16. Huzurlu Aile ve Şuurlu Nesiller

وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْـفُسِكُمْ اَزْوَاجاً لِتَسْكُـنُوٓا اِلَيْهَا وَجَعَلَ بَـيْنَـكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةًۘ اِنَّ ف۪ى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَـتَـفَكَّرُونَ

“O’nun (varlık ve kudretinin) delillerinden birisi de: Kendileriyle huzur bulasınız diye size kendi içinizden eşler yaratması, birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmesidir. Elbette bunda, düşünen kimseler için ibretler vardır.” (Rûm Sûresi, 30/21)

Muhterem Müslümanlar!

Kur’ân-ı Kerim’in bu âyeti aileyi; eşlerin huzur bulacağı, sekineye ereceği, saadeti elde edeceği bir yuva, bir yurt olarak tavsif etmektedir.

Kadın, erkeğin himayesi altında huzura, sekineye kavuşacak; erkek de hayat arkadaşının yanı başında sükûn bulmuş ve itminan kazanmış olacaktır. Kur’ân’ın, bu ifadeler çerçevesinde anlattığı bir aileyi, kalbî itminanın, huzurun, saadetin hükümferma olduğu bir kurum olarak görüyoruz.

Dolayısıyla açların, çıplakların, susuzların, cahillerin ve aile içinde huzursuzluk çıkaranların bulunduğu bir aile yuvası, Kur’ân-ı Kerim’in ifade ettiği bu çerçevenin dışında kalır. Bu ifadeyle bize anlatılan aile, içinde ileride saadete, huzura, hayırlı nesillerin yetişmesine medar olabilecek bir aile şeklidir.

Hakeza meveddet, muhabbet, sevgi ve rahmetin hükümferma olduğu, daima üfül üfül estiği bir yuvanın içinde kalpsiz, hissiz, duygusuz kimselerin yetişmesine imkân ve ihtimal verilemez. Ektiğinizi biçeceksiniz. Nesillere ikram ettiğiniz beşaşeti onlardan göreceksiniz.

Yumuşak gönüllü, birbirini seven, muhabbet ve meveddetten yoksun bırakılmayan aile fertleri arasında yetişecek nesiller de aynı duygularla dolu olacaklardır.

Onlara duygu ve düşüncelerinizle verdiğiniz şeyi ileride alacaksınız. Aileye huzur getirip onları huzura kavuşturduğunuz gibi ileride huzura kavuşacağınıza katiyen inanacaksınız. Dünya ve âhirette yüzünüzü kendi ektiğiniz tohumlarla siz güldüreceksiniz.

Öyleyse ileride dünya hayatında gülmek, âhirette huzura ve saadete gark olmak istiyorsanız çocuklarınızı, dünyada da âhirette de size huzur getirecek, huzur verecek şekilde yetiştirme mevzuunda azimli olunuz, dişinizi sıkınız. Onların mükemmel yetişmesi için ortam ve şartları hazırlayıveriniz. Mükemmel yetişsinler, Allah’ı memnun etsinler, Resûlullah’ı hoşnut etsinler ve sizleri de mesrur etsinler.

Öte yandan bugün nesiller sahipsiz kaldıysa, bakımdan görümden uzak bulunuyorlarsa, ailenin içinde cehalet, anlayışsızlık hükümferma ise, fakr u zaruret içinde herkes bir taraftan kendi rızkını temine çalışıyorsa katiyen bileceksiniz ki bu durum ileride sizin başınıza bin gaile açacak, sizi huzursuz edecektir. Esasen öyle bir aileden dinî hayatımız adına bir yardım da umulamaz, bir fayda beklenemez. Böyle bir ailenin fertlerinin de zaten birbirine faydası olmayacaktır.

