2. TARİHTE ZEKÂT

A. İslâmiyet’ten Önce Zekât

Daha önce de kısaca temas edildiği üzere toplum hayatının düzenli bir şekilde devam edebilmesi için insanlar arasında malî farklılıkların bulunması tabiidir; hatta cemiyet şuurunun yerleşmesi için bunun zaruri olduğu da söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında insanlık tarihi, bu farklılığı hep yaşamış ve bundan sonra da yaşamaya devam edecektir. Nitekim Kur’an-ı Hakîm, “Senin Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Halbuki bu dünya hayatında onların maişetlerini aralarında taksim eden, bir kısmının diğer kısmını çalıştırması için, kimini kimine üstün kılan Biziz. Senin Rabbinin rahmeti ise, onların topladıkları bütün şeylerden daha hayırlıdır.”111 buyurmak suretiyle yaratılışa ait bu hakikati bütün berraklığıyla ortaya koymaktadır.

İnsanların elinden tutup onlara maddî-mânevi yükselişe giden yolları göstermekle mükellef kılınan peygamberlerin (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselâm) önemli vazifelerinden birisi de, insanlar arasındaki bu farklılığı asgari seviyeye indirmek; en azından onlara ifrat ve tefritten uzak orta bir hayat standardı takdim edebilmektir. Bu meyanda onlar, diğer hükümlerin yanında bunu sağlamanın en önemli yollarından birisi olan zekât mükellefiyetini de toplumlarına tebliğ etmişlerdir. Her peygamber hakkında bilgimiz olmasa bile, Kur’ân ve Sünnet’te zikredilen peygamberlerle ilgili verilen bilgiler bu konuda bize yeterli kanaat vermektedir.

Mesela Enbiyâ sûresinde Hazreti İbrahim, Hazreti İshak ve Hazreti Yakup’tan (aleyhimüsselâm) bahsedildikten sonra, وَجَعَلْنَاهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِمْ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَإِقَامَ الصَّلَاةِ وَإِيتَاءَ الزَّكَاةِ وَكَانُوا لَنَا عَابِدِينَ “Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namazı ve zekâtı vahyettik. Onlar bize kulluk eden insanlardı.”112 buyrulmak suretiyle, onların da ümmetlerine zekâtı emrettikleri ifade edilmiştir.

Bir başka âyette Hazreti İsmail’den (aleyhisselâm) bahsedilirken de, وَكَانَ يَأْمُرُ أَهْلَهُ بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ وَكَانَ عِنْدَ رَبِّهِ مَرْضِيًّا O da ailesine namaz ve zekâtı emrediyordu. O, Rabbinin hoşnut olduğu kullarındandı.”113 buyrulmuş ve namaz ve zekât gerçeğinin her dönemde var olduğuna dikkat çekilmiştir.

Bu ayet-i kerimelerden de anlaşıldığı üzere semavî bütün dinlerde namaz ve zekât, vazgeçilmez iki ibadettir. Bu yönüyle de ibadetlerin özünü teşkil ederler. Bu hükmü bize bildiren Kur’ân-ı Kerim şöyle demektedir:

وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ

“Daha önceki ümmetlere, sadece, tam bir tevhid şuuruyla yalnızca Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti. İşte dosdoğru din budur.”114

Hazreti Şuayb’la (aleyhisselâm) kavmi arasında geçen ve kavminin, zekât mükellefiyeti karşısındaki itirazlarını anlatan şu âyet de bize, o dönemdeki zekât farizasından haber vermektedir:

قَالُوا يَاشُعَيْبُ أَصَلَاتُكَ تَأْمُرُكَ أَنْ نَتْرُكَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا أَوْ أَنْ نَفْعَلَ فِي أَمْوَالِنَا مَا نَشَاءُ إِنَّكَ لَأَنْتَ الْحَلِيمُ الرَّشِيدُ

Dediler ki, ‘Ya Şuayb! Sana atalarımızın ibadet ettiklerinden vazgeçmemizi ve mallarımızda istediğimiz gibi tasarruf edemeyecek olmamızı namazın mı emrediyor? Hâlbuki sen, şüphesiz halim ve aklı başında birisin.”115

Medyen halkının, “mallarında istedikleri gibi tasarruf edememe” şeklindeki endişeleri, Hazreti Şuayb’ın da onlara zekâtı emrettiği ve dolayısıyla kavmi tarafından böyle bir itiraza muhatap olduğu fikrini vermektedir. Âdeta her yönüyle kabul edip sinelerine bastıkları Hazreti Şuayb’ın, zekâtla karşılarına çıkmasını hazmedememişler ve bunun faturasını da zekâtla ikiz bir ibadet olan namaza çıkarmayı tercih etmişlerdir.

Kur’ân’da zikredilen her peygamber için, zekât mükellefiyetini emrettikleri açıkça ifade edilmese bile, Hazreti Âdem’le başlayan nübüvvet silsilesinin temsil ettiği dinin ruhunda bulunan yardımlaşma ve dayanışma hasletlerinden ve yukarıda verdiğimiz âyetlerden hareketle her dönemde namaz ve zekâtın var olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Hazreti Musa ve Hazreti İsa’ya verilen kitapların aslı günümüze ulaşmasa da yaşadıkları topluma zekâtla ilgili pek çok hükmü teklif ettiklerini bugün elimizde olan Tevrat ve İncil’de dahi görmek mümkündür. Hadislerde sayıları 124 bine ulaştığı bildirilen peygamberlerin,116 geride bıraktıkları ve günümüze kadar gelebilen eserleri olmadığı için biz, sadece Kur’ân ve Sünnet’in anlattığıyla iktifa ediyor ve bunlardan yola çıkarak zekâtın her dönemde var olduğunu düşünebiliyoruz. Yahudi ve Hristiyanlar için de zekâtın farziyetini açık ifadelerle haber veren Kur’ân âyetlerinin bulunması bu konuda ayrıca dikkat çekmektedir.

Mevcut Tevrat ve İncil’in ilgili bölümlerine baktığımızda İslâm’ın zekât anlayışıyla mutabakat ve benzerlik arz eden ifadelerle karşılaşırız. Şimdi dilerseniz biraz da bu benzerlikler üzerinde durmaya çalışalım.

1. Yahudilikte Zekât

Kur’ân, Yahudilerden bahsederken, genelde onların, devamlı kaygan bir zeminde dolaştıklarına dikkat çeker ve zaman zaman da bize, onlara ait bazı mükellefiyetleri aktarır. Mesela bir yerde şöyle buyurur:

وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ لَا تَعْبُدُونَ إِلَّا اللهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْكُمْ وَأَنْتُمْ مُعْرِضُونَ

“Biz, İsrailoğullarından şöyle söz almıştık: ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz. İnsanlara güzel söz söyleyecek, namaz kılacak, zekât vereceksiniz!’ Sonra siz, pek azınız hariç sözünüzü tutmadınız, sırtınızı dönüp gittiniz.”117

Allah’a isyan etmelerine rağmen, haklarında kurtuluş fermanı olabilecek ameller gösterilirken, yine namazın yanında zekâta da yer verilir:

وَلَقَدْ أَخَذَ اللهُ مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَبَعَثْنَا مِنْهُمُ اثْنَيْ عَشَرَ نَقِيبًا وَقَالَ اللهُ إِنِّي مَعَكُمْ لَئِنْ أَقَمْتُمُ الصَّلَاةَ وَآتَيْتُمُ الزَّكَاةَ وَآمَنْتُمْ بِرُسُلِي وَعَزَّرْتُمُوهُمْ وَأَقْرَضْتُمُ اللهَ قَرْضًا حَسَنًا لَأُكَفِّرَنَّ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَلَأُدْخِلَنَّكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ فَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ مِنْكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبِيلِ

“Allah, İsrailoğullarından söz almıştı ve içlerinden on iki başkan göndermiştik. Allah şöyle demişti: ‘Ben sizinle beraberim. Eğer namaz kılar, zekât verir, elçilerime inanır, onlara destek çıkar ve Allah’a güzel borç verirseniz (Allah için yoksullara yardımcı olursanız) elbette günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyarım. Bundan sonra sizden kim de nankörlük ederse, düz yoldan sapmış olur.”118

Günümüzdeki hâliyle bile Tevrat’ı gözden geçirecek olursak, fakir-zengin yakınlaşması diyebileceğimiz zekât hakkında pek çok ifadeye rastlamamız mümkündür. Onlardan bazıları şu şekildedir:

“Gevşek elle işleyen, fakir olur; fakat çalışkanların eli zengin eder.”119

“Çünkü düşkünün derdini hor görmedi ve tiksinmedi; yüzünü de ona örtmedi; bilakis onu imdada çağırınca işitti.”120

“Rabbe ilâhî okuyacağım, çünkü bana cömertlik etti.”121

“Fakire acıyan, Rabbe ödünç verir ve karşılığını Rab ona öder.”122

“Fakiri sıkıştıran, onu Yaratanı hor görür; fakat yoksula acıyan onu izzetlendirir.”123

“Ağzını aç, doğrulukla hükmet ve hakirle fakirin davasını gör.”124

“Çünkü yardıma çağıran düşkünü ve yardımcısı olmayan öksüzü kurtarırdım. Yoksullar için baba idim ve tanımadığım adamın davasını eşelerdim ve zalimin azı dişlerini kırardım ve avı onun dişlerinden koparırdım.”125

“Allah’ın, Rabbin sana vermekte olduğu kendi memleketinde, kardeşlerinden biri, fakir bir adam, senin yanında, kapılarının birinde olursa, yüreğini katılaştırmayacaksın ve fakir kardeşine elini kapamayacaksın; fakat ona mutlaka elini açacaksın ve muhtaç olduğu şeyde mutlaka ihtiyacına yetecek kadar ona ödünç vereceksin. Sakın, ‘Yedinci yıl, ibra yılı yakındır.’ diye yüreğinde bayağı düşünce olmasın ve fakir kardeşine karşı gözün kötü olmasın ve ona bir şey vermemezlik etmeyesin ve sana karşı Rabbe çağırırsa sana suç olmasın. Ona mutlaka vereceksin ve ona verdiğin zaman yüreğin kederlenmeyecek. Çünkü bütün işlerinde ve el attığın her şeyde Allah’ın Rab seni bunun için mübarek kılacaktır. Çünkü memleketin içinde fakir eksik olmayacaktır. Bunun için ben: Mutlaka kendi memleketinde kardeşine, hakirine ve fakirine elini açacaksın diye sana emrediyorum.”126

“Kim fakire verirse onun eksiği olmaz; fakat kim ondan göz çevirirse o çok lanet alır.”127

“Canının çektiği şeyi aç olana verirsen ve hor görülmüş canı doyurursan; o zaman karanlık içinde ışığın doğacak ve koyu karanlığın öğle vakti gibi olacak.”128

“Kazancı çoğaltmak için fakiri ezen ve zengine veren, ancak yoksulluğa düşer.”129

Görüldüğü gibi Tevrat âyetlerinin neredeyse hepsini Kur’an-ı Kerîm’in bir âyeti veya Efendimiz’in bir hadisiyle irtibatlandırıp aralarındaki benzerlikleri ortaya koymak mümkündür. Hele bazılarındaki ayniyet derecesindeki benzerlik, oldukça dikkat çekicidir. İşte bu benzerlik, daha önce de ifade ettiğimiz gibi semavi kaynağın tek olduğunu ve temel meselelerin her devir ve dönemde emir, nehiy veya tavsiye şeklinde mevcudiyetini göstermektedir.

Burada şu noktanın hatırlatılmasında fayda var: Gerek yukarıda zikredilen Tevrat âyetleri, gerekse İncil’den nakledeceğimiz hükümler, günümüzde elde bulunan Tevrat ve İncil nüshalarından alınmıştır. Dolayısıyla bunların, bozulmamış olma ihtimalinin yanında, tahrif edilmiş olabilecekleri de hatırdan çıkarılmamalıdır. Durum böyle olunca, “Ne bunlar gerçek Tevrat ve İncil’dir.” diye tasdik etmemiz, ne de “Bunlar kesinlikle tahrife maruz kalmıştır.” diye terk etmemiz mümkün değildir. Bu noktada bize ışık tutan bir hadislerinde Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَا حَدَّثَكُمْ أَهْلُ الْكِتَابِ فَلَا تُصَدِّقُوهُمْ وَلَا تُكَذِّبُوهُمْ وَقُولُوا آمَنَّا بِاللهِ وَرُسُلِهِ فَإِنْ كَانَ بَاطِلًا لَمْ تُصَدِّقُوهُ وَإِنْ كَانَ حَقًّا لَمْ تُكَذِّبُوهُ “Ehl-i Kitap size bir şey anlatırsa, onları ne tasdik edin ne de yalanlayın. Ancak ‘Allah’a ve peygamberlerine iman ettik deyin.’ Böylece şayet bâtıl ise tasdik etmemiş; doğru ise yalanlamamış olursunuz.”130 buyurarak takınmamız gereken tavra işarette bulunmaktadır.

2. Hristiyanlıkta Zekât

Hristiyanlıktaki durum da Yahudilikten farklı değildir. Kur’ân’ın verdiği bilgiye göre Hazreti İsa (aleyhisselâm), mucizevî bir şekilde ve daha beşikteyken Allah’ın (celle celâluhu) kendisini mükellef kıldığı hususları şu şekilde anlatmıştır:

وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا أَيْنَ مَا كُنْتُ وَأَوْصَانِي بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ مَا دُمْتُ حَيًّا ۝ وَبَرًّا بِوَالِدَتِي وَلَمْ يَجْعَلْنِي جَبَّارًا شَقِيًّا ۝ وَالسَّلَامُ عَلَيَّ يَوْمَ وُلِدْتُ وَيَوْمَ أَمُوتُ وَيَوْمَ أُبْعَثُ حَيًّا

“Beni, bulunduğum her yerde insanlara yararlı kıldı. Sağ olduğum sürece bana namaz kılmayı, zekât vermeyi emretti. Beni anneme hayırlı bir evlat kıldı; hayırsız bir zorba kılmadı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de, yeniden diriltileceğim gün de (Allah’tan) bana esenlik verilmiştir.”131

Hazreti İsa (aleyhisselâm) bilindiği üzere Yahudilerin elinde maddenin –haşa– mabut seviyesine çıkarıldığı bir dönemde gelmiştir. O, bu düşünceyi tadil etmek için çok gayret sarf etmiş, fakat netice itibariyle getirdiği din, müntesipleri tarafından tamamen ruhanî bir mahiyete sokulmak istenmiştir. Âdeta ifrattan tefrite bir savrulma yaşanmıştır. Aslında o, şeriat itibarıyla genel olarak Tevrat’ın ahkâmıyla mükellef olmakla birlikte, aynı zamanda o güne kadarki tahrifatı düzeltmekle de vazifelidir. Dolayısıyla Yahudilikte –zekât ve sadakayla ilgili ahkâm dâhil– geçerliliği olan hükümler, aslî hüviyetiyle Hristiyanlıkta da tatbik edilecektir. Başka bir tabirle şayet İncil, zekât ve sadaka konusunda sükût ederek herhangi bir hüküm bildirmemiş olsaydı, zaten hükümlerini uygulamakla yükümlü oldukları Tevrat’ın bu noktadaki ifadeleri, İncil mensuplarını da bağlayacak ve ona göre amel edeceklerdi. İncil’in daha çok bir ahlâk kitabı konumunda olduğu göz önüne alınacak olursa, aynı zamanda bunun zarureten böyle olduğu görülecektir. Kaldı ki İncil’de gerek doğrudan, gerekse dolaylı ifadelerle zekât ve sadakayı anlatan bir hayli âyet bulunmaktadır. Yukarıda da üzerinde durmaya çalıştığımız tahrif mülâhazası mahfuz, mevcut İncil’de, infak ve fakirlik konularında şu beyanları görüyoruz:

“Sakının ve insanlara olan iyiliğinizi gösteriş için yapmayın; yoksa göklerde olan Babanızın önünde karşılığınız olmaz. Şimdi, sen sadaka verdiğin zaman, ikiyüzlü adamların insanlardan hürmet görmek için, havralarda ve sokaklarda yaptıkları gibi, önünde boru öttürme. Doğrusu size derim: Onlar karşılıklarını aldılar. Fakat sadaka verdiğin zaman, sol elin sağ elinin ne yaptığını bilmesin; sadakan gizli olsun. Gizliyi gören Baban da sana ödeyecektir.”132

“Mabede girenlerden sadaka dilenmek için her gün onu mabedin Güzel denilen kapısı yanına koyarlardı. Ve mabede girmek üzere olan Petrus ile Yuhanna’yı görüp sadaka istedi.”133

“Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin ki, orada güve ve pas onları yiyip bozmasın; hırsızlar delip girerek çalmasınlar. Fakat kendinize gökte hazineler biriktirin ki, orada ne güve ne de pas yiyip bozar ve hırsızlar orada ne delerler ne de çalarlar. Çünkü hazinen nerede ise, yüreğin de orada olacaktır.”134

“Çok korkarak ona göz dikip dedi: ‘Nedir, ya Rab?’ Melek de ona dedi: Duaların ve sadakaların anılması için Allah’ın önüne çıktılar.”135

Kornelius, senin duan işitildi, sadakaların Allah’ın önünde anıldı.”136

“Bunun için size diyorum: Ne yiyeceksiniz, yahut ne içeceksiniz diye hayatınız için; ne giyeceksiniz diye de bedeniniz için kaygı çekmeyin. Hayat yiyecekten ve beden giyecekten daha üstün değil midir? Göğün kuşlarına bakın. Onlar ne ekerler, ne biçerler, ne de ambarlara toplarlar. Semavî Babanız onları besler. Siz onlardan daha değerli değil misiniz? Sizden kim kaygı çekmekle boyunun ölçüsüne bir arşın katabilir? Niçin elbiselerden ötürü kaygı çekiyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüklerine iyi bakın; ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler. Size derim: Süleyman bile, bütün izzetinde bunlardan biri gibi giyinmiş değildi. Fakat bugün mevcut olup yarın fırına atılan kır otunu Allah böyle giydirirse, sizi daha çok giydirmez mi, ey az imanlılar? Şimdi, ‘Ne yiyeceğiz?’ veya ‘Ne içeceğiz?’ ya da ‘Ne giyeceğiz?’ diye kaygı çekmeyin. Çünkü Milletler bütün bu şeyleri ararlar; çünkü semavî Babanız bütün bu şeylere muhtaç olduğunuzu bilir. Fakat önce onun melekûtunu ve salahını arayın. Bütün bu şeyler size artırılacaktır. Bundan dolayı yarın için kaygı çekmeyin; zira yarınki gün kendisi için kaygı çekecektir. Kendi derdi güne yeter.”137

İsa ona dedi: Eğer kâmil olmak istersen, git, neyin varsa sat ve fakirlere ver. Göklerde hazinen olacaktır; ve gel, benim ardımca yürü. Fakat genç adam bu sözü işitince kederli gitti; çünkü çok malı vardı. Ve İsa şakirtlerine dedi: Doğrusu size derim ki; göklerin melekûtuna zengin adam çok zor girer. Yine size derim; devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin adamın Allah’ın melekutuna girmesinden daha kolaydır.”138

“Fakat siz, içindekilerden sadaka verin; kendinize eskimeyen keseler, göklerde eksilmeyen hazine yapın; oraya hırsız yaklaşmaz ve güve de bozmaz.”139

“Bütün mallarımı sadaka olarak yedirsem ve eğer bedenimi yanmak üzere teslim etsem, fakat sevgim olmasa, bana hiç fayda etmez.”140

“Gidişiniz para sevgisinden beri olsun; sizde olan şeylerle kanaat edin. Çünkü kendisi dedi: Seni hiç boşa çıkarmam ve seni hiç bırakmam.”141

Günümüzdeki İncil’e baktığımızda sadece zekât mükellefiyetinin tebliğ edilmediğini aynı zamanda zirai mahsullerden alınacak miktarın öşür olarak tayinin de yapıldığını ve bunu vermeyenlerin şiddetle kınandığını müşahede etmekteyiz. İncil, ikiyüzlülüklerinden dolayı hesaba çektiği bir topluluğa karşı Hazreti İsa’nın (aleyhisselâm) şu ikazı yaptığını aktarmaktadır: “Vay başınıza Yazıcılar ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Çünkü nanenin, anasonun ve kimyonun ondalığını veriyorsunuz ve Şeriat’ın daha ağır işlerini, adaleti, merhameti ve imanı bırakıyorsunuz. Onları yapmalı idiniz, bunları da bırakmamalı idiniz.”142

Görüldüğü gibi İncil’in çoğu ifadelerini de Kur’ân ve hadisten bir semavi beyanla irtibatlandırmamız mümkündür. Bunların bazılarıyla ayniyet ölçüsünde bir benzerlik bulunması, yine bize kaynaktaki vahdeti göstermektedir.

Evet, tahrif görmüş ve çok badirelerden geçmiş olmalarına rağmen Tevrat ve İncil dikkatlice ve sadece bu zaviyeden yeniden gözden geçirilse, zannımca daha çok benzerlikler çıkacaktır.

B. İslâm’da Zekât

Zekât, İslâm’ın üzerine bina edildiği beş temel esastan biridir. Din, bu esaslar üzerinde kaimdir. Bunlardan birinin olmadığı yerde sağlıklı bir İslâmî hayattan bahsetmek mümkün değildir. Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) feraseti içinde, Müslüman olup önceden İslâm’ın bütün mükellefiyetlerini kabullendiklerine dair ahit verdikleri hâlde, daha sonra, “Namaz kılar, oruç tutarız ama zekât vermeyiz!” diyen kabilelerin savaş ilanıyla tehdit edilmesi,143 bu prensiplerden birinin dahi ihmaline müsaade edilemeyeceğini göstermektedir.

İhtiyaç sahiplerinin ihtiyacını görmek için infakta bulunmak, Allah ahlâkıyla ahlâklanmanın bir gereği ve emaresidir. Kendi ahlâkıyla ahlâklanan kimseleri ise Allah, asla ihmal etmeyecek, dünyevî ve uhrevî hüsrana uğratmayacak ve rububiyetine yakışır şekilde mükâfatlandıracaktır. Bunun içindir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanma”yı tavsiye buyurmak144 suretiyle ümmetine, kurbet-i ilâhiyeye giden yolu göstermektedir. Bunun mânâsı, Cenab-ı Hakk’ın, zât-ı ecell ü a’lâsına ahlâk edindiği ulvî hasletleri, kendi faniliğimiz ve beşerî kalıplarımız çerçevesinde yaşamaya çalışarak O’nun kurbet koridorlarından gelen esintilerle hayatımıza yön vermemiz demektir.

Böylesine ehemmiyet arz eden bir ibadetin, Asr-ı Saadet’ten başlayarak geçirdiği safhaları ve bu farklı dönemlerdeki iktisadî durumu bir nebze de olsa arz etmekte yarar var. Bu sebeple Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminden başlayıp Raşid Halifeler devrine kadar zekâtın seyrini ortaya koymaya, daha sonra da bir mukayese yaparak İslâm’la diğer dinlerin konuya bakışlarını arz etmeye çalışacağız.

