19. Rıfk ve Müsamaha

يَآ اَيُّهَا النَّبِىُّ اِنَّآ اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراًۙ ۝ وَدَاعِياً اِلَى اللهِ بِاِذْنِه۪ وَسِرَاجاً مُن۪يراً

“Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb Sûresi, 33/45-46)

Muhterem Müslümanlar!

Mümin, imanıyla, ibadetiyle başkalarından ayrıldığı gibi davranışlarındaki ağırlık, vakar ve ciddiyetle de ayrılır.

Müminin, nev’i şahsına mahsus bir havası, hüviyeti vardır. Müminin, kendine has keyfiyeti, orijinal duruşu her yerde kendini belli eder. Zira onun hayata bakışı farklıdır. Düşüncede başka, tasavvurda başka, davranışta başka, amelinde başkadır o… Bütün bu başkalıklarıyla onun, insanlardan başka bir hayatı, başka bir dünyası vardır. Ve asıl mesele de işte bu hüviyette, insanların içinde örnek olarak bulunmaktır. Fahr-i Kâinat Efendimiz bize bunu ders verir.

Sahabeden başlayarak günümüze kadar asırlar boyunca bütün büyükler bu meseleye sağlamlık kazandırmak, bu meseleyi değişmez hakikat hâline getirmek, insanların gönüllerinde, kalplerinde köklendirip sarsılmaz kılmak için lazım gelen her şeyi yaptılar.

Önemli olan husus, müminin, kendine has hüviyetiyle görünebilmesi meselesi; yani ehl-i dalalet davranışları değil, mümince tavır sergileyebilmesidir. İnsanlar arasındaki münasebetlerinde onun bu yönünü ele almaya çalışacağız.

Mümin, insanlarla olan münasebetlerinde de ciddi bir farklılık gösterir. Onun, üstün ve semavî bir anlayışı vardır. O anlayış ancak melekler arasında geçerlidir. Onu biz ilk defa imamımız ve rehberimiz Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğrendik. Ardından bugüne kadar gelmiş binlerce müceddit ve müçtehidin içtihatlarıyla ve düşünceleriyle mesele öyle bir sağlamlık kazandı ki onun aksini düşünmek, kalbimizde aksine yer vermek bundan sonra bizim için mümkün olmayacaktır.

İnsanlarla münasebetlerimizi iyi tutacağız. Kalbimizde kinlere, nefretlere yer vermeyeceğiz. Kinin ve nefretin aksi rıfktır, hilmdir, yumuşak olmaktır. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyururlar ki:

اِذَا اَحَبَّ اللهُ اَهْلَ بَيْتٍ اَدْخَلَ عَلَيْهِمُ الرِّفْقَ

“Allah (celle celâluhu) bir aileyi, bir topluluğu sevmeyi murat etti mi onların arasına rıfk koyar, şefkat koyar, mülayemet koyar, insanlık koyar, anlayış koyar ve rahatlık vaz’ eder.”32 Ve o topluluk, o aile rahat yaşar.

Âişe-i Sıddîka (radıyallahu anhâ) öfkelendiği bir zamanda Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

يَا عَائِشَةُ عَلَيْكِ بِالرِّفْقِ فَاِنَّهَا لَا يَدْخُلُ فِي شَيْئٍ اِلَّا زَانَهُ ولَا يُنْزَعُ مِنْ شَيْئٍ اِلَّا شَانَهُ

“Ya Âişe! Sen rıfktan ayrılmamalısın. Rıfk öyle bir şeydir ki neyin içine girse onu süsler, ziynetlendirir. Bir şey ki rıfktan mahrumdur o, her şeyden mahrumdur, çirkinliğe maruz kalmıştır.”33

Rıfk, Resûl-i Ekrem’in sıfatıdır; kin ise şeytanın. Rabbimiz refiktir. Hazreti Muhammed de refiktir. Seyyidina Hazreti Mesih de refikti. Gazap şeytanın sıfatıdır. Kindarlık da şeytanın sıfatıdır. İnsan, sevdiği, sıfatlarını üzerinde taşıdığı kimselerle beraber olacaktır. Kin ve nefretle yıkılmış bir gönle sahip olmaktan Allah bizi muhafaza buyursun.