Bu konudaki Kur’ân’ın ifadelerine dikkat etmek gerekir. Allah (celle celâluhû) şöyle buyuruyor:

وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْـفُسِكُمْ اَزْوَاجاً لِتَسْكُـنُوٓا اِلَيْهَا

“Allah’ın varlığının ve kudretinin delillerinden bir tanesi de sizin nefislerinizden zevcelerinizi yaratmış olmasıdır.” Onlar da tıpkı sizin gibi insandırlar. Tıpkı sizin gibi duygularla donatılmış bulunmaktadırlar. “Ta gidesiniz onlarda sekineye eresiniz, itminana eresiniz, huzura kavuşasınız.”

Bakın ailenin teessüs etmesi hususunda hedef ve gaye olarak Allah neyi vaz’ ediyor: ‘li teskunû ileyhâ’ Yani ‘netice itibariyle sekineye ve itminana kavuşasınız.’ Şimdi sormak gerekir: İyice düşünülmeden, hesabı plânı yapılmadan, fakr u zaruret hesaba katılmadan yapılan bir izdivaçta huzur ve saadet düşünmeye imkân var mıdır?

İçinde açların, çıplakların bulunduğu bir evde huzur ve saadetin bulunmasına imkân var mıdır?

Dinî hayatın yaşanmadığı bir ailede huzur ve saadetin bulunmasına imkân var mıdır?

Cahillerin içinde hükümferma olduğu bir ailede huzur ve saadetin bulunmasına imkân ve ihtimal var mıdır?

Öyleyse hakiki itminan ve sekineyi temin edebilme ancak en baştan hesabıyla kitabıyla iyi plan yapmaya bağlıdır. Akideye dayalı bir araya gelmelere bağlıdır. Taksim-i mesai (iş bölümü) yapma meselesine dayalı bir araya gelmelere bağlıdır.

وَجَعَلَ بَـيْنَـكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً

Siz bu ortamı hazırladığınız zaman Allah, tevfik ve inayetiyle o evin içinde sizin aranızda bereket ve rahmet vaz’ edecek demektir. O zaman birbirinize karşı son derece şefkatli olur ve muhabbet beslersiniz.

İşte bir hanenin içinde bu duygu ve düşünceler hükümferma olduğu sürece onun içinden çıkan nesiller de öyle duygular ile dolu olacaklardır. Onlar da merhametli, onlar da sevgi dolu, onlar da şefkatli olacaklardır.

İşte ancak bu nesillerden anne-babaya vefa beklemek mümkün olduğu gibi vatana menfaat de beklenebilir. Aynı zamanda onların Allah ve Resûlü’nün yolunda olmaları da beklenebilir. Onun için yukarıda ifade ettiğim gibi evvela ortamı hazırlamak gerekir.

Verin ki alasınız…

Yapın ki elde edesiniz…

Ekin ki biçesiniz…

Burada hazırlayın ki orada neticesini göresiniz…

Bunu siz hazırlayacaksınız ve tevfik ve inayetiyle neticesini Allah size gösterecektir. Bir misalle meseleyi biraz daha açmış olalım:

Saadet Asrı’nın hemen akabinde bir sürü fitne baş gösteriverdi. İçtihada dayalı fitneler vardı. İslam’ı anlama mevzuunda, teferruatta farklı düşüncelerin bazen bir araya getirdiği bazen de birbirlerinden kopardığı kimseler vardı. Bunlar bir noktada karşı karşıya gelmişlerdi. Farklı düşünceler bazen bunları birbiriyle vuruşturur hâle getirmişti. İşte o zaman gönlü yüce olanlar, İslamî duygu ve düşünceyle dolu bulunanlar işe vaziyet edeceklerdi. Bunlardan biri de Abdullah b. Zübeyr’di. O, Resûl-i Ekrem’in bir yönüyle halazadesi, bir yönüyle de baldızının oğluydu. Dolayısıyla bu temiz, nezih aile içinde tam bir İslamî terbiye içinde yetişmişti. Annesi, babası, dini, diyaneti, Kur’ân’ıyla kendisinden bir vazife istendiği zaman bu vazifeyi en mükemmel şekilde yerine getirebilecek donanımda, mükemmellikteydi.