1. Asr-ı Saadette Zekât

Zekâtın farz kılınışı konusuna geçmeden evvel, istihsal ve istihlak, yani üretim ve tüketim açısından o günkü durum, hazinenin genel hâli, bu konudaki denge ve paradaki canlılık açısından Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dönemindeki iktisadî yapılanmaya kısaca temas etmekte fayda görüyoruz.

a. İktisadî Hayat

Peygamberliğin başlangıcından Medine devrinin son senelerine kadar, iktisadî hayat adına çok ciddi sıkıntılar yaşanmıştır. Bu sıkıntıların büyük çoğunluğu Mekke devrinde gerçekleşmiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Hatice Validemizin malı da dâhil olmak üzere elinde ne varsa hepsini, insanları Allah’a davet uğrunda eritmiştir. İlk defa İslâm’la serfiraz olanlar genellikle fakir insanlardı; zengin olanlar ise zaten her şeylerini bu yolda feda etmeye hazırlardı ve öyle de yaptılar. Hatta denilebilir ki bu sıkıntı, Huneyn savaşının sonuna kadar devam etti.

Mevzua bir başka perspektiften baktığımızda saadet asrında çok sade bir yaşantının hükümferma olduğunu görürüz. Yine karşımıza kazanma ve harcamada dupduru bir hayat çıkmaktadır. Bununla birlikte devlet hazinesinin, gelir-gider açısından ulaştığı denge ve ekonomik hayatta ölü yatırımların azlığı sebebiyle parada yaşanan canlılık, oldukça dikkat çekicidir.

Şimdi de bu hususu kısaca izaha çalışalım.

ı. Kazanç ve Harcamada Duruluk

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanları bir taraftan iman noktasında zirvelere ulaştırma gayreti içindeyken, diğer taraftan da onların içtimaî hayatlarına eğiliyor ve cahiliye döneminden kalma bir takım yanlış fiillerden onları uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bu, aynı zamanda cemiyetin çok yönlü bir yükseliş vetiresine girdiğinin göstergesiydi. Bu yükseliş hızlanarak devam etti ve çok kısa bir müddet içinde semerelerini vermeye başladı.

Fazilet, mükemmel cemiyetlerin lazım-ı gayr-ı müfarıkı (ayrılmaz bir özelliği) ve herkes için ulaşılması gereken bir idealdir. Asr-ı Saadet, bizim için bu noktada da nümune bir tablo çizmektedir. O dönemde, haksız kazancın ortadan kaldırılmasının yanında, fertlerin her alanda olduğu gibi kazanma meselesinde de fazilet yarışı içinde oldukları bir gerçektir. Zira o dönem insanları Kur’ân’dan aldıkları, وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَى ۝ وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى “İnsan için emeğinden başkası yoktur ve emeğinin karşılığı da mutlaka görülecektir.”145 dersiyle çalışmanın kutsiyetini kavramışlardı.

Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَا أَكَلَ أَحَدٌ طَعَامًا قَطُّ، خَيْرًا مِنْ أَنْ يَأْكُلَ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ، وَإِنَّ نَبِيَّ اللهِ دَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلاَمُ كَانَ يَأْكُلُ مِنْ عَمَلِ يَدِهِِ “Kişi kendi emeğinden daha hayırlı bir şey yiyemez. Şüphesiz Allah’ın Nebisi Dâvûd (aleyhisselâm) kendi el emeğini yerdi.”146 ifadesiyle, başta sahabe efendilerimiz olmak üzere bütün ümmetine, çalışmaya giden yolları gösteriyordu.

Yine istiğna prensibini ashab arasında yerleştirmek için İnsanlığın İftihar Tablosu şöyle buyuruyordu:

لَأَنْ يَحْتَطِبَ أَحَدُكُمْ حُزْمَةً عَلَى ظَهْرِهِ خَيْرٌ مِنْ أَنْ يَسْأَلَ أَحَدًا فَيُعْطِيَهُ أَوْ يَمْنَعَهُ

“İpinizi alıp sırtınızda odun taşımanız, verene-vermeyene el açmanızdan hayırlıdır.”147

Hayatlarını semavî ölçülerle dizayn eden o altın topluluk için bunlar çok şey ifade ediyordu ve âdeta cüz’i iradelerini bu beyanlara teslim etmenin rahatlığıyla hareket ediyorlardı. Elbette bu ifadeler, onlar arasında hemen hüsnükabul görmüş, yaşanır hâle gelmişti. O derece ki sahabi, atın üzerindeyken elindeki kamçısı düşünce bile, onu başkalarından istemekten istiğna ediyor ve bizzat kendisi inip alıyordu.148 Zira Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları dilenmekten, başkalarına el açmaktan menetmişti ve onlara göre her türlü isteme, dilencilik kapsamına giriyordu.

Aynı şekilde o güne kadar toplumun belini kıran amansız bir illet olan faiz, tamamen iktisadî hayattan sökülüp atılıyor ve toplum böyle büyük bir kambur ile yaşamaktan kurtarılıyordu.

Âdeta her fert, مَثَلُ الْمُؤْمِنِينَ فِي تَوَادِّهِمْ وَتَرَاحُمِهِمْ وَتَعَاطُفِهِمْ مَثَلُ الْجَسَدِ إِذَا اشْتَكَى مِنْهُ عُضْوٌ تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ الْجَسَدِ بِالسَّهَرِ وَالْحُمَّى

“Müslümanların birbirlerini sevme, merhamet etme ve şefkat göstermedeki misalleri tek bir bedenin azaları gibidir; bir uzuv rahatsız olsa, bütün beden acı çeker, uykusuz kalır.”149 ölçüsünü rehber edinmiş ve kendi şahsî hayatını unutmuştu. Herkes, din kardeşinin daha iyi yaşayabilmesi için kendi rahatından feragat eder duruma gelmişti.

Kazançta durulaşıp saflaşmanın yanında, harcama ve tüketimde de müthiş bir denge vardı. İsraftan tamamen uzaklaşılmıştı. Toplumda israf ekonomisi olarak tanımlanacak herhangi bir yara yoktu. Çoğu zaman zaruri ihtiyaçlardan bile fedakârlık ediliyor, para ve emtia, dinin ikâmesi ve muhtaçların görülüp gözetilmesi istikametinde daha değerli bir yerde kullanılıyordu.

Bu hal aslında pek tabii idi. Zira mü’minin kazancı da, tüketimi de ilâhî prensipler çerçevesi içinde olmalıydı. O, ne Rabbin gazabını celp edecek israfa ne de diğer insanların iştahını kabartacak mahiyette bir harcama içine girebilir. Hiçbir hayra medar olmayan, kimseye fayda getirmeyen, herhangi bir potansiyeli harekete geçirmeyen, cemiyet bünyesinde ölü bir mıntıkayı canlandırmayan tüketimlerin, mü’minin hayatında yeri yoktur. Mü’min için, düştüğü her ortamda yeni rüşeymlere hayat bahşeden bir harcama söz konusu olmalıdır ve o kutlu dönem bunun canlı misalleriyle doludur.

Böyle olduğu içindir ki kin ve nefret, başka toplumları kırıp geçirmesine rağmen mü’minler arasında kendine yer bulamamış ve toplumsal hayatta her fert üretici ve aktif hâle gelmişti. Dinin, hayatı kucaklayan diğer yönleri de harekete geçirildiğinden ve din bir bütün olarak yaşandığından dolayı içtimaî rahatsızlıklar bütünüyle ortadan kalkmış, sıkıntılar asgari seviyeye inmiş, hatta bazıları itibarıyla büyük ölçüde sıfırlanmıştı. Öyle ki, bu içtimai yapının gelişerek devamı sayesinde ileriki yıllarda öyle bir seviyeye ulaşılmıştı ki, sadaka ve zekât vermek isteyenler, bunları alacak şahıs bulamadıklarından dolayı üzüntü ile geri dönerken, devletçe işe el atılmış ve onları, böyle bir vecibeyi yerine getirmekten mahrum bırakmamanın çareleri bulunmaya çalışılmıştı.