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), binlerce dağidar edici, yıkıcı hâdiseden sonra hicret-i seniyyenin sekizinci senesi Mekke-i Mükerreme istikametinde azm-i râh ediyordu. Allah, Hudeybiye Musalahası’nın peşi sıra Fetih Sûresi’ni inzal buyurdu. Mekke fethi kendisine müyesser kılmıştı. Resûl-i Ekrem sevinç içindeydi. Ordu da sevinç içindeydi. Mekke’nin yakınlarına gelinceye kadar kimsenin Mekke’ye gidileceğinden; Mekkelilerin de gelecek ordudan haberi yoktu.

Belki Mekke de sevinç içindeydi. Aradan yıllar geçmişti. Bir zamanlar içinde barındırdığı ve ayrılmak zorunda kaldığı peygamberine kavuşacaktı. Hazreti İbrahim’den sonra ona ait bütün âdetlerin köhneleşmesi, fersûdeleşmesi, ilahî bütün şeâirin altının üstüne gelmesi karşısında yerin göbeği Mekke mahzun idi.

Kâbe, kendisine Ebû Kubeys tepesine yakın bir hanede Muhammed isminde bir çocuğun dünyaya geldiği müjdesi ulaştırıldığı anda âdeta siyah örtüsü altında cennetlere pervaz ediyor gibi bir hâl kazanmıştı. Fakat aradan kırk sene geçmiş, henüz Peygamberin vazife yaptığına şahit olamamıştı. Peygamber, vazifeyle yanı başında dikilip Kâbe’nin manasını haykırdığı an, “Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Resûlullah. el-Ka’betü Beytullah” hakikatine karşı haince ve kin içinde karşı koymalar olmuştu. Kin ve nefret topluluğu olan şeytan ve avaneleri, rıfk ve şefkat insanı Hazreti Muhammed’e karşı çıkmıştı.

Resûlullah, tam on üç sene Mekke ve civarında tebliğde bulunmuştu. Ne var ki Mekke’nin boynuna beklediği gerdanlığı takamamıştı. İçindeki putları kıramamıştı. Orayı pisliklerden temizleme imkânı bulamamıştı. Yeryüzünün en azizi, yerin göbeğini terk edip giderken Kâbe bir kere daha siyah örtülere bürünmüştü. Sekiz sene daha dişini sıkmış, O’nun geri dönmesini intizar etmişti. Kendisine bir konaklık mesafede, Resûlullah’ın fetih ordusunun ateşlerinin yandığı haber verilince Kâbe yeniden kanatlanıp uçmaya başlamıştı. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), yine bağrında olacaktı. Elinde kılıç ama şefkatin, re’fetin peygamberi, yarın bağrında olacaktı Beytullah’ın ve oldu da.

O güne kadar binlerce kötülük yapmış, her vadide Resûllullah’ın karşısına çıkmış, akla hayale gelmedik şeyleri onun için tuzak olarak kurmuş, akla hayale gelmedik komplolar hazırlamış ve Resûl-i Ekrem Mekke’ye gireceği âna kadar da kötülükten vazgeçmemiş bir cemaat vardı Mekke’de. Resûl-i Ekrem onların omuzlarının üzerine basa basa Beytullah’ın yanına kadar gitti. Mekke inliyordu.

لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ وَحْدَهُ، صَدَقَ وَعْدَهُ، وَنَصَرَ عَبْدَهُ، وَأَعَزَّ جُنْدَهُ، وَهَزَمَ الْأَحْزَابَ وَحْدَهُ

diyordu. Sahabe coşmuş, âdeta bir bayram havası yaşıyordu.

“Allah’tan başka mabûd-ı mutlak yoktur. Onun eşi, ortağı yoktur, putlar ona eş ve ortak olamaz ve Kâbe’yi dolduramazlar. Allah, peygamberine vaat ettiği şeyi yerine getirdi. Allah, kulu Hazreti Muhammed’e yardım etti. Ordusunu kuvvetli kıldı. Kâfir ordusunu Allah tek başına hezimete uğrattı.”

