15. İffet Duygusu
قَـدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَۙ اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَۙ وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَۙ وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِلزَّكٰوةِ فَاعِلُونَۙ وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَۙ اِلَّا عَلٰىٓ اَزْوَاجِهِمْ اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ فَاِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُوم۪ينَۚ فَمَنِ ابْتَغٰى وَرَٓاءَ ذٰلِكَ فَاُوٓلٰئِكَ هُمُ الْعَادُونَۚ وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ
“Muhakkak ki müminler, mutluluk ve başarıya erdiler. Onlar namazlarında tam bir saygı ve tevazu içindedirler. Onlar boş şeylerden uzak dururlar. Onlar zekâtı ifa eder (kendilerini maddeten ve manen arındırırlar). Onlar mahrem yerlerini günahlardan korurlar. Yalnız eşleri ve cariyeleri hariçtir. Çünkü bunu yapanlar ayıplanmazlar. Ama bu sınırın ötesine geçme peşinde olanlar, işte onlardır haddi aşanlar. O müminler üzerlerindeki emanetleri gözetirler, verdikleri sözleri tam tamına tutarlar.” (Mü’minûn Sûresi, 23/1-8)
Muhterem Müslümanlar!
Kur’ân-ı Kerim, dünyevî ve uhrevî kurtuluşumuzu ve saadetimizi hazırlayacak prensipleri bize getirmekte, onları yaşamamızı bizden istemektedir.
Allah, Mü’minûn Suresi’nin başında kurtulanların, felaha erenlerin vasıflarını sayıyor.
Allah, felahı, hem dünya hem âhiret kurtuluşunu, günde beş defa huzuruna gelip haşyet ve saygı dolu bir gönülle namaz kılmaya bağlıyor.
Allah, felahı, hiçbir işe yaramayan, bir kıymet ifade etmeyen işlerle, yani mâlâyaniyatla iştigal etmemeye bağlıyor.
Allah, felahı, size verdiği bir kısım şeyleri O’nun yolunda sarf etmeye, yine dini o istikamette i’lâ edip yüceltmeye bağlıyor.
Ve yine Allah, felahı, ırzınızı ve namusunuzu koruma hususundaki hassasiyetinize, namuslu ve iffetli yaşamanıza bağlıyor.
Kur’ân-ı Kerim ferdin hayatını, ailenin hayatını, milletin hayatını bunlara bağlamış ise Allah’a tâbi olan cemaate, Resûl-i Ekrem’in arkasında olan cemaate, Kur’ân-ı Kerim’i dinleyen cemaate düşen şey de Kur’ân’a kulak vermek, Resûl-i Ekrem’i dinlemek, Allah’ın emrine inkıyat etmek olacaktır.
Irzınızı, namusunuzu koruma hususunda hassasiyet göstereceksiniz. İffetiniz mevzuunda hassas olacaksınız. Çocuklarınızın örfünüze, âdetinize, din ve diyanetinize aykırı bir atmosfer içinde yetişmesine meydan vermeyeceksiniz. Vermeyeceksiniz ki ileride size de millete de insanlığa da faydalı birer fert olarak yetişsinler. Bunun için onların başıboş kalmasına müsaade etmeyeceksiniz. Belki kayyum gibi arkalarına takılacaksınız. Mütemadiyen onları takip edeceksiniz. İnhiraf edecekleri noktalarda ellerinden tutacaksınız. Devrin kültürüne, ilim anlayışına, seviyesine, malumatına ve kalbî yapısına göre onların imdatlarına koşacak ve içlerini aydınlatmaya, onları gerekli hususlarda ikaz etmeye çalışacaksınız. Bu, milletinin istikbalini düşünen herkes için gerekli bir vazifedir. Cenab-ı Hak bu vazifeyi bizlere idrak ettirsin.
Nesle onur vereceksiniz, iffet duygusu vereceksiniz. Gençlik, onur ve iffetinin yıkılmasından öyle endişe edecek ki dünyanın yıkılması onun için o kadar endişeye sebep olmayacak. İffetini kaybetme endişesiyle tir tir titreyecek, adımlarını hassasiyetle atacak.