ıı. Hazinede Denge

Mekke hayatı bilinmezlerle doludur. Orada bir merhaleye kadar tebliğ açıktan yapılamadığı gibi, yeni teşekkül etme durumunda olan Müslümanların malî yapısı da tam netlik kazanmamıştır. O dönemde hemen her şey, Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve birçok sahabinin kendi imkânları dâhilinde yaptıkları malî fedakârlıklarla yürüyordu; malın toplanması ve dağıtımıyla ilgili sistemleşmiş bir ünite henüz yoktu. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam), kendisine ulaştırılan yardımları, ihtiyaç hissedilen yerlere ya bizzat kendisi ya da bazı sahabilerin eliyle ulaştırıyordu.

Medine döneminin ilk yıllarında da nispeten devam eden bu şartlar, bir müddet sonra yerini bolluk ve berekete bıraktı. Gerek Müslümanlardan alınan zekât, öşür ve sadakalar, gerekse maddî cihadın getirdiği fey ve ganimetler hazineyi doldurdu. Zaten Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) hazineyi müthiş denecek ölçüde dengeli kullanıyordu. Kesinlikle ölü yatırıma tek kuruş hacanmıyor ve eldeki imkânlar sadece olması gereken yerlere sarf ediliyordu. Bunun yanında gerekli yerlere yapılan harcamalar da yine dengeyi bozmayacak şekildeydi.

ııı. Parada Canlılık

Bu dönemin ticarî hayatında hüküm süren alışveriş, hem takas veya mal mübadelesi diyebileceğimiz usûl üzere hem de günümüzdeki şekliyle para karşılığı emtia usûlü üzere yapılıyordu. O gün kullanılan para birimleri, dirhem ve dinardı. Dirhem gümüşten, dinar ise altından yapılıyordu. Bunların, para birimi olma özellikleri yanında, zatî değerleri de vardı. Her yönüyle yeni teşekkül eden bu toplumda, hemen her alanda var olan canlılık paraya da aksetmiş, iktisadî hayata hareket gelmiş ve neticede her türlü mübadele unsurunda müthiş bir canlılık meydana gelmişti. Öyle ki toplumda artık âtıl ve cansız hiçbir şey yoktu. Ruh ve kalb plânındaki diriliş, âdeta çarşı-pazara, oradan da fertlerin cüzdanlarına aksetmiş ve böylece her şey canlı bir keyfiyete ulaşmıştı. Dolayısıyla bu dönemde âtıl paralara, stoklara, altın ve gümüş yığınlarına rastlamak âdeta mümkün değildi. Hatta çoğu zaman, kadınların boyunlarındaki ve kollarındaki takılar bile bu durumdan nasibini alıyor, çarşı-pazarda ayrı bir canlılığa vesile oluyordu.

Bir ihtiyaç ânında kadınların himmetine müracaatta bulunan Allah Resûlü’nün, onlardan da infak etmelerini istemesi ve neticede ortaya bırakılan bilezik, küpe gibi zinet eşyalarının teşkil ettiği yekün bunun en çarpıcı misalidir.

b. Mükellefiyet Olarak Zekât

Mekke döneminde genellikle iman esasları üzerinde durulduğu, ahkâma ait meselelerin –büyük çoğunluğu itibarıyla– Medine döneminde farz kılındığı hemen herkes tarafından bilinen hususlardandır. Dolayısıyla Mekke’de inen sûrelerde zekâttan bahsedilse bile, farz bir müessese olarak bugünkü mânâda zekât, Medine’de, hicretin ikinci senesinde ele alınmıştır.

Başta da söylediğimiz gibi Mekke’de inen sûrelerin bir kısmında zekât ıstılahî anlamının dışında tezkiye ve temizlik gibi mânâlarda kullanılmış, bazı âyetlerde ise daha önceki peygamberlerle onların ümmetleri arasındaki münasebetlerle ilgili olarak zikredilmiştir. Bununla birlikte bu âyetlerin bir kısmında, mü’minler anlatılırken, onlara ait bir sıfat olarak zekât verdiklerinden bahsedilmiştir. Başka bir âyette de malın artması düşüncesiyle faiz olarak alınan para bulaşmış malın Allah katında bir bereketi olmayacağı için aslında artmayacağı, ancak Allah rızası gözetilerek verilen zekâtın malda devamlı artışa sebep olacağı anlatılmaktadır.150 Mekke’de inen bir başka âyette ise müşrikler kınanırken, onların ortak özellikleri olarak zekât vermemeleri ve ahireti inkâr etmeleri nazara verilmektedir.151

Yine Mekke’de inen şu âyette, toprak mahsulü olan hububat ve bilhassa meyvelerden bahsedildikten sonra, كُلُوا مِنْ ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَآتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ وَلَا تُسْرِفُوا إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ “(Bütün bu bitkilerin, ağaçların) her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin, hasat günü de hakkını verin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.”152 denilerek, bir nevi öşre hazırlık yapılmış ve israfla tasadduk arasındaki farka dikkat çekilmiştir.

Habeşistan’da bulundukları sırada Cafer İbn Ebî Talib’in, Necaşî karşısındaki konuşmasında namaz ve zekâttan bahsetmesi,153 Mekke döneminde bu ibadetler hakkındaki hazırlık aşamasının şahıslarda oluşturduğu kanaati göstermesi bakımından önemlidir. Zira zekât, daha evvel de bir münasebetle üzerinde durulduğu gibi Kur’ân’da büyük çoğunlukla hep namazla beraber zikredilmiştir. Yalnız ilk başlarda bahis mevzuu edilen namaz ve zekâttan maksat, günlük beş vakit namaz ve şartları ile nisabı belli olan zekât değil, mutlak mânâda namaz ve zekâttır. Zira o gün için bu ibadetler, birer fariza olarak yerine getirilmiyordu. Bütün bunlar bize, Kur’ân’ın, insanları hidayete davet ederken kullandığı “tedricilik” metodunu, zekâtla ilgili olarak da kullandığını göstermektedir.

Evet, bu tedricilikte zekât, ilk plânda başka mânâlarda kullanılarak dikkatler onun üzerine çekilmiş, ardından önceki ümmetlerin faziletlerinden bahsedilirken o faziletlerden biri olarak zekât vermeleri zikredilmiş ve böylelikle malî mükellefiyet hususunda merak uyandırılmış, daha sonra da mü’minlerin vasıfları methedilerek kâfirlerin zekât vermedikleri üzerinde durulmuş ve mü’minin zekâttan asla vazgeçemeyeceği anlatılmıştır.

Aslında bu, Kur’ân’ın tebliğ metodudur ve dini tebliğde, insanla bütünleşmiş birçok yanlış alışkanlıkların koparılıp atılmasından; namaz, zekât ve oruç gibi bedenî ve malî güç isteyen ibadetlere kadar birçok meselede bu tedricilik prensibi esas alınmıştır. Bu ise Allah’ın, kullarına olan merhametinden başka bir şey değildir. İnsanlara, birden bire mükellefiyetlerle altından kalkamayacaklarını zannedecekleri bir atmosfere sokmadan, alıştıra alıştıra ve kendi gönül rızalarıyla huzuruna yaklaşabilecekleri yolları gösterme, ilâhî rahmetin tecellisinden başka bir şey olmasa gerek.

ı. Farz Kılınması

Zekâtın, nisap ve şartlarıyla birlikte verilmesi gerekli bir vecibe olarak farz kılınması, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ancak Medine döneminde, orucun farz kılınmasından sonra ve hicretin ikinci senesinde vuku bulmuştur.

