2. Hayra İştiyak
وَمَنْ يُهَاجِرْ ف۪ى سَب۪يلِ اللهِ يَجِدْ فِى الْاَرْضِ مُرَاغَماً كَث۪يراً وَسَعَةًۘ وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَـيْـتِـه۪ مُهَاجِراً اِلَى اللهِ وَرَسُولِه۪ ثُمَّ يُـدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَـقَـدْ وَقَعَ اَجْرُهُ عَلَى اللهۘ وَكَانَ اللهُ غَفُوراً رَح۪يماً۟
“Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek birçok uygun yer ve imkân bulacaktır. Kim Allah ve Resûlü uğrunda hicret ederek yurdundan çıkar da sonra ölüm onu yolda yakalarsa artık onun mükafatını vermek Allah’a aittir; Allah günahları affeder, engin rahmet sahibidir.” (Nisâ Sûresi, 4/100)
Muhterem Müslümanlar!
Hayır, başlıbaşına sevap olduğu gibi hayırlı bir işin yolunda olmak da ayrı bir hayır sayılır. Hayra vesile olmak da ayrı bir hayırdır. Diğer bir ifadeyle hayır yolunda atılan her bir adım, o hayrı yapmış gibi insanın defter-i hasenâtına kaydedilir. Kendini hayra adamış, hayırlı işler yapmaya vakfetmiş insanın yirmi dört saatinin yirmi dördü de onun defter-i hasenâtına doğrudan hasenât olarak geçer. Zira o, yatarken, kalkarken, yerken, içerken, gezerken, otururken büyük bir davaya, büyük bir hakikate gönül vermiştir. O, hayatını bu düşüncelere göre planladığı için Allah, onun hayatındaki karanlık noktaları dahi onun niyet ve düşüncesiyle aydınlatır, onu apaydın bir hayata ulaştırır.
Binaenaleyh, Allah yolunda ve hayır istikametinde olan bir insanın hayatında karanlık bir nokta yoktur; gecesi, gündüz kadar aydındır onun. Hayatının her saniyesi senelerce ibadet hükmüne geçer. Zira bekâ istikametinde sarf edilen zamanın kısalığına-uzunluğuna bakılmaz; Allah’ın rızasına bakılır. Bir ân-ı seyyale, binlerce sene yaşamaya müreccahtır ve bu, ancak Hak yolunda olana müyesserdir. Diğer bir ifadeyle Allah’a iman şuuruyla bir an yaşamak, O’nu tanımaksızın binlerce sene yaşamaya tercih edilir.
Bu itibarla insanların en akıllısı Allah’a inanıp hayatını âhirete göre düzenleyendir. Akıllarını irfan ışığıyla aydınlatan müminler en isabetli kararları vermiş, hayatlarını ebediyete çevirme yolunu bulmuş ve bu sayede ölümsüzlüğe ulaşmışlardır.
Müslümanlığın çok iyi bilindiği devirlerde müminler bütün hayır kapılarını araştırıyorlardı. “Ben şu hayrı, şu hayrı yaptım ama ötesinde daha başka bir hayır var mı?” diyorlar, Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayır yollarının çoğaltılması istikametinde müracaat ediyorlardı.
“Namazı kılıyoruz, orucu tutuyoruz, zekâtı veriyoruz… Cennete gidebilmemiz için başka ne hayır tavsiye edersin yâ Resûlallah?” diyorlardı. Mevcuttan kaçmak için değil, mevcudun ötesinde, ebediyet yolunda yolculuklarını kolaylaştırmak, birlerini bin yapmak için tavsiye istiyorlardı.
Talepler hep hayır istikametinde, hep Allah yolunda oluyordu. Bütün hayatı nurlandırma istikametinde âdeta bir yarış vardı aralarında. Onun için o devirde genç-yaşlı, kadın-erkek herkesin hayır istikametinde kendilerine engel olacak şeylere karşı ciddi bir tavır içinde olduğunu görürüz.