“Milletimin bir ferdi olarak kendime leke getirmiş olurum. Aileme leke getirmiş olurum. Milletime leke getirmiş olurum ve etrafa leke saçan, mikrop dağıtan bir unsur hâline gelmiş olurum.” endişesiyle yaşayacak, yanlış bir adım atmayacak. Bu hassasiyetle mikrop üreten yerlerin önünden dahi geçmeyecek. Bu yerleri idare eden insanların yanlarına uğramayacak. Zira Kur’ân’ın fermanında görüyoruz ki; yolu Sakar’a (Cehennem’e) gidip dayanan, Cehennem’in sarp yokuşuna sardıran toplulukların özelliklerinden biri de batakçılarla düşüp kalkmalarıdır. Kur’ân’ın ifadesiyle onlar şöyle derler:
وَكُنَّا نَخُوضُ مَعَ الْخَآئِض۪ينَ
“Bâtıla, boş şeylere dalanlarla birlikte biz de dalardık.” (Müddessir Sûresi, 74/45)
“Hayatında hesap ve plan olmayanlarla arkadaşlık ediyorduk. Laubalilerle, lâkaytlarla… Hayatlarına mâlâyani şeylerin hâkim olduğu insanlarla muaşeretimiz vardı, dostluğumuz vardı. Beraber yiyip içer, beraber oturup kalkardık. İşte Sakar’a girmemize, Cehennem’in bu sarp yokuşuna sardırmamıza sebebiyet veren hususlardan bir tanesi buydu.” diyecekler. Demek ki böyle ortamlar, insanın iffet ve namusuna leke getirebiliyor.
İffet ve namusa hassasiyet gösterme Kur’ânî bir meseledir.
Evet, Kur’ân’da Allah (celle celâluhu); kurtulanları, dünyada iyi bir millet hâline gelerek felahı bulmuş, âhirette Cennet’e girerek felahı bulmuş, kurtuluşa ermiş, saadeti elde etmiş olanları sıralarken, bu yolun erkânını sıralarken وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ buyurur. “Onlar ki ırzlarını, namuslarını koruma hususunda hassasiyet gösterirler; bir leke gelecek diye tir tir titrerler.”
Bu husus, ailelerimizin içinde hâkim kılmamız gereken önemli esaslardan bir tanesidir. Bir misalle meseleyi biraz daha açmak istiyorum:
Resûl-i Ekrem’in saadet hanesinde ırz ve namus hususunda hassasiyet hükümferma idi. O, kendisi ne kadar iffetli ne kadar namuslu yaşamış ise öyle de yaşama kararlılığı içindeydi. Onun iffetini anlatırken, bekâr bir kız gibi erkeklerin karşısında dahi buram buram ter döktüğünü söylerler. Hazreti Hatice’den izdivaç teklifi aldığı zaman sırılsıklam ter içinde kalmıştı; o kadar iffetliydi.
Allah Resûlü, yirmi beş yaşına kadar evlenmemişti. Bununla beraber hiç kimse O’na, “Birisine kaşını kaldırıp da baktı.” diyememişti. O kadar iffetli, o kadar namuslu yaşamıştı ki zamanla iffetin şahikasına yükseldi. Her mevzuda olduğu gibi iffet mevzuunda da bizim için bir örnek oldu.
Allah Resûlü’nün her sefere gidişinde zevceleri arasında kur’a çekilir; hangisine çıkarsa Allah Resûlü’ne o refakat ederdi. Hepsi Efendimiz’le beraber bulunmayı çok arzu ederdi; ancak hepsini birden götürmek müşkilatlı olacağından dolayı sadece bir tanesi giderdi.
Mustalikoğulları seferine gidilecekti. Çekilen kur’a Hazreti Âişe’ye çıkmıştı. Vakayı bizzat Hazreti Âişe şöyle hikâye eder:
“Gittik, seferi yaptık dönüyorduk. Medine’ye yaklaştığımız bir yerde konakladık. Ben o sırada hevdecimin içinden çıktım ve ihtiyacımı görmek için biraz uzaklaştım. Hevdece geri döndüğümde kız kardeşimden aldığım gerdanlığın düşmüş olduğunu fark ettim. Onu aramak için tekrar gittim. Geri döndüğümde kervanın kalkıp gittiğini, göç ettiklerini müşahede ettim. Beni fark ederler de dönüp gelirler diye bir taşın üzerinde oturup beklemeye koyuldum. Sabırla, tevekkülle beklemeye başladım. Ancak benim olmadığımın farkına varamamışlardı. O günlerde Resûl-i Ekrem’in evinde ne ocak yanar ne de yemek pişerdi. O kadar zayıf o kadar nahiftik ki hevdecin içinde benim olup olmadığımı anlayamamış ve hevdeci içi boş hâlde devenin üstüne koymuşlardı. Ben beklemeye durdum ve uykuya daldım. Kendimden geçmişim. Birisinin “İnna lillahi ve innâ ileyhi râciûn” demesiyle kendime geldim. Gözümü açar açmaz hemen peçeyle yüzümü kapayıverdim.”
Bu zat, orduyu geriden takip eden, bir şey unutulmuş mu unutulmamış mı, arkadan kontrol eden Safvan b. Muattal’dı. Resûl-i Ekrem’in yakınında hizmet ederdi. Meseleyle ilgili âyetler henüz inmeden, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun hakkında, “Ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum.”25 buyurmuştu. Biz Resûl-i Ekrem’in evi içinde onun böyle tanındığını görüyoruz.