Zekâtın farziyetini anlatan birçok âyet ve hadis vardır. Bunlardan bir kısmını şöylece zikredebiliriz:

Âyetler:

وَأَقِيمُوا الصَّلاَةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ “Namaz kılın ve zekât verin.”154

أَقِمْنَ الصَّلَاةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ “Namaz kılın ve zekât verin.”155

أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ “Namaz kılar ve zekât verirler.”156

أَقَامَ الصَّلَاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ “Namazı kılar, zekâtı da verir.”157

لَئِنْ أَقَمْتُمُ الصَّلَاةَ وَآتَيْتُمُ الزَّكَاةَ “Şayet namaz kılar, zekât verirseniz…”158

وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَة

“Namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık olarak infak ederler.”159

خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِمْ بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلَاتَكَ سَكَنٌ لَهُمْ

“Onların mallarından sadaka al ki o sadaka vasıtasıyla onları temizleyesin, kirlerinden arındırasın. Ve onlara dua et; çünkü Senin duan, onlar için huzur sebebidir.”160

إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً مِنَ اللهِ وَاللهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

“Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak fakirlere, düşkünlere, zekât üzerinde çalışan (zekât toplayan) memurlara, kalbleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, köle azadına, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur (toplanan zekât, ancak bu sayılan yerlere verilir). Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”161

Hadis-i Şerifler:

1. Başta Sahih-i Buhârî ve Müslim olmak üzere hemen bütün hadis kitaplarında zikredilen ve “Cibrîl hadisi” olarak bilinen hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine İslâm sorulunca, الإِسْلاَمُ أَنْ تَعْبُدَ اللهَ وَلاَ تُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَتُقِيمَ الصَّلاَةَ وَتُؤَدِّيَ الزَّكَاةَ المَفْرُوضَةَ وَتَصُومَ رَمَضَانَ “İslâm, yalnızca Allah’a ibadet etmek, O’na hiçbir şekilde hiçbir şeyi ortak kabul etmemek, namaz kılmak, farz olan zekâtı vermek ve Ramazan orucu tutmaktır.”162 buyurarak zekâtın, İslâm’ın temel esaslarından bir vecibe olduğunu bildirmektedir.

2. İslâm’ın beş temel esasının anlatıldığı bir başka hadislerinde Allah Resûlü şöyle buyurmuştur:

بُنِيَ الإِسْلاَمُ عَلَى خَمْسٍ شَهَادَةِ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلَّا اللهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ وَإِقَامِ الصَّلاَةِ وَإِيتَاءِ الزَّكَاةِ وَالحَجِّ وَصَوْمِ رَمَضَانَ

İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, Allah’ın Resûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucu tutmak.”163

3. Bahreyn dolaylarında yaşayan Abdülkays topluluğu, Mudar kabilesinin tecavüzlerinden korkmaları sebebiyle Efendimiz’in ziyaretine sadece savaşların durduğu “haram aylarda” gelebileceklerini bildirmişler ve Efendimiz’den, kendilerine Cennet’in kapılarını açacak tavsiyeler istemişlerdi. Bu talepleri karşısında İnsanlığın İftihar Tablosu’nun onlara emrettiği, dinin esası sayılan şeyler şunlardı: Allah’a iman ve Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) O’nun Resûlü olduğuna şehadet, namaz, zekât ve Ramazan orucu.164

4. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Muaz İbn Cebel’i (radıyallâhu anh) Yemen’e gönderirken şu tavsiyelerde bulunmuştur:

Ehl-i Kitap bir kavme gidiyorsun. Oraya ulaştığında ilk olarak onları, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun Resûlü olduğuna davet et. Şayet bu hususta sana itaat ederlerse Allah’ın, günde beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Bu hususta da sana itaat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek bir sadakayı (zekâtı) da farz kıldığını haber ver. Şayet bu hususta da itaat ederlerse, zekâtlarını toplarken mallarının en iyilerini alma; mazlumun bedduasından da çekin. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.”165

5. Bâdiyeden (şehir hayatından uzaktan, çölden) gelen birisi ile Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasında şöyle bir konuşma geçer:

– Ya Muhammed! Bize senin elçin geldi ve senin, Allah tarafından gönderildiğini söylediğini ifade etti?

– Doğru söylemiş.

– Peki semayı kim yarattı?

– Allah.

– Bu dağları kim dikti ve bu şekilde kim tahkim etti?

Allah.

– Semayı ve arzı yaratan ve bu dağları böyle diken adına soruyorum, seni Allah mı gönderdi?

– Evet.

– Senin elçin, günlük bize beş vakit namazın farz olduğunu söylüyor.

– Doğru söylemiş.

– Seni gönderen adına söyle, Allah mı böyle emretti?

Evet.

– Senin elçin, mallarımızın zekâtını vermemiz gerektiğini söylüyor.

– Doğru söylemiş.

– Seni gönderen adına söyle, Allah mı böyle emretti?

Evet.

– Senin elçin, Ramazan orucunun bize farz olduğunu söylüyor.

Doğru söylemiş.

– Seni gönderen adına söyle, Allah mı böyle emretti?

– Evet.

– Yine senin elçin, gücü yeten için haccın farz olduğunu söylüyor.

– Doğru söylemiş.

Bu konuşmadan sonra adam arkasını dönüp giderken, “Seni hakla gönderene yemin olsun ki, söylediğin kadarını yaparım, ne fazla ne az!” deyince, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: لَئِنْ صَدَقَ لَيَدْخُلَنَّ الْجَنَّةَ “Şayet doğru söylüyorsa mutlaka Cennet’e girer.”166

Bu hadisin Sahih-i Buhârî’deki rivayetinde, gelen şahsın şu sözlerine de yer verilmiştir: Senin getirdiğin şeylerin hepsine iman ettim. Ben kavmimin elçisiyim. Ben, Sa’d İbn Bekr kabilesinden Dımâm İbn Sa’lebe’yim.”167

6. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine biat eden sahabeden, zekât vermeleri sözünü aldığı da çok bilinen hususlardandır.168

Bu hadislerin yanında, hangi maldan ne kadar zekât verileceğini bildirdiği her yerde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kullandığı ifadeler, aynı zamanda zekâtın vazgeçilmeyecek bir farz olduğunu göstermektedir ki, bu konu ileride tafsilatıyla ele alınacaktır.

Aslında burada zekâtın farz oluşuna dair daha fazla delil zikretmek mümkündür. Yalnız biz, bunların bir kısmı, konu işlenirken ve ihtiyaç anında zikredileceği için burada bu kadarlıkla iktifa ediyoruz.

ıı. Devletin Organizesi

Kur’ân’ın, zekâtın sarf edileceği yerlerden birisi olarak, وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا “Zekât işinde çalışanlar…”169 ifadesiyle zekât memurlarına yer vermesi, bunun daha çok bir devlet organizesiyle gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Ayrıca Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Muaz İbn Cebel’i (radıyallâhu anh) Yemen’e zekât toplama vazifesiyle (âmil olarak) gönderdiğini en güvenilir hadis kaynakları nakletmektedir.170

Sahabe arasındaki genel eğilim de zekâtlarını âmiller vasıtasıyla beytülmale vermek şeklindeydi. Efendimiz’in âhiret diyarına hicret etmesinden sonra da sahabe, zekâtlarını Hazreti Ebû Bekir’e ve onun âmillerine, ondan sonra da Hazreti Ömer’e ve onun âmillerine vermeye devam etmişlerdir.

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), zekât memuru olarak vazifelendirdiği sahabilerden bildiğimiz bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: Muaz İbn Cebel (radıyallâhu anh), Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), Übey İbn Ka’b (radıyallâhu anh), Zeyd İbn Harise (radıyallâhu anh), İbnü’l-Lütbiyye (radıyallâhu anh), Mahmiye İbn Cez’ (radıyallâhu anh), Ebû Râfi’ (radıyallâhu anh), Kays İbn Sa’d İbn Ubade (radıyallâhu anh), Muhammed İbn Mesleme (radıyallâhu anh) ve Ubade İbn Samit (radıyallâhu anh).

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürümesinden ve sırasıyla Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anhümâ) devlet başkanı olmasından sonra da Enes İbn Malik, Abdullah İbn Sa’di, Ebû Ubeyde İbn Cerrah ve İmran İbn Husayn gibi kimselerin zekât memurluğu vazifesini ifa ettikleri yine bilinen hususlardandır.

2. Hulefa-i Raşidin Dönemi

Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra devlet başkanlığı vazifesini ilk olarak deruhte eden Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) duruşu, zekâtın hem önemini gösterme hem de içtimaî hayatta tatbikini ortaya koyma yönüyle çok manidardır.