Kulluktaki şu derinliğe bakın. Kâbe fethediliyor, “Hazreti Muhammed fethetti.” denmiyor. Allah Kâbe’yi fethetti. Kuluna verdiği sözü doğru çıkardı. Allah kuluna nusret verdi. Resûlullah, kendisinden ‘kul’ olarak bahsediyor. Zira O’nun en yüce payesi kulluktu. “Ben kulum” diyordu. Sultanlara taç giydireceği yerde kulluğunu anıyor, kulluğuyla görünüyordu. Zira büyüklerde büyüklüğün alâmeti tevazudur; küçüklerde küçüklüğün alâmeti büyük görünmektir. Kim aşağı bir mahlûk ise o büyük görünmeye çalışacaktır. Kim de yüce ise başı bulutlara kadar ulaşıyorsa o da küçük görünmeye çalışacaktır.

Büyük kadın Âişe-i Sıddîka diyor ki: “Resûl-i Ekrem Mekke’ye girerken bir devenin sırtındaydı. Öylesine hicap içinde, o kadar iki büklümdü ki alnı neredeyse hayvanın sırtındaki eyerin kaşına değecekti.”34

Evet, O Mekke’ye hicap içinde giriyordu. O, tavır ve davranışlarıyla, “Rabbim! Senin beytinin bulunduğu yere gururla girmekten yine Sana sığınırım.” diyordu.

نَصَرَ عَبْدَهُ، وَأَعَزَّ جُنْدَهُ، وَهَزَمَ الْأَحْزَابَ وَحْدَهُ

Allah, ‘kul’una yardım etti, ordusunu kuvvetli kıldı ve bütün küfür ordularını O tek başına mağlup etti; hepsini hezimete uğrattı. “Hazreti Muhammed değil, orduları Allah hezimete uğrattı!” Mekke bu sözlerle inim inim inliyor; putlar baş aşağı devrilirken her sahabi bunu söylüyordu. Beytullah’ın her köşesinden bu ses yükseliyordu. Hazreti Ali bu sesle mest ve sermestti… Ömer, maşukuna kavuşmuş olmanın heyecanı içinde bu sesle mest ve sermest idi.

Hazreti Bilal ve Enes gibi sahabiler anlatıyor:

“Sonra Resûl-i Ekrem Beytullah’ın içine girdi. Resûlullah’ın yanında ancak iki kişi vardı. Orada iki rekât namaz kıldı. Beytullah’a âdeta ‘Ben geldim.’ diyor, o da O’na hoşâmedî ediyor, hoşgeldin diyordu.”

Sonra o dolu insan, zengin insan, içi rahat insan, kine gönlünde yer vermeyen insan, re’fetin ve rıfkın insanı, ellerini kapının sövelerine koymuş, müşriklere şöyle sesleniyordu:

مَا تَقُولُونَ ومَا تَظُنُّونَ؟

“Ne diyorsunuz ve benden ne bekliyorsunuz.?”

Müşriklerin hepsi, daha önce Hazreti Ali’den şöyle demeleri gerektiğini öğrenmişlerdi:

اَخٌ كَرِيمٌ وابْنُ عَمٍّ كَرِيمٍ

“Sen kerim bir kardeş, kerim bir amcaoğlusun.”

Sen son derece şerefli bir insansın. Senin bu şerefine karşı bizler uygunsuz şeyler yaptık. Ama sultana sultanlık, nitekim gedaya da gedalık yaraşır, diyorlardı.

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem):

اِذْهَبُوا اَنْتُمُ الطُّلَقَاءُ

“Gidiniz, hepiniz serbestsiniz.” buyuruyordu.

لَا تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ

“Bugün benden tevbih yoktur. Kimseyi kınama yoktur. Günahını yüzüne vurma yoktur. Eleştirme, didiştirme yoktur!”

Bu ne müthiş bir af ilanıydı. Bu ne müthiş bir şefkatti. Bu nasıl bir rıfk idi. Bu şefkat ve re’fet atmosferi genişledikçe bu atmosferin içine giren herkes bundan müteessir oluyor ve huzur-u Risalet-penâhîye koşuyordu.