Buna dair size birkaç misal arz etmek istiyorum:
Büyük kadın Nesibe’yi birçoğunuz duymuşsunuzdur. Bu kadının hayatı hep mücadelelerle geçmişti. Efendiler Efendisi Medine’yi teşrif edince Nesibe de eşiyle ve çocuklarıyla birlikte O’nun emrine girmiş, hizmetini yüklenmişti. Hayatı boyunca Efendimiz’in yanından ayrılmamayı, O’nunla birlikte savaşlara iştirak etmeyi çok arzu etti. Nitekim Allah Resûlü izin verince Uhud Harbi’ne katılmış ve orada yaralanan müminlerin yaralarını sarmıştı. Gün gelip de tesettür âyeti nâzil olunca Allah Resûlü, artık erkeklerle birlikte savaşlara katılamayacağını haber verdi. Nesibe bunu duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Kendi kendine şöyle mırıldanıyordu: “Sen, Allah yolunda cihada çıkarsın da ben burada nasıl dururum yâ Resûlallah!” Onun hayatındaki en acı hatıra işte buydu. Zira o, bir hayır yolundan alıkonulduğu kanaatine varmıştı. Evet, o dönemin kadını böyle idi.
Bir başka misal de İbn Ömer’dir. Kendisi hayır yolundaki iştiyakını şöyle anlatır: “Bedir’e çıkılacağı zaman ben on iki, on üç yaşlarında idim. Küçükler, savaşa iştirak edebilmek için kendilerini büyük göstermeye çalışıyorlardı. Ben bu fırsatı yakalayamadım. Allah Resûlü, bana parmağıyla işaret etti ve ‘Sen geriye git!’ dedi. O gece eve geldim, yatağa girdim ama Allah’a yemin ederim ki hayatımda ondan daha ızdıraplı bir gece geçirmedim. Zira Bedir’e gidenler arasına katılamamıştım.”
Meşhur sahabi Sa’d b. Ebî Vakkas’ın küçük kardeşi Umeyr b. Ebî Vakkas da Bedir’e katılmaya can atanlardandı. Umeyr henüz on iki, on üç yaşlarında iken Müslüman olmuştu. Bedir harbi esnasında on beş, on altı yaşlarında ancak vardı. O gün evine gitti, beline kılıcını kuşandı. Parmaklarının ucuna dikilip büyük görünmeye çalıştı. Resûl-i Ekrem ona, “Sen katılabilirsin.” dediği zaman dünyalar kendisine bağışlanmış gibi sevinmişti. Zira cihada iştirak etme ve şehit olma imkânı doğmuş, onun için bir hayır kapısı aralanmıştı. Sa’d, kardeşinden bahsederken, “O, benden talihliydi.” der: “Zira benimle aynı zamanda Müslüman oldu ama o, Bedir’e iştirak edip orada şehit düştü.” Bugün Bedir’in sinesinde, Bedir şehitlerinin arasında o çocuk haliyle yatmaktadır.
Kureyş kabilesinin ve Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan, Mekke fethine kadar Allah Resûlü’ne ve Müslümanlara düşmanlık yapmıştı. Her köşe başında İslam’ın ve onu tebliğ eden Resûlullah’ın karşısına çıkmış ve nihayet Mekke fethinde Müslüman olmuştu. Efendimiz’in vefatından sonra Raşit Halifeler Devri’ni idrak etti. Hazreti Ebû Bekir döneminde muhtelif vazifelerde bulundu. Hazreti Ömer zamanında bir gün bir münasebetle halifenin kapısında beklemekteydi. Ömer (radıyallahu anh) içeriye, bir zamanlar hakir gördükleri Bilal’i çağırıyor, Habbab’ı çağırıyor, Selman’ı çağırıyor, Kureyş’in bu ileri gelenlerini ise bekletiyordu. Aralarında Ebû Cehil’in kardeşi Hâris b. Hişam da vardı. Bu durum hoşlarına gitmeyince söylenmeye başladılar. “Biz burada kapının önünde bekliyoruz, o ise dün kapımızda çalıştırdığımız hizmetçileri ve köleleri çağırıyor.” diyorlardı. İçlerinden aklı başında olan biri onları ikaz etti ve: “Siz Resûlullah’ı terk ettiğiniz zaman onlar O’nun etrafındaydılar. Siz mal yığmaya çalışırken onlar servetlerini sarf ettiler. Siz yumuşak döşeklerde hayatın tadını çıkarırken onlar Mekke’yi terk edip Medine’ye gittiler; aile efradından mahrum kaldılar. Bana göre onların mertebesine yaklaşmanın tek bir yolu vardır, o da gidip Allah yolunda savaşmak ve onların derecesini elde etmektir.” dedi. Oradakiler o heyecanla cephelerde canhıraş mücadele verdiler… Bir gün Ebû Süfyan cephede, saplanan bir okla gözünü kaybedince: “Neye yararsın ki yetmiş sene sahibini göremedin.” diyecek kadar işin içindeydi artık.