Değişik bahanelerle zekât mükellefiyetinden kaçmak isteyenlere karşı o, net bir tavır ortaya koymuş ve gerekirse Resûlullah döneminde zekât olarak alınan miktarın en küçüğünü bile vermeyenlere karşı savaş ilan edeceğini afak-ı âleme ilan etmiştir.

Hâdiseyi Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) şöyle anlatmaktadır: “Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatından sonra Ebû Bekir (radıyallâhu anh) hilafete geçti. Bu arada bir kısım kabileler dinden dönmüştü. (O, dinden dönenlerin yanında zekât gibi bazı mükellefiyetleri yerine getirmek istemeyen kimselere de savaş ilan etmek isteyince) Ömer (radıyallâhu anh), ‘Ey Ebû Bekir! Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Lâ ilâhe illallah’ deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Kim ‘Lâ ilâhe illallah’ derse –Allah hakkı müstesna– bana karşı malını ve canını garanti etmiş olur. Hesabı ise Allah’a aittir.’ dediği hâlde sen nasıl o insanlarla savaşırsın?’ şeklinde itiraz etmiş, bunun üzerine Ebû Bekir (radıyallâhu anh), ‘Vallahi namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka mücadele ederim. Çünkü zekât, malın hakkıdır. Allah’a yemin olsun ki Resûllullah devrinde verdikleri bir oğlağı bile bana vermezlik ederlerse onları bu hareketlerinden menetmek için savaşırım.’ dedi. Bunun üzerine Ömer (radıyallâhu anh), ‘Allah’a yemin olsun ki bu, Allah’ın, Ebû Bekir’in kalbine hakikati ilham etmesinden başka bir şey değildir. Neden sonra ben de bunun hak olduğuna kanaat getirdim.’ dedi.”171

Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh), kararlılık ve dinî meselelerdeki hassasiyeti “Namaz kılarız ama zekât vermeyiz.” düşüncesini bertaraf etmiş ve böylelikle zekât müessesesi yeniden rayına oturmuştur. Onun döneminde, Hazreti Ömer, Ebû Ubeyde ve Muaykıb İbn Ebî Fatıma gibi kimseler zekât organizesinde vazife almışlardır.

Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde henüz çekirdek halinde olan beytülmal (devlet hazinesi), Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) hilafetinde sistematize edilmiş ve belli esaslara bağlanarak sağlam temeller üzerine oturtulmuştur.

Zekât müessesesinin sistemli şekilde işletilmesi neticesinde, Hulefa-i Raşidin’in beşincisi kabul edilen Ömer İbn Abdülaziz devrinde orta tabakanın kuvvetlendiği ve zekât verilecek fakirin kalmadığını görüyoruz. Zaten Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu neticeyi gayb-aşina gözüyle çok önceden görmüş ve şu sözleriyle bunun müjdesini vermiştir:

تَصَدَّقُوا فَإِنَّهُ يَأْتِي عَلَيْكُمْ زَمَانٌ يَمْشِي الرَّجُلُ بِصَدَقَتِهِ فَلاَ يَجِدُ مَنْ يَقْبَلُهَا يَقُولُ الرَّجُلُ لَوْ جِئْتَ بِهَا بِالأَمْسِ لَقَبِلْتُهَا فَأَمَّا اليَوْمَ فَلاَ حَاجَةَ لِي بِهَا

“Tasadduk edin; zira çok yakında öyle bir zaman gelecek ki bir insan, elinde sadakası (zekâtı) ile dolaşacak da onu kabul edecek kimseyi bulamayacak. Öyle ki, birine vermek istediğinde, vermek istediği kişi, ‘Şayet dün gelseydin kabul ederdim. Ama şimdi ihtiyacım yok.’ diyecek.”172

Başka bir hadislerinde ise Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mal çoğalıp sadaka verilecek kimse kalmayacağı âna kadar kıyametin kopmayacağını bildirerek bu hakikate işaret etmektedir.173

İşte Hazreti Ömer’in torunu Ömer İbn Abdülaziz dönemi, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) müjdesini verdiği bu hâle şahit olmuştur. Zira zekât, fonksiyonunu eda etmiş ve fakir zümreyi cemiyete orta sınıf olarak kazandırmıştır. Neticesinde de normal şartlarda kimsenin zekâta ihtiyacı kalmamıştır. Alacak kimse bulunamayınca, çare olarak zekât ve sadaka vermek isteyenlerin elinde kalan parayı devlet toplamak zorunda kalmıştır.

Ömer İbn Abdülaziz hazretleri, hilafet müddetinin kısalığına rağmen adaleti temin etmiş, zulmün önünü almış ve hak sahibine hakkını ulaştırmıştır. Zira o, her gün halkının arasına bir münadi gönderiyor ve şöyle ilanda bulunuyordu: “Borçlular nerede? Evlenmek isteyenler yok mu? Fakirler nerede? Yetimler var mı? Gelsinler, onların hepsinin ihtiyaçlarını gidereyim.”174

C. İslâm ve Diğer Dinlerin Zekât Anlayışı Arasındaki Farklar

Buraya kadarki tarihî malumat içerisinde, İslâm’dan önceki dinlerde de zekâtın mevcudiyetinden bahsettik. Şunu unutmamak gerektir ki bugün bilinebildiği kadarıyla diğer dinlerdeki zekât anlayışı ile İslâm’daki zekât farizasının arasında bazı farklar vardır. Bu farkları şu şekilde özetlememiz mümkündür:

1. İslâm’da zekât, hiç bir zaman mücerret bir iyilik veya hayır değildir. Aksine o, İslâm’ın ana rükünlerinden bir rükün, en büyük prensiplerinden bir prensip ve temel dört ibadetten birisidir. Bu sebepledir ki, onu yerine getirmeyen kişi fasık olarak nitelendirilir; farz olduğunu inkâr edenin küfrüne hükmedilir.

2. İslâm’a göre zekât, fakirlerin, zenginlerin malları üzerindeki hakkıdır. Bu hakkı, mülkün gerçek sahibi olan Allah (celle celâluhu) tayin etmiştir. O hakkı ödemeyi, mülküne emanetçi kıldığı, bekçiliğini kendilerine verdiği zenginler üzerine farz kılmıştır. Bu sebeple de zenginin vermiş olduğu zekâtı fakirin başına kakması veya ona karşı üstünlük taslaması asla söz konusu olamaz/olmamalıdır. Çünkü malın gerçek sahibinin emriyle verdikten sonra, kasa başındaki adamın, para verdiği kişilere karşı minnet etmeye hakkı yoktur. Yoktur zira o sadece bir tevziat (dağıtım) memurudur.

3. Zekât belirli bir haktır. İslâmiyet, müntesiplerinin vazifelerini bilmeleri ve kendilerine düşen mükellefiyeti yerine getirmeleri için, zekâtın nisabını, miktarını, sınırını, şartlarını, verilme şeklini ve zamanını bizzat kendisi tayin etmiştir.

4. Bu hak sadece vicdanlara bırakılmış değildir. Bilakis devlet, onu adaletle toplama ve hakkaniyetle dağıtma sorumluluğu ile yükümlüdür. Bu da zekât görevlileri vasıtasıyla gerçekleşmektedir. O, –tabir caizse– kudsi bir vergidir. Bunun için Kur’ân, mü’minlere zekât vermelerini emreden âyetlerinin yanında, خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً “Mallarından bir sadaka (zekât) al!”175 âyetiyle, nübüvvetiyle beraber devlet başkanı konumundaki Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitap etmiş, Efendimiz de hadislerinde, إِنَّ اللهَ افْتَرَضَ عَلَيْهِمْ صَدَقَةً تُؤْخَذُ مِنْ أَغْنِيَائِهِم وَتُرَدُّ عَلَى فُقَرَائِهِمْ “Allah onların üzerine, bir sadaka vermeyi farz kılmıştır. Zenginlerinden alınır, fakirlerine verilir.”176 buyurmak suretiyle devletin uygulamadaki rolüne dikkat çekmiştir.