Hazret-i Aişe yaşadıklarını anlatmaya devam ediyor: “O, beni devesine bindirdi. Devenin zimamından tuttu, yola koyulduk. Orduya yetiştik; ondan sonra helâk olan oldu. Hakkımda dedikodu çıkardılar. Dedikodu yapanların başında da Abdullah b. Übeyy b. Selûl geliyordu. Birkaç saf Müslüman da buna inanmıştı. Benim hiçbir şeyden haberim yoktu. O şekilde Medine’ye kadar geldim. Dedikodu her gün büyüyormuş. Ben farkında dahi değildim. Medine’ye döndükten sonra bir hastalığa tutulmuştum. Nekahet (iyileşme) devresinde, hakkımdaki dedikodulara inanan müminlerden biri olan Mistah’ın annesiyle dışarıya çıkmıştım. Yolda bir ara ayağı tökezledi de düşeyazdı. Gayriihtiyarî dilinden, ‘Allah Mistah’ın cezasını versin!’ sözleri dökülüverdi. Ben döndüm ve dedim ki: ‘Sen nasıl anasın! Bedir’de bulunmuş bir Müslüman’a beddua ediyorsun.’ ‘Bilmiyor musun hakkında söylenenleri?’ diye cevap verdi. Ben, ‘Ne söyleniyor?’ deyince olanı biteni anlattı. O zaman ben Resûl-i Ekrem’in tavırlarındaki manayı da anladım. Hasta olduğum zamanlarda yanıma gelir, bana iltifat ederdi. Hâlbuki son zamanlarda sadece, ‘Nasıl bunun hâli?’ diye sorup gidiyordu. Olan biteni öğrendikten sonra ben, ‘Ya Resûlallah, müsaade edersen ana babamın yanına gideyim.’ dedim. Bana müsaade etti, gittim. Durmadan ağlıyordum.”
Bu iffete bir kezzâbın, bir yalancının attığı çamur çok dokunmuştu. O nezih, o iffetli hane âdeta temelinden sarsılmıştı. Bulacaktı o, eski iffet şahikasını. Âyetle teyit edilecekti. Allah elinden tutup onu oraya çıkaracaktı; ama bir imtihan vardı, önce imtihan görülecekti.
Hazreti Aişe annemiz kendisine atılan bir çamurdan ötürü durmadan ağlıyordu…
İffeti için yaşadığından, namusunu her şeyden aziz tuttuğundan, iffetsiz yaşamaktansa ölmenin yeğ olduğunu düşündüğünden ötürü durmadan ağlıyordu.
“O kadar ağlıyordum ki annem babam ciğerimin çatlayacağını düşündüler. Onlar da bir şey söyleyemiyorlardı. O koskoca Ebû Bekir’in evi âdeta Cehennem’den bir köşe hâline gelmişti. Huzursuzluk giriyor, huzursuzluk çıkıyordu.
Nihayet bir gün Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) evimize geldi. Meseleyi daha önce birileriyle de istişare etmişti.”
Mesela Üsame’yle istişare ettiğinde Üsame, “Hâşâ! Hazreti Âişe için böyle bir şey bahis mevzuu olamaz.” demişti. Hazreti Âişe’nin rakibi sayılabilecek ezvac-ı tahiratın arasından Zeynep bint-i Cahş’la istişare edince o, “Âişe’yi bundan tenzih ederim.” demişti.
Rivayet zayıf dahi olsa Ömer’in istişarede söylediği şey çok hoştur: “Ya Resûlallah! Bir gün bize namaz kıldırıyordunuz, rükûa gideceğiniz zaman ayağınızdaki ayakkabıyı çıkarıverdiniz. Siz çıkarınca cemaatin hepsi ayakkabılarını çıkarıverdiler. Siz namazı bitirdiniz. Biz size dedik ki, ‘Ya Resûlallah! Niçin ayakkabınızı çıkardınız?’ Siz buyurdunuz: ‘Bilmiyorum. Cibril bana öyle söyledi.’ Sonra Cibril’den sordunuz, Cibril size dedi ki, ‘Ayakkabınıza necaset bulaşmış. Bu necasetle namaz kılarsanız namazınız bozulur.’ Ya Resûlallah! Namazınız bozulmasın diye ayakkabınıza bulaşan bir necaseti Allah size haber verir de zevcenize atılan çamuru haber vermez mi?”
Allah Resûlü, bütün bu istişarelerden sonra Hazreti Âişe’nin yanına gelmişti. Peygamberin gönlü kırıktı. Hazreti Âişe’nin yanına sokuldu ve şöyle dedi: “Ya Âişe! Eğer bir günah işledinse itiraf et, Allah affeder. Eğer işlemedinse Allah Gafurdur, Rahimdir; seni temize çıkaracaktır.”