Emeviler’in hükümferma olduğu, Haccac’ın Mekke’ye zulmederek girdiği devirde Mekke-i Mükerreme’de din ve diyanet adına bayrak kaldıran Abdullah b. Zübeyr olmuştu. Hazreti Zübeyr ve Hazreti Esma’nın oğullarıydı. Uzun zaman Emeviler’e mukavemet etmiş, belki o gün için hortlayan Emevi zulmüne karşı durmuştu. Emeviler içinde belki ondan sonra eskiye nispeten zulüm azalmaya başlamış, medleri cezirler takip etmeye başlamıştı. Eğer hak cephesinde bu türlü çıkışlar ve mukavemetler olmasaydı, onlar işi tamamen serkeşliğe verecek ve akıllarına gelen her zulmü yapacaklardı. Böyle fedailerin kendilerini kurban etmesi neticesindedir ki, sel gibi akıp gelen bu zulüm bir süre sonra duruluvermişti.

Abdullah b. Zübeyr, Emevi zulmüne karşı uzun süre mukavemet etmiş ancak etrafındaki insanlar dağılınca tek başına karşı koyma imkânı kalmamıştı. Hele bir gün, mancınıklardan atılan taşlardan biri sırtına isabet etmiş, yara bere içinde sürüne sürüne anasının yanına gelmişti. Anası; belindeki kuşağını tereddüt etmeden ortadan ikiye bölüp onunla Resûl-i Ekrem’in dağarcığının ağzını bağlayan ve bu sebeple “Zâtu’n-nitâkayn” (iki kuşak sahibi) adıyla anılan, Hazreti Ebû Bekir’in büyük kızı Hazreti Esma’ydı.

Hazreti Esma, Hicret esnasında Resûl-i Ekrem ve Hazreti Ebû Bekir ile Medine arasında âdeta mekik dokumuştu. Onlara yiyecek içecek götürmüş, arkalarından takip etmiş, müşrikleri oyalamıştı. Birkaç erkeğin yapabileceğini tek başına yapmış büyük bir kadındı. Ebû Bekir’in kızının da böyle olması gerekirdi. Bu büyük kadının yetiştirdiği insanın da Abdullah b. Zübeyr gibi bir mert ve civanmert olması tabiî idi.

Yara bere içindeki bu aslan, anasının karşısına çıkıp da etrafındakilerin dağıldığını, yalnız kaldığını söyleyince o mübarek ana kaşlarını çatmış, onu azarlamış ve: “Utanmıyor musun, Kâbe’yi müdafaayı bırakıp da bir çocuk gibi karşıma geliyorsun!” demişti. Ardından sütünü ona haram edeceğini söylemişti. O da zaten bu duygu ve düşüncelerle doluydu. Âdeta hâl ve tavrıyla, “Ana, ben senin duygu ve düşüncelerini ölçmeye geldim. Damarlarında Ebû Bekir’den kan var mı? Onu anlamaya geldim. Ben ölüme gidiyorum ama dayanacak mısın?” diyordu.

Ve Abdullah b. Zübeyr gitmiş, şehit olana kadar savaşmıştı. Mübarek cesedini bir darağacına astılar. Anası Hazreti Esma her gün girip çıkarken darağacında sallanan oğlunu görüyor, artık ne zaman gömecekler oğlumu, diyordu. Haccac, kendisini çağırdığında tenezzül edip ayağına gitmemiş, “Sen onun dünyasını berbat ettin ama o da senin âhiretini berbat etti. O, dünyayı kaybetti ancak sen âhiretini kaybettin.” demişti.

İslam’ın değerlerini müdafaa için seve seve ruhunu feda eden oğlunu şehit olarak Allah’a vermişti. Bu yaşlı ana, dişleri dökülmüş ana, ayağının takati kalmamış ana, dişini sıkmış ve mukavemet etmişti. Bir tohum atmıştı evladını yetiştirme döneminde. Evladına bir şeyler vermişti. Evladı da kendisinden vazife istendiği zaman o vazifeyi rahatlıkla yapıvermişti.