Mekke fethedileceği âna kadar kılıcını elinden bırakmayan İkrime gibi kimseler dahi bu sese koşuyor, bu şefkatli kucağa kendisini atıyor, “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah” diyordu.

İkrime, tâ Yemen’e kaçmıştı. Allah Resûlü’nün ordusu Mekke’ye girerken bile mukavemet göstermiş, birkaç kişinin ölümüne sebebiyet vermişti. Ebû Cehil’in oğlu, kaçmadan önce son cinayetlerini de işlemiş, öyle gitmişti.

Bin bir tehlikeyi göze alan, kalbi imanla dolu hanımı, yaya olarak Yemen’e kadar gitmiş, kocasını ikna etmişti. “Gel şu merhamet ve af kaynağına dehalet et, gel Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) dehalet et. Gel şu raûf u rahîme sen de kovanı bir daldırıver.” demişti.

Bundan sonraki kısmı İkrime şöyle anlatıyordu:

“Eşim Ümmü Hakîm beni ikna etti, huzur-ı Risalet-penâhîye geldim ama o dakikaya kadar O’na karşı yaptığım şeyler sadece kötülükten ibaretti. Başımı kaldırıp da Resûlullah’ın yüzüne bakamadım. Hanımıma işaret ederek: “Ya Resûlallah, Senin kereminden bahsederek bu hanım geldi dedi ki beni de affetmişsin. Yani benim gibisi de affedilir mi?” dedim.

Allah Resûlü: “Evet, La ilahe illallah Muhammedun Resûlullah’ diyen herkes affedilmiştir.” diye cevap verdi.” İkrime, o dakikadan sonra başka bir İkrime olmuştu.

Bu müsamaha ahlâkının tesiriyle bu atmosferin içine giren, onda eriyen, Muhammedî bir hüviyet kazanan yüzlerce, binlerce insan vardı. Bunlar öylesine samimiyetle bu davaya giriyorlardı ki, daha Fahr-i Kâinat Efendimiz’in vefatının üzerinden iki üç sene geçmemişti ki İkrime, Yermuk’ta, uğrunda öleceği sancağın altında savaşırken Yemame’de de aynı kahramanlığı gösteriyordu. O büyük soyluya yaraşır bir eda ile Bedir ve Uhud ashâbına seslenmiş, “Resûlullah’ın bayrağını düşürmeyelim.” demişti. Resûl-i Ekrem’in bayrağı yere düşmemişti, ancak İkrime’nin kolu kanadı kırılmıştı. Onu tanınmaz bir hâlde bulmuşlardı ama “Muhammedun Resûlullah” hakikati yere düşmemişti.

İşte Resûl-i Ekrem’in rıfk u re’feti, şefkat ve insaniyeti, böylesine buzdan dağları dahi eritiyor, onlara kendi sinesinde yer veriyordu.

Son olarak kin ve nefret konusuna gelince;

Kin ve nefret, ancak şeytanın yaptığını yapıyor.

O, insanlarda katılık meydana getiriyor.

O, insanları kaçırıyor.

O, insanların küfür ve küfranına, dalalet ve tuğyanına sebebiyet veriyor.

Muhammedî bir cemaate tekrar sesleniyorum:

Siz, insanlığın gönlüne ancak rıfk u re’fetinizle gireceksiniz. Müsamahanızla katı insanları yumuşatacaksınız. Buzdan dağlar sizin şefkatiniz, insanlığınız karşısında eriyecek. Kinden uzaklaştığınız nispette Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yaklaşmış olacaksınız.

Allah’ın yardımı ve nusreti sizinle beraber olsun. Rabbim insanımızı ve insanlığı rıfk u re’fet içinde payidâr eylesin. Kini ve nifakı kalbimizden silsin atsın.

Âmîn.

1 Ağustos 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir


32 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/71; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/253, 6/139.

33 Müslim, birr 78; Ebû Dâvûd, cihad 1, edeb 11.

34 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/63; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 6/120

-+=
Scroll to Top