18. Tevazu ve Mahviyet
وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحاًۚ اِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْاَرْضَ وَلَنْ تَـبْلُغَ الْجِبَالَ طُولاً
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de dağların boyuna erişebilirsin.” (İsrâ Sûresi, 17/37)
Muhterem Müslümanlar!
Kur’ân, bize insan olmanın yollarını gösteriyor.
Kur’ân, bize insanlar arasında insanca münasebetleri öğretiyor.
Kur’ân, insanı yükselten ve yücelten yollara işaretlerde bulunuyor, ilahî ahlâkla ahlâklanmanın yolunu açıyor, nurlu beyanıyla ve Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) pratiğiyle bize Cennet’e giden yolları gösteriyor.
Kur’ân’ın talim ve tebliğ buyurduğu, insanı faziletli hâle getiren, onu yükselten, melekler seviyesine çıkaran ahlâk sayesindedir ki o, insanlık tahtına oturacak, dünyada ve âhirette aziz olma hakkını kazanacaktır.
Sadece bir tek noktayı dikkatlerinize arz edeceğim: İnsanı insan bilme, insan manasına karşı saygılı olma, çalım satmama, kibirlenmeme, gururlanmama, başkalarına karşı kendini büyük görmeme, mütevazı, yüzü yerde olma ve bu sayede yükselme imkânını bulma en mühim husustur. Bu minvalde Efendimiz’e isnat edilen bir söz vardır:
مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ
“Kim yüzünü yerlere kadar indirirse, kim nefsi itibariyle kendisini hor ve hakir görürse Allah onu yücelttikçe yüceltir. Kim de burnunun dikine gider, böbürlenirse, kendini yüce yerlerde görürse, âlemi kendinden küçük görürse Allah onu alçalttıkça alçaltır.”29 Yerin dibine batırır, Kârun gibi eder.
Yine Muhbir-i Sâdık, En Doğru Sözlü ferman ediyor:
بَيْنَمَا رَجُلٌ يَمْشِي فِي حُلَّةٍ تُعْجِبُهُ نَفْسُهُ، مُرَجِّلٌ رَأْسَهُ، يَخْتَالُ فِي مِشْيَتِهِ، إِذْ خَسَفَ اللهُ بِهِ
“İçinde caka sattığı elbisesiyle, saçları güzelce taranmış, mütekebbirane (kibirli bir şekilde) gezen bir insan vardı ki bir aralık kendini beğendi. Bir aralık kendini büyük gördü. Allah da onu yerin dibine batırıverdi. İkbalini idbare (yükselişini düşüşe) çevirdi.”30
Zafer bulmanın doruğundayken kendini aziz gören insan…
Devletlerin yıkıldığı gibi milletler de öyle yıkılır, milletlerin yıkıldığı gibi fertler de öyle yıkılır. Anlatılmak istenen şey de budur. Bu sembol içinde anlatılmak istenen şeyi kavramak önemlidir. Fert çalım satar durursa Allah onun ikbalini idbara çevirir. Dümenini alt üst eder, onun bütün düzenini bozar. Aynı durum devletler için de geçerlidir.
Devletler, hâkim olduk, muvaffak olduk derlerse, zaferin doruğundayken güç sarhoşu olur ve bundan dolayı rehavete girerlerse, tevazuu geri plana atarlarsa, insanları kendilerine kul köle ederlerse, Kanuni Süleyman devrini yaşasalar dahi, Allah onları baş aşağı getirir, ikballerini idbara çevirir.
İnsan, tevazuu nispetinde yükselir, yüzünü yere indirdiği nispette aziz olur.
Allah’ın vahyi, yüzü yerde, başı secdede yüce bir kâmete gelmiştir.
Ve o vahyi, devlet hâlinde tatbik sahasına koyan ve devletleri yutabilecek büyük vakumu meydana getiren yine mütevazi kametler, yüzü yerde olan kametlerdir.
İslam âleminin içinde sürekli kanayan bir yara olan Beyt-i Makdis de işte böyle yüzü yerde insanlar tarafından fethedilmişti.