İşte asıl mesele budur.

Yine hadis kitaplarında şu vakayı görüyoruz:

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), geçmiş devirlerde yaşamış üç kahramandan söz ederken bunlardan birinin, ana babasına itaat eden kimse olduğundan bahseder. İçinde mahsur kaldıkları mağaradan dışarıya çıkmak için Allah’ın yardımını bekleyen bu üç kişi, sırasıyla yaptıkları iyi bir işi vesile kılarak Allah’a tazarru ve niyazda bulunurlar. Bunlardan birisi, Resûl-i Ekrem’in ifadeleri içinde şöyle der: “Ya Rabbi! Benim anne babam vardı. Ben her gün çalışmaya gider, akşam eve döndüğümde de onlara süt getirirdim. Bir gün eve döndüğümde onları uyumuş buldum. Süt elimde, sabaha kadar karşılarında bekleyiverdim. Onlar uyuyorlardı. Çocuklarım ‘Açız!’ diye ayaklarımın dibinde dolaşıp duruyorlardı ama ben âdetimi bozmamak, evlatlarımı anne babama tercih etmemek için önce çocuklarımın karnını doyurmadım. Onları uyandırmak da içimden gelmedi. Sabah oldu, gözlerini açtılar ve sütlerini verdim. Allah’ım bunu sadece senin için yaptım. Eğer öyleyse şu kaya gidiversin de mağaradan kurtulalım.” Ve bu duanın arkasından kayanın kaydığını ifade eder Allah Resûlü.26

Anne ve baba bu duygu ve düşünceyi aşılamışsa çocuk perdedâr gibi sabaha kadar hürmetle onların karşısında bekleyecektir…

Onun önünde koşacaktır…

Gölgesine ayağını basmayacaktır…

İhtiram duygusundan bir an dûr olmayacaktır…

Öyleyse size ihtiram edecek, dinine saygılı olacak, mabedini mukaddes bilecek, milletine hürmet edecek, onun ikbali için koşturup duracak bir neslin yetişmesini arzu ediyorsanız, bütün himmetinizle çocuklarınızın üzerine eğilin. Sokak sokak, mahfil mahfil onları takip edin. Üniversitelerde arkalarından gidin. Adım adım onları takip edin. Şirazeden çıkmışlarsa şayet ellerinden tutuverin. Tutuverin ki dinsiz olmasınlar, imansız olmasınlar, vatansız ve mukaddesatsız olmasınlar…

İşte bu kadar takip edin… Yoksa sizi de ağlatacak… Anasını da ağlatacak… Vatanı da ağlatacak… Milleti de ağlatacaklar. Burada çektiğiniz yetmiyormuş gibi Cenab-ı Hak, mahkeme-i kübrada, nezd-i ulûhiyetinde, gözünüzün önünde onlara azap etmekle orada da sizi ağlatacak ve burada yaptığınız ihmalin cezasını ağır ağır size zehir gibi yudumlatacaktır.

Terbiye çok kolay hâsıl olacak bir şey değildir. Uzun zaman isteyen, takip isteyen, kesinti istemeyen bir husustur. Arada meydana gelecek bir gevşeklik, bütün planlarınızı alt üst edecektir.

Evladınızı dünyaya geldiği andan itibaren kemal-i hassasiyet ve titizlikle takip edecek, bir an kusur etmeden, gözünüzü kırpmadan koruyup gözetecek, üzerine titreyeceksiniz tâ yabancı rüzgârlar onun zülüflerini bozmasın. Gözüne ağyarın bakışları girmesin. İçi mâlâyani şeylerle dolup taşmasın. Allah sevgisiyle dolu olsun.

İşte bunun için hassasiyet göstereceksiniz tâ ki dünyada da ukbada da sizi sevindirecek semereyi alasınız.

Âmîn.

4 Mart 1977, Merkez Camii, Bornova-İzmir


26 Buhârî, büyû 98, hars 13, icâre 12, enbiyâ 53, edeb 5; Müslim, zikir 100.

-+=
Scroll to Top