5. Devlet, bu farizayı yerine getirmekten kaçınanları, uygun göreceği cezalarla tedip etmeye yetkilidir. Bu ceza ve tedip, mal sahibinin malının yarısını almaya kadar varabilir. Nitekim bu husus, hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmiştir:

مَنْ أَعْطَاهَا مُؤْتَجِرًا فَلَهُ أَجْرُهَا وَمَنْ مَنَعَهَا فَإِنَّا آخِذُوهَا وَشَطْرَ مَالِهِ عَزْمَةً مِنْ عَزَمَاتِ رَبِّنَا عَزَّ وَجَلَّ

“Kim, zekâtını, sevabını dileyerek verirse karşılığını mutlaka alır. Kim de vermezse onu ve malının yarısını, Rabbimizin haklarından bir hak olarak alırız.”177

6. Zekâtın toplanmasında devlet gevşek veya kayıtsız davranırsa, yahut toplum bu görevi ihmal ederse, her fert, bu büyük farizayı şahsi olarak yerine getirmekle mükelleftir. Çünkü her şeyden önce zekât, İslâm’ın temel rükünlerinden bir rükündür ve Müslümanın, kendisiyle Allah’a (celle celâluhu) yaklaştığı, malını ve nefsini temizlediği bir ibadettir. Devlet onu sorumlu tutmazsa, iman ve Kur’ân mesul tutar.

7. Zekât gelirleri, sadece din adamlarının tasarruflarına terk edilmediği gibi, yöneticilerin isteklerine de, alıcı durumunda olanların arzularına da bırakılmış değildir. Zekâtın, kimlerden alınıp nerelere dağıtılacağını bizzat tespit eden Kitap ve Sünnet’tir. Zekâtın toplanması kadar dağıtılması da önemlidir. Bunun içindir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), zekâtın, bir beldedeki zenginlerden alınacağını ve o beldedeki fakirlere dağıtılacağını bildirmiş, böylelikle insanlar, kendilerinden çıkan zekâtın yine kendilerine döneceği inancıyla ayrı bir güven duymuşlardır.

8. İslâm’da zekât, çoğu zaman fakirin acil bir ihtiyacını giderip yoksulluğu biraz hafifledikten sonra onu tekrar fakr u zaruretiyle başbaşa bırakan mücerret bir yardımdan ibaret değildir. Aksine onun hedefi, fakirin elinden tutup onu fakr u zaruretin pençesinden kurtarmak ve hatta bir müddet sonra onu da zekât verebilecek bir konuma getirmektir.

9. Kur’ân ve Sünnet’in farz kılıp ahkâmını vaz’ ettiği zekâtın, sarf yerleri itibarıyla ruhî, ahlâkî, sosyal ve siyasal bir takım hedeflerin gerçekleşmesinde büyük bir rolü vardır. Zekât, fakirlerin yanında, kalbleri İslâm’a ısındırılmak istenenlere, kölelikten kurtulmak isteyen kölelere, borç altında kalıp ezilen borçlulara ve Allah (celle celâluhu) yoluna… harcanmaktadır.

İşte sarf alanları ve hedefleri gibi hususiyetleri açısından İslam’da zekât, diğer dinlerdeki benzeri uygulamalardan çok daha geniş alanlıdır.


111 Zuhruf sûresi, 43/32.

112 Enbiyâ sûresi, 21/73.

113 Meryem sûresi, 19/55.

114 Beyyine sûresi, 98/5.

115 Hûd sûresi, 11/87.

116 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/265; İbn Hibbân, es-Sahîh 2/77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/652.

117 Bakara sûresi, 2/83.

118 Mâide sûresi, 5/12.

119 Süleyman’ın Meselleri, Bab: 10, âyet: 4.

120 Mezmurlar, Bab 22, âyet: 24.

121 Mezmurlar, Bab 13, âyet: 16.

122 Süleyman’ın Meselleri, Bab 19, âyet 17.

123 Süleyman’ın Meselleri, Bab 14, âyet 31.

124 Süleyman’ın Meselleri, Bab 31, âyet 9.

125 Eyub, Bab 29, âyet 12, 16,17.

126 Tesniye, Bab 15, âyet 7, 8, 9, 10, 11, 12.

127 Süleyman’ın Meselleri, Bab 28, âyet 27.

128 İşaya, Bab 58, âyet 10.

129 Süleyman’ın Meselleri, Bab 22, âyet 16.

130 Ebû Dâvûd, ilim 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 4/136.

131 Meryem sûresi, 19/30-33.

132 Matta, Bab, 6, âyet, 1-4.

133 Resullerin İşleri, Bab, 3, âyet, 3-4.

134 Matta, Bab 6, âyet 19-22.

135 Resullerin İşleri, Bab 10, âyet 4.

136 Resullerin İşleri, Bab 10, âyet 31.

137 Matta, Bab 6, âyet 25-34.

138 Matta, Bab 19, âyet 21-24.

139 Luka, Bab 12, âyet 33.

140 I. Korintliler, Bab 13, âyet 3.

141 İbraniler, Bab 13, âyet 5.

142 Matta, Bab 23, âyet: 22.

143 Buhârî, zekât 1.

144 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 8/184; Hatib el-Bağdadi, Tarih-i Bağdat, 3/701.

145 Necm sûresi, 53/39-40.

146 Buhârî, büyû 15; İbn Mâce, ticârât 1.

147 Buhârî, zekât 50; Müslim, zekât 107.

148 Bkz.: Müslim, zekât 108; Ebû Dâvûd, zekât 27.

149 Buhârî, edeb 28; Müslim, birr 66.

150 Bkz.: Rûm sûresi, 30/39.

151 Bkz.: Müddessir sûresi, 74/42-44.

152 En’âm sûresi, 6/141.

153 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 1/461.

154 Bakara sûresi, 2/43, 83, 110; Nisâ sûresi, 4/77; Hac sûresi, 22/78; Nûr sûresi, 24/56; Mücadele sûresi, 58/13; Müzzemmil sûresi, 73/20.

155 Ahzâb sûresi, 33/33.

156 Bkz.: Bakara sûresi, 2/277; Tevbe sûresi, 9/5, 11, 18; Beyyine sûresi, 98/5; Bakara sûresi, 2/3; Mâide sûresi, 5/55 Enfâl sûresi, 8/3; Tevbe sûresi, 9/71; Neml sûresi, 27/3; Lokman sûresi, 31/4.

157 Bakara sûresi, 2/177; Tevbe sûresi, 9/18.

158 Mâide sûresi, 5/12.

159 Ra’d sûresi, 13/22; Fâtır sûresi, 35/29; Enfâl sûresi, 8/3.

160 Tevbe sûresi, 9/103.

161 Tevbe sûresi, 9/60.

162 Buhârî, imân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, imân 5, 7.

163 Buhârî, îmân 40, ilm 25, mevâkıt 2, zekât 1, farzu’l-humus 2, menâkıb 5, edeb 98, ahbâr 5, tevhîd 56; Müslim, imân 23-24, eşribe 39.

164 Buhârî, imân 53; zekât 1.

165 Buhârî, zekât 62, 40; Müslim, imân 29, 31.

166 Müslim, imân 6.

167 Buhârî, ilim 6.

168 Bkz.: Buhârî, zekât 2; Müslim, imân, 97, 99.

169 Tevbe sûresi, 9/60.

170 Bkz.: Buhârî, zekât 62, 40; Müslim, imân 29, 31.

171 Buhârî, zekât 1, istitâbe 3; Müslim, imân 32.

172 Buhârî, zekât 9, 16, fiten 25; Müslim, zekât 58.

173 Bkz.: Buhârî, zekât 9; Müslim, zekât 61.

174 İbn Kesir, el-Bidâye, 9/208-209.

175 Tevbe sûresi, 9/103.

176 Buhârî, zekât 1, 63, megâzî 60; Müslim, imân 29.

177 Ebû Dâvûd, zekât 5; Nesai, zekât 4, 7.

-+=
Scroll to Top