Yıllardan beri boynu bükük, Resûl-i Ekrem’in Miraç merdiveni Beyt-i Makdis…
لَا تُشَدُّ الرِّحَالُ إلَّا إِلَى ثَلَاثَةِ مَسَاجِدَ، اَلْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَسْجِدِي هَذَا وَالْمَسْجِدِ الْأَقْصَى
“(İbadet için) sadece şu üç mescide yolculuk yapılır: Mescid-i Haram, bu benim mescidim (Mescid-i Nebevî) ve Mescid-i Aksa…”31 sözüyle anlatılan üç kardeşten üçüncüsü: Beyt-i Makdis.
Boynu bükük Beyt-i Makdis. Cemaatsizlikten inleyen Beyt-i Makdis… Beyt-i Makdis’i elimizden kaçırdığımıza üzülüyoruz. Fakat sanki şu anda onun onuruna ve gururuna riayet eden varmış da sanki Seyyidina Hazreti Ömer devrinde Müslümanların eline geçtiği durumu koruyormuş da Beyt-i Makdis’i şimdi elden kaçırıyormuşuz.
Üzülüyorum… Beyt-i Makdis çoktan işgal edildi. Beyt-i Makdis cemaatsizlikten dolayı küstü gitti. Beyt-i Makdis kendisine sahip çıkan gönül bulamadığı için elimizden kayıp gitti.
Beyt-i Makdis bir mütevazinin eliyle Müslümanların eline geçmişti. İslam orduları sağda solda her gün bir fetih destanı yazıyordu. Seyyidina Hazreti Ömer, medeniyetin beşiği, Efendimiz’in köyü, bir bakıma Efendimiz’in beslendiği yer olan medeniyet Medine’sinde her gün etraftan gelen bu fetih destanlarını dinliyordu. Günün birinde Beyt-i Makdis’in fethedildiği haberi geldi. Fakat rahipler Beyt-i Makdis’in anahtarlarını fatihlere vermek istemiyorlardı.
“Biz kitaplarımızda gördük, anahtarları vereceğimiz zatın evsafını biliyoruz. Biz o zatı görmeden, vallahi, Beyt-i Makdis’in, Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını kimseye veremeyiz.” diyorlardı.
Bunun üzerine Seyyidina Hazreti Ömer bir deve kiralamış, yola çıkmıştı.
Devrin halifesi, kiraladığı bu deveye yanındaki hizmetçisiyle dönüşümlü olarak bine bine Şam’a kadar azm-i râh ediyor. Ömer İslam’ı öyle iyi anlamıştı ki, Ömer’in yüzü o kadar yerde idi ki, Romalılar gibi saltanata müptela, debdebe ve alâyiş içinde yaşayan insanların elinden anahtarları almak için giden Hazreti Ömer, hizmetçisiyle dönüşümlü olarak bir deveye biniyordu. Mescid-i Aksa’ya yaklaşırken büyük kumandanlar; ayağının tozu, kumandanların başındaki taçlara sorguç olacak büyük kumandanlar, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Amr b. Âs gibi büyük kumandanlar Hazreti Ömer’i karşılıyorlardı.
Koca Ömer kâh paçalarını sıvıyor, devenin zimanından tutuyor, hizmetçisini bindiriyor, kâh kendisi biniyor ve Mescid-i Aksa’ya doğru adım adım yaklaşıyorlardı. Kumandanlardan biri cesaret edip merakla şöyle diyordu: “Ey Allah’ın peygamberinin halifesi! Romalılar debdebe ve alayişe müpteladırlar. Şehre girerken deveye sen binsen de devenin üzerinde seni, zimamında da köleyi görseler.” Ömer’in canı, bu teklife çok sıkıldı ve şöyle cevap verdi:
نَحْنُ قَوْمٌ أَعَزَّنَا اللهُ بِالْإسْلَامِ فَإِنْ اِبْتَغَيْنَا الْعِزَّةَ بِغَيْرِهِ أَذَلَّنَا اللهُ
“Allah bizi İslam diniyle aziz kıldı, bunun dışında bize gelecek izzete kapımız kapalıdır.”