“O dakikaya kadar ağlıyordum. Resûl-i Ekrem’in bu ifadelerini duyunca artık ağlamam da durdu. Izdırap o hâle geldi ki damarlarımdaki kanım dondu. ‘Ne diyeyim ki!’ dedim. Yüzümü kıbleye doğru çevirdim Allah’a teveccüh ettim. Hatta Hazreti Yakub’un adını da unuttum. Yusuf’un babasının dediği gibi derim dedim: اِنَّـمَآ اَشْكُوا بَـثّ۪ى وَحُزْن۪ٓى اِلَى اللهِ “Ben, derdimi, kederimi, şöyle dağılıp saçılmamı Allah’a şikâyet ediyorum.”
Bu sabr-ı cemildi, en güzel sabır, yani derdini yalnızca Allah’a açma idi.
Ben o hâlde Allah’a teveccüh etmiştim ki birden Resûl-i Ekrem’e vahiy geldiği an O’nu kıskıvrak yakalayan keyfiyet Allah Resûlü’nü yakalayıvermişti. Heyecanla kendinden geçmişti. Belli ki âyet nâzil oluyordu. Resûlullah, gözlerini açtığı zaman tebessüm ediyordu. “Müjde yâ Âişe, Allah seni temize çıkardı.”
Hazreti Aişe diyor ki, “Ben, hakkımda bir âyet nâzil olabileceğini hiç düşünmezdim. Ben nerede, hakkımda âyet nâzil olmak nerede, derdim. Ama şunu hep beklerdim: Allah bir gün rüyasında Resûl-i Ekrem’in kalbine bir şey ilham eder, Resûlullah da böylece benim iffetime inanır.”
Muhterem Müslümanlar!
Evet, bu hâdiseyi siz şer zannetseniz de şer değildir. Bunun içinde yalnızca hayır vardır. Sonuç itibariyle münafık ortaya çıkmıştır. Karakteri zayıf Müslüman ortaya çıkmıştır. Bir daha böyle bir vartaya düşmeyecektir o Müslüman. Kendine çekidüzen verecektir. Uluorta herkes hakkında uygunsuz isnatta bulunmayacaktır. İşte bu türlü hayırlar vardır. Cenab-ı Hak, bu hayırları netice versin diye o büyük aileyi böyle bir imtihana tâbi tutmuştur.
“Âyet nâzil olup da Resûl-i Ekrem’in yüzüne bir beşaşet, bir sevinç gelince anam bana döndü, ‘Haydi kalk Resûl-i Ekrem’in yanına git.’ dedi. Ben, ‘Kimseye de gitmem. Ben Allah’a minnettarım. Zira benim iffetimi Allah anlattı.’ dedim.”
Âişe gidecekti ama bir kere gönlü kırılmıştı. İstemişti ki Resûl-i Ekrem hâdiseleri açsın. Söylenen bu dedikodulara kulağını tıkasın. Yani realiteyi inkâr etsin. Yani kol gezen fitneyi görmesin. Ama buna imkân yoktu. Hazreti Âişe iffetinden emin idi, Resûl-i Ekrem de emin idi.
Resûl-i Ekrem, sadece iffetine atılan çamur karşısında hassasiyet gösteriyordu. Hazreti Âişe hassasiyet gösteriyordu. Âişe’nin annesi hassasiyet gösteriyordu. Babası hassasiyet gösteriyordu. Çünkü evde iffet ruhu hâkimdi.
Siz, kızlarınıza ve oğullarınıza bu şuuru verdiğiniz zaman onlar da aynı hassasiyetle yaşayacaklar, kendilerine bir çamur atılmaması için adımlarını dikkatlice atacaklar, arkadaşlarını ona göre seçecekler, ona göre gidecek, ona göre geleceklerdir. Bizi ilgilendiren, meselenin ağırlığını teşkil eden nokta da işte burasıdır. Ahlâk şuurunun, iffet anlayışının, namus düşüncesinin evlerimize hâkim olması; aile fertlerinin, namustan, iffetten birer âbide hâline gelmesi, atılacak bir çamur karşısında ölümü cana minnet bilmeleridir. O zaman aileler kendi kendine düzelecek, ırzını namusunu korumuş insanların teşkil ettiği aileler hâline gelecektir. Böyle ailelerden müteşekkil bir millet de ırzını-namusunu koruyan bir millet hâline gelecektir.
Cenab-ı Vacibü’l-Vücud ve Tekaddes Hazretleri kaybettiğimiz şeref ve onuru bize iade buyururken kendi yolunda onu aramaya bizleri muvaffak kılsın. Kendi yolunda onu tahsile bizleri muvaffak kılsın.
Âmîn.
18 Şubat 1977, Merkez Camii, Bornova-İzmir
25 Buhârî, şehâdât 2, 15, meğâzi 36; Müslim, tevbe 56.