Bir başka misal de İbn Hişam’dır. Onu da Yermuk’ta sancağın dibinde görürüz. Yirmi beş bin kişilik İslam ordusu yüz binin üzerindeki bir orduyla kıyasıya savaşırken o da Resûl-i Ekrem’in bayrağını tutmaktaydı. Yanında yeğeni, Ebû Cehil’in oğlu İkrime de vardı. Dalgalar halinde gelen Bizans ordusu karşısında Hâris b. Hişam şöyle seslenmektedir: “Ey Bedir’de Resûl-i Ekrem’in önünde savaşanlar, Uhud’da kıyasıya mücadele edenler, Hudeybiye’de elini sıkanlar –ki kendisi yoktu bunların içinde– gelin bugün el ele tutalım ve söz verelim, şu yüce bayrağı düşürmeyelim.”
Evet, o bayrak yere düşmedi, el değiştirdi ama yine de yere düşmedi. Eller kesilince bacaklarla taşındı, yine düşmedi. Bacaklar kesilince bütün bedenleriyle bayrağın üzerine abandılar, onu yine düşürmediler. Düşman bir adım ileri atılabildiyse de bu, ancak Hâris b. Hişam’ın cesedini çiğneyerek gerçekleşmiştir. Cihad kendileri için bu derece dert olmuştu. Mücadele aşkı onların içinde dinmeyen en büyük ideal idi. Allah yolunda mücadele etme aşkı uyarılmıştı içlerinde.
O bayrağı taşıyanlardan biri de Bilal-i Habeşî idi. Seyyidina Ebû Bekir, bir gün Medine’de Cuma’da hutbeye çıkmıştı. Bilal-i Habeşî, daha evvel kendisine müracaat etmiş, cihat yapmak üzere Medine’den ayrılmak için kendisinden şöyle izin istemişti: “Ey Ebû Bekir, Medine’de durmaya zorlama beni! Resûl-i Ekrem’den sonra kimseye ezan okumak istemem.” Ebû Bekir’in cevabı ise şu olmuştu: “Ben de sensiz duramam. Biraz benim yanımda kal. Zira çok fazla ömrümün kaldığını tahmin etmiyorum. Sonra nereye istersen gidebilirsin.”
Bilal, Hazreti Ebû Bekir’i kıramamıştı ama içi yanıyordu. Zira o, Resûl-i Ekrem hayattayken hep cihada gidiyordu. Hakkı anlatıyordu âfâk-ı âlemde. Kılıç kullanıyor, bayrak taşıyordu. Bugün ise Medine’ye hapsolmuştu, âdeta müezzinlik yapmaya mahkûm edilmek isteniyordu. Bir gün cemaat Cuma’da Hazreti Ebû Bekir’i dinlerken ayağa kalktı ve “Ey Ebû Bekir, beni nefsin için mi hürriyete kavuşturdun yoksa Allah için mi?” diye sordu. Ebû Bekir, “Yemin ederim ki ben seni Allah için hürriyete kavuşturdum.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Bilal, “Öyleyse Allah aşkına bırak beni, ben cihat etmek istiyorum.” dedi. Ardından da kısa bir süre içinde Şam önlerine gitti ve orada cepheden cepheye koşarken vefat etti.
Bir başka kahraman da Ebû Hayseme idi. Efendimiz, ordusuyla birlikte Tebük Seferi’ne çıkmıştı. Mevsim yazdı, hava çok sıcak ve bunaltıcı idi. Meyveler olgunlaşmış, gölgelikler insanlara cazip gelmekteydi. Taif’ten yeni dönülmüştü. Mücahitler henüz yol yorgunluğunu üzerlerinden atamadan yeni bir sefere çıkmak zorunda kalmışlardı. Bir taraftan da münafıkların sefere çıkılmaması hususundaki propagandaları devam etmekteydi. Ebû Hayseme de işte bu atmosferden etkilenmiş, meseleyi biraz ağırdan almış, bugünü yarına, yarını ertesi güne koymuştu.