Bunun üzerine kumandanlar, içlerinden şöyle geçiriyorlardı: “İnşallah Mescid-i Aksa’ya yaklaşınca deveye binme sırası Ömer’e gelir.” Ne var ki tam Mescid-i Aksa’ya yaklaştıkları sırada Ömer deveden indi ve hizmetçisi bindi. Bir tarafta bu tablo yaşanırken diğer tarafta binbir heyecan içinde elinde anahtarları tutan mescidin görevlileri vardı. Boyunlarında istavrozlarıyla, saçlarını, sakallarını manastırda bembeyaz etmiş ruhanîler Ömer’i beklemekteydi. Ellerindeki kitapları didik didik etmiş rahipler vardı.
Uzaktan Hazreti Ömer’in, hizmetçisinin bindiği deveyi çeke çeke yürüyüşünü ve üzerindeki on dört yerinden yamalı elbiseyi görünce dediler ki: “Kitaplarımızda biz bunu böyle gördük. Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını alacak kişinin hizmetçisi bineğin üzerinde olacak ve kendisi de onu yedecek. Sırtındaki elbisenin on dört yaması bulunacak. Kitaplarımızda biz bunu böyle gördük.” Ve anahtarları Hazreti Ömer’e teslim ettiler.
Neden tehâlük gösteriyorsunuz? Neden heyecanlanıyorsunuz? Mescid-i Aksa Ömersiz fethedilmez! Ne zannediyorsunuz? Allah orayı Ömer’e fethettirdi. Onun anahtarlarını, Mescid-i Aksa’ya kadar devesine hizmetçisiyle birlikte dönüşümlü olarak binen Ömer’e teslim ettirdi. Sırtına on dört yerden yamalı hırka giyen Ömer’e teslim ettirdi. Ömersiz Mescid-i Aksa’ya gidecekseniz boşuna yorulmayın. Onu bir kere daha fethedecekse Ömer fethedecektir.
Selahaddin Eyyubî… Tıpkı Hazreti Ömer gibi, Mescid-i Aksa’nın boynundaki esaret zincirlerini bir kere daha kıran büyük sultan: Selahaddin Eyyubî. Onun devrinde Mescid-i Aksa’nın boynuna yeniden bir kölelik, esaret halkası daha takılmıştı. Efendimiz’in Miraç basamağı yeniden kayıp gitmişti. Oysaki orası ne kadar da kutsi idi. Efendimiz orada miraca yükselmiş, enbiyanın ervahına namaz kıldırmış, orada Hazreti Davud’un, Hazreti Süleyman’ın ruhunu görmüştü. Kendi beyanı içinde, “Ben Musa’yı şurada namaz kılarken gördüm.” buyurmuştu. Nebilerin uğradığı bu yere O da uğramıştı. İşte o mübarek mescide bir esaret halkası daha takılmıştı.
Selahaddin Eyyubî’nin, hayatı boyunca bırakın öyle köşkleri, villaları, sarayları, basit bir evi bile olmamıştı. O, devrinde “büyük sultan” diye tanınıyordu. Fakat bütün hükümdarlar o büyük sultanı ancak çadırında buluyor ve orada ziyaret edebiliyorlardı. Zaten büyüklüğü de bu tevazuundan kaynaklanıyordu. Bir gün birisi, kendisine bir ev yaptırmasını tavsiye edince Mescid-i Aksa’nın esaret altında olduğunu kastederek ona şöyle cevap verdi: “Allah’ın evi esaret altındayken ben nasıl kendime ev yaptırırım!”
Mescid-i Aksa özgürlüğüne kavuşana kadar Selahaddin Eyyubî’nin yüzü gülmedi. Asık bir çehre ile mescide girer, yine asık bir çehreyle mescitten çıkardı. İmam bir gün kürsüye çıkmış, dolaylı olarak Selahaddin’e nasihatte bulunuyordu. İnsan güler yüzlü olmalı, etrafına ümit saçmalı, diyordu. Selahaddin, namazdan sonra imamın yanına sokuldu ve şöyle dedi: “Hocam, bana öyle geldi ki sen bu nasihatinle beni kastettin. Allah aşkına söyle, Mescid-i Aksa’nın üzerindeki şu kâbus devam ettiği müddetçe sen benim gülmemi nasıl istersin!”
Mescid-i Aksa’yı yeniden işte bu Selahaddin hürriyetine kavuşturdu. Boynundaki esaret halkasını o çıkardı. Onu, ziyafet sofralarında zevk edenler, yumuşak döşeklerinde yatanlar değil hayatını çadırda geçirenler, Hazreti Davud’un mescidi işgal edildiği için kendisine ev yaptırmayı haram sayanlar esaretten kurtardı!
Mescid-i Aksa elden gitti diye beyhude yorulmayın ve boşuna üzülmeyin. Siz, bir tek şeye, cemaat olamayışımıza üzülün. Mescid-i Aksa’ya cemaat olamayışımıza üzülün. Onun elden gitmesine sebep olan ruh sefaletimize üzülün. Ruh perişaniyetimize üzülün. Bu mevzuda yapılacak tek şey, Ömer olmaya, Selahaddin olmaya çalışmaktır.
Fetehahâ Omar ve harrarahâ Salahüddin.
Biri fethetti; diğeri hürriyetine kavuşturdu. Boynunda tasması ve o muhteşem kubbesi üzerinde koskoca bir istifham:
“Fe men lehâ el-ân” (Ona şimdi kim sahip çıkacak?) sualine cevap bekliyor.
Sahabe ruhunda bir nesil, Selahaddin Eyyubî ruhunda bir nesil, yaşama zevkini unutmuş yaşatma zevkiyle dopdolu bir nesil, dünyayı bir misafirhane, bir uğrak, bir konaklama yeri sayan bir nesil, dünyadan sadece yaşayacak kadar istifade etmeyi düşünen bir nesil, gelecek nesiller için onu ümranlarla donatmaya azmetmiş bir nesil ancak ona sahip çıkacaktır. Bu neslin şafağını bize gösteren Rabbim, tamamına erdirmek suretiyle, canı dudağına gelmiş bizlere ümit ihsan eylesin. Bükülmüş belimizi düzeltmeye muvaffak kılsın.
Aziz Müslüman!
Yeryüzünde en büyük işleri, Allah’a boyun eğmiş kimseler yapacaktır… Tevazu kanatlarını yerlere kadar indirenler yapacaktır… Ömerler, Selahaddin Eyyubîler yapacaktır…
Meseleler, imanın ve aşkın burcu burcu tüttüğü yerlerde, heyecanın bir kazan halinde kaynadığı yerlerde ve insanın bir heyecan ve aşk hâline geldiği yerlerde –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– halledilecektir.
Rabbim, gösterdiği şeylerle göstereceği şeylerin vaadini bize yapmış gibidir. Bize ihsanlarını ikmal ve itmam eylesin. Her şeyden evvel bizi hürriyetimize kavuştursun. Nefsimizin esaretinden bizi hürriyete kavuştursun. Şehvetimizin esaretinden bizi hürriyete kavuştursun. Yeme içmenin esaretinden bizi hürriyete kavuştursun. Makama, mansıba kul ve köle olmanın esaretinden bizi hürriyete kavuştursun. Şöhretin esaretinden bizi hürriyete kavuştursun. Başka şeyler bunun peşinden gelecektir. Sahibini görünce, Ömer’e doğru koşa koşa gittiği gibi, Selahaddin’in ayaklarının önüne yuvarlandığı gibi ayağımızın dibine kadar kendi kendine gelecektir. Rabbim yâr ve yardımcımız olsun. Yeryüzünde vakar ve ciddiyetin temsilcisi olan, vakarlı ve ciddiyetli, kibirden ve gururdan uzak cemaat olma hâliyle bizleri serfirâz eylesin.
Âmîn.
29 Ağustos 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir
29 İbn Mâce, zühd 16; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/76.
30 Buhârî, libâs 5; Müslim, libâs 40-50.
31 Buhârî, fezâilü’s-salât 6, hac 26, savm 67; Müslim, hac 288.