelerinden gerektiği gibi istifade etmelerini temin etmek…

On dört asır evvel Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu büyük vazifesini idrak etmiş olmanın şuuru içinde yakın uzak herkesin uhrevî saadetine vesile olmaya çalışıyordu. Her durumda kendisini himaye eden amcası Ebû Talip bu sırada ruhunu Allah’a teslim etmek üzereydi. Ebû Talip tam kırk sene dizini ona yastık, sinesini de döşek yaptı. Ebû Talip’in çevresinde bütün insanlığı aydınlatacak bir şem’a yanıyor, etraftan herkes pervaneler gibi o şem’aya pervaz ediyordu. Ne var ki kendisi bu ışıktan istifade edememişti. Öte yandan Efendimiz için, cibillî bir yakınlığın ifadesi olarak sinesini sıcak bir döşek hâline getiriyor, dehrin hâdiselerine karşı elini kolunu kalkan yapıyor; O’na gelip toslayan belalara karşı göğsünü geriyordu.

Ne acı hakikattir ki bu kadar iyiliğine rağmen demesi lâzım gelen şeyi diyemediği için ruhunu Allah’a teslim ettikten hemen sonra Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), son nefesinde kelime-i şehadet getirmediğini üzülerek ifade edecektir.

Himaye fayda etmiyordu. Resûl-i Ekrem’e iyilik yapmıştı ancak bu iyiliklerinin, âhireti adına fayda vermesi için, iman etmesi gerekiyordu. Yaptığı iyiliklerin belki sadece azab-ı ilahiyi hafifletici mahiyette bir faydası olmuştu.

Ebû Talip ruhunu Allah’a teslim ederken, Allah Resûlü başında feryat ediyordu: “Amca ne olur bir kerecik ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah’ deyiver. Deyiver de âhirette sana şefaat edebileyim.”

ilâhe illallah Muhammedun Resûlüllah, bir anahtardır. Kilitleri açan bir anahtar. Söylediğin zaman benim kollarım açılıverecek ve arkadan seni tutacağım. Ama bunu demezsen kollarım bağlıdır; sana yardım edemem.

Ey insan! Nefsini Allah’tan satın alacak, kurtaracaksın…

Bu satın almanın bedeli ise “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah”tır.”

Resûl-i Ekrem ısrar ediyordu. O ise O’nun yüzüne bakıyor ve “Oğlum haklısın!” diyordu. Ama ‘Haklısın’ sözü kâfi değildi.

Ebû Cehil ve emsali küfrün önderleri, Ebû Talip’in başında, “Babanın, dedenin dininden dönmek mi istiyorsun?” diyerek şeytanlıklarını icra ediyorlardı. Kaderin garip cilvesi, Ebû Talip’in son sözleri şu oldu: “Ene alâ dîni Abdi’l-Muttalib” (Ben, İslam dini üzere değil Abdülmuttalip’in dini üzerine ölüyorum).24

Resûl-i Ekrem, amcasının yanından mahzun kalkıyordu. Çünkü davası bu idi. 40 sene boyunca kendisine iyilik yapmış insanın uhrevî saadetine vesile olmak, âhirette ona şefaat etmek istiyordu.

Mahzundu Resûl-i Ekrem… Ona en büyük hediyeyi verememişti…Elinden tutup onu iç huzuruna, hidayet ufkuna kavuşturamamıştı. Son vazifesini yapacaktı; ama Ebû Talip yaşadığı gibi ölüyordu.

Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.

Nebiler Nebisi’nin, o Zât-ı Mualla’nın mübarek hanesi içinde ölseniz dahi, demeniz gerekeni demedikten sonra kurtulamazsınız. Onun için mahzundu.

Ne zaman sonra Ebû Bekir Sıddîk’i görürüz…

Mekke fethine kadar karı-buzu çözülmeyen bir babası vardı, Ebû Kuhâfe…

Ebû Kuhâfe ancak, وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ ف۪ى د۪ينِ اللهِ اَفْوَاجاً “İnsanların fevc fevc Allah’ın dinine girdiklerini görürsün.” (Nasr Sûresi, 110/2) sırrı zuhur ettiği zaman Müslüman oldu. Kitle ruh hâleti meydana gelip Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkaniyeti ictimaî hayatta dahi kendisini gösterdikten sonra İslamiyet’e girdi.

Hâdise şöyle cereyan etmişti:

Talihli evlat Hazreti Ebû Bekir, âmâ babasının elinden tutmuş, huzur-u Risalet-penahiye getirmişti. Resûl-i Ekrem’in önüne babasını oturttu.

“Babam size biat etmeye geldi yâ Resûlallah!” dedi ve ardından hıçkırıklarını tutamadı.

Resûl-i Ekrem, “Ebâ Bekir! Niçin ağlıyorsun; sevinmeli değil misin? Baban, ‘Lâ ilâhe illallâh Muhammedun Resûlullah’ dedi.” buyurdu. Ebû Bekir’in cevabı etkileyici idi:

“Ya Resûlallah! Ben, babamın yerinde amcan Ebû Tâlib’in olmasını çok arzu ederdim. Babam Müslüman oldu ama 40 sene sana ve Müslümanlara kol kanat geren Ebû Talip o anahtar cümleyi söyleyemedi. Senin, şefaat elini uzatabileceğin hâle gelemedi. Âhiretini kurtaramadı. İşte ben bunun için ağlıyorum.”

Amcasını hatırlayan Resûl-i Ekrem bu sözleri duyunca hüzünlenmiş ve O da hıçkırıklarını tutamamıştı.

Mümin için haşre inanma her şeydir. Öldükten sonra dirilmeye inanma her şeydir.

Muhterem Müslümanlar!

Henüz dünya hayatındayken toplum olarak ‘öldüğümüz’, sahip olduğumuz o İslamî ruh ve manayı kaybettiğimiz zamanlar vardır. Müslümanlar olarak ilim ve fikir planında ‘mezara girdiğimiz’ dönemler olmuştur. İşte bu alanlarda dahi yeniden dirilebilmemiz, yeniden bir ‘ba’s ü ba’de’l-mevt’e mazhar olmamız; haşir akidesine, öldükten sonra dirilmeye olan inancımıza bağlıdır.

Öldükten sonra dirilmeye inanan insanlar bu vadilerde de yeniden bir haşr ü neşr göreceklerdir. Bütün değer hükümlerine sahip yeni bir diriliş, bir varoluş bekliyorsak şayet, bunu âhirete, öldükten sonra dirilişe inanan insanlar gerçekleştirecektir. Burcu burcu âhiret kokanlar, dudağında Hakk’ın huzurunda hesabı kazanmış olmanın tebessümünü taşıyanlar gerçekleştirecektir.

Cenab-ı Hak, insanlık için bir dirilişin, bir varoluşun bayraktarlığını yapan, ufuktan ufuğa Allah’ın adını gezdirmenin liyakatini izhar eden insanımızın, gerçek manasıyla ba’sü ba’de’l-mevte inanmak suretiyle bütün huzursuzluklarını bertaraf kılsın… Yeni bir ba’sü ba’de’l-mevti onlar vasıtasıyla tekrar tahakkuk ettirsin.

Âmîn.

13 Ocak 1978, Merkez Camii, Bornova-İzmir


24 Buhârî, tefsîru sûre (9) 16, (28) 1, eymân 19; Müslim, îmân 41.

-+=
Scroll to Top