Ordu sefere çıktıktan birkaç gün sonra bir öğle vakti Ebû Hayseme evine gitti. Bahçeden içeriye girdiğinde karşılaştığı manzara, taravet ve güzellik insanın aklını başından alacak mahiyetteydi. İki zevcesi, dinleneceği bir çardak hazırlamış, yanına da soğuk sular, tatlı meyveler, sevdiği yiyecekleri koymuşlardı. Doğrusu ailesiyle birlikte geçirdiği bu hayat Hayseme için çok cazipti. Ne var ki o, daha bahçeden içeriye girer girmez Resûl-i Ekrem’i hatırladı: “Allah Resûlü güneşin altında seferde! Ebû Hayseme, sen ise bağında, bahçende, yemeğin başında… Yaraşır mı bu sana!” Eşlerinin “İçeriye gir!” teklifini o, “Hayır!” diyerek reddetti ve “Resûl-i Ekrem orada, ben burada! Olmaz bu iş.” diyerek hemen yola koyuldu.
Ta ötelerde, on günlük mesafede Resûl-i Ekrem Tebük suyunun başında oturmaktaydı. Birden Medine taraflarından bir toz bulutunun yükseldiği görüldü. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kün Ebâ Hayseme.” (İnşallah bu gelen Ebû Hayseme’dir) buyurdu. Çünkü Ebû Hayseme’nin günah işlemesini istemiyordu. Zira cihattan geriye kalmak çok ciddi bir cürümdür. Ebû Hayseme devesinden iner inmez Allah Resûlü’ne koşup selam verdi. Allah Resûlü ona, “Neredeyse helâk olacaktın!” dedi. Sonra onu teselli etti, hakkında duada bulundu.
Aziz Müslümanlar!
Bütün bu örneklerde görüldüğü gibi kadınından erkeğine, gencinden yaşlısına ruhlarında mücadele aşkı uyarılan bir cemaat, hayatının en tatlı anlarını, huzuru Allah yolunda verdikleri mücadelelerde, o yolda katlandıkları meşakkatlerde arıyor. Döşeğinde geçirdiği rahat hayatı hayat saymıyor. Önüne kalkıp-inen sofraları hayat saymıyor. Rahat ve rehavet içinde geçirdiği hayatı hayat saymıyor. Mihnet ve meşakkat içinde geçirilen hayatı hayat sayıyor. Diğer türlü hayatı, hayattan daha ziyade ölüme yakın bir derbederlik ve perişaniyet kabul ediyor.
Ashabın maruz kaldığından belki daha büyük binlerce felaket ve helakete maruz kalmış günümüz müminleri! Sizler de on dört asır öncesinin bu havasını çocuklarınızın ruhlarına işlemeye, onların mazi ile münasebetini temin etmeye, köksüzlüğe saplanmalarının önüne geçmeye mecbursunuz. Kimileri, “Nesillerin yetişeceği mektepler benimdir.” deyip onlara sahip çıkacaktır. Aksi takdirde sahip çıkmayışının hesabını veremeyecektir. Kimileri de birilerine bir şeyler anlatma, dini, imanı, milleti uğruna bir şeyler yapma imkânına sahipse bu imkânı değerlendirmediği takdirde Allah’ın huzurunda hesap vermekten kurtulamayacaktır. Sahip olduğu imkânları, gönülleri ölmüş bir milletin dinî hayatının ihyası uğruna sarf etmeyenler, âhirette yakalarını kurtaramayacaklardır.
Hepiniz, derecenize göre sorumlusunuz ve hepiniz bir vazifeyle mükellefsiniz. Mesuliyetinizi yerine getirdiğiniz zaman inşallah hem dünyanızı hem de âhiretinizi mesut kılacaksınız. Allah dünya ve âhiretinizi mesut kılsın. Sizi aziz ve payidar eylesin!
Âmîn.
18 Ocak 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir