2. ZEKÂT VERİLMESİ GEREKEN MALLAR
Hangi üründen hangi rakama ulaşıldığında ve ne kadar zekât verileceği meselesi, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadislerine dayanmaktadır. Kur’ân, defaatle zekât emrini tekrarlamakla beraber detaylara inmemiş, nisap ve oranlar Allah Resûlü’nün Sünneti vasıtasıyla (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmete tebliğ edilmiştir.
Zekâtta her ürünün nisabı ve bundan verilmesi gereken miktar aynı değildir. Ürüne göre her ikisi de farklılık arz eder. Halk arasında yaygın olarak bilinen 1/40’lik oran bazı zekât mallarında geçerli olsa da, hepsinde böyle değildir. Bu oran, nakit paralar, ticarî eşyalar ve başlangıç itibarıyla koyunlarla ilgilidir. Madenler ve toprak mahsullerinin zekât miktarı farklı olduğu gibi, diğer hayvan cinslerinin de kendilerine mahsus zekât oranları vardır.
Zekât verilmesi gereken mallar; ana hatlarıyla hayvanlar, menkul ve gayrimenkul kıymetler, madenler, ziraî mahsuller ve ticaret eşyasından oluşmaktadır. Bunların her birini kendi kategorisinde ele alarak kısaca açıklamaya çalışalım.
A. Hayvanlar
Zekâta tâbi malların nisap miktarı ve zekât oranları aynı olmadığı gibi hayvanların cins ve yaşlarına göre de bu oranlar farklılık arz etmektedir. Devenin kendine göre bir zekât sistemi olduğu gibi, sığır cinsinin ayrı, koyunların da farklı bir zekât nizamı vardır. Bunların hepsi de bizzat Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tespit edilmiştir. Şimdi sırasıyla bunlara bakalım.
1. Deve
Bilindiği gibi deve, daha çok çöl ikliminin ağırlıklı olduğu sıcak bölgelerin hayvanıdır. Dolayısıyla ülkemizde hemen hemen yok denecek kadar azdır. Bununla birlikte diğer Müslüman ülkelerin çoğunda hâlâ deveden çok yönlü istifade edilmektedir. Asr-ı Saadet’te de deve revaçta olan bir hayvan idi. Âdeta o, bölge insanıyla bütünleşmiş ve onun her şeyi olmuştu. Yeri geldiğinde binek olarak kullanılır ve sırtında yük taşınır; yeri geldiğinde de et ve sütünden istifade edilirdi. Aynı şekilde o, yünü itibarıyla ayrı bir ehemmiyet arz ettiği gibi, çölde gölgelik olarak da insanların birinci sığınağı durumundaydı.
Bunun yanında deve, o günün toplumunda maddî gücün bir göstergesiydi. Tebük seferi münasebetiyle durumunu arz eden Ka’b İbn Mâlik’in (radıyallâhu anh) sözlerinden de anladığımıza göre, o gün için iki deveye sahip olmak zenginlik alâmeti sayılıyordu. Çünkü Ka’b İbn Mâlik, çıkılan bu seferden geri durmak için maddî açıdan hiçbir engelinin olmadığını, o güne kadar elde edemediği iki deveye o gün sahip bulunduğunu anlatarak pişmanlığını ifade etmiş ve bilindiği üzere bu doğru sözlülüğünün mükâfatını da, tevbesinin kabul edildiğine dair gökler ötesinden gelen fermanla almıştı.282
Deve, bugün bile çöl ikliminin hâkim olduğu ülkelerde hâlâ ekonomik bir gücü ifade etmektedir. Dolayısıyla ondan zekât alınması bugün de söz konusudur. İslâm’ın develerin zekâtıyla ilgili ortaya koyduğu hükümler, Enes İbn Mâlik ve Abdullah İbn Ömer’in (radıyallâhu anhum), Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptıkları rivayetleriyle tespit edilmiştir. Enes İbn Mâlik (radıyallâhu anh), develerin zekâtıyla ilgili olarak, kendisinin de içinde olduğu resmî bir yazışmayı anlatırken şu malumatı vermektedir:
Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Hazreti Enes’i (radıyallâhu anh) Bahreyn’e gönderdiği zaman, ona aşağıdaki talimatı yazılı olarak vermiş ve altını da Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mührü ile mühürlemişti. Mühre nakşedilen yazı, üç satır hâlinde idi. Birinci satırda Muhammed, ikinci satırda Resûl, üçüncü satırda da Allah yazılı idi. Bu mektupta şunlar yazılı idi:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Allah’ın da Resûlüne emretmiş olduğu, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) da Müslümanlara farz kıldığı zekât hükümleridir. Müslümanlardan her kimden bu, usûlünce talep edilirse, derhal versin. Kimden de belirtilenden fazlası istenirse vermesin.
24 ve daha aşağı miktardaki deve için vacip olan zekât, her beş devede bir koyundur. Develerin sayısı 25’e ulaşınca 35’e kadar iki yaşına basan dişi bir deve; eğer bu yoksa ikisine basan erkek bir deve; 36’ya ulaşınca 45’e kadar üç yaşına basan dişi bir deve; 46’ya ulaşınca 60’a kadar dört yaşına basan dişi bir deve; 61’e ulaşınca 75’e kadar beş yaşına basan bir deve; 71’e ulaşınca 90’a kadar üç yaşına basan iki dişi deve; 91’e ulaşınca 120’ye kadar dördüne basan iki kişi deve; 120’yi aşınca her kırk için üç yaşına basan bir dişi deve; (Bundan sonra) her 50 devede dördüne basan bir deve zekât olarak verilmesi gerekir. 4 devesi olana zekât düşmez, sahibi nafile olarak verirse o başka. 5 devesi olana bir koyun düşer.”
Bundan sonra koyunların zekâtını bildiren mektubun sonunda şu ifadeler yer almıştır: “Zekât korkusuyla, ayrı olanların araları birleştirilmez, birleşik olanlar da ayrılmazlar. İki ortağın malından alınan zekâtta her ikisi de adalet üzere birbirlerine müracaat ederler. Zekât olarak çok yaşlı, ayıplı ve (koç, teke gibi) döl hayvanı verilmez; zekât memuru kabul ederse o başka…
Kimin deve sayısı, zekât olarak beş yaşına basan bir deve vermeyi gerektiren miktarı bulur ve fakat sürüsünde bu olmaz da dördüne basan deve olursa, o kimseden bu kabul edilir ve mümkünse ekstra iki koyun veya yirmi dirhem daha alınır.
Kimin zekât olarak dördüne basan deve vermesi gerekirse ve fakat sürüsünde bu olmaz da beş yaşına basan bir deve olursa, ondan bu kabul edilir, zekât memuru ona yirmi dirhem veya iki koyun verir.
Kimin zekât olarak dördüne basan deve vermesi gerekir, fakat sürüde bu değil de üç yaşına basan dişi deve olursa, ondan bu kabul edilir, ekstra iki koyun veya yirmi dirhem daha alınır.
Kimin zekât olarak üç yaşına basan dişi deve vermesi gerekir, ancak bu vasıfta devesi olmayıp dördüne basan devesi varsa, kendisinden dördüne basan deve kabul edilir ve zekât memuru kendisine yirmi dirhem veya iki koyun öder.
Kimim zekât olarak üç yaşına basan dişi deve vermesi gerekir, fakat bu olmaz da iki yaşına basan dişi devesi olursa, ondan ikinci seneye basan dişi deve kabul edilir, ekstra yirmi dirhem veya iki koyun daha verir.
Kimin zekât olarak iki yaşına basan dişi deve vermesi gerekir de elinde bu olmaz, üç yaşına basan dişi devesi olursa, kendisinden bu kabul edilir, zekât memuru yirmi dirhem veya iki koyun verir.
Eğer mükellefin verebileceği, iki yaşına basan dişi devesi yoksa, ikisine basan erkek devesi varsa, bu ondan kabul edilir, beraberinde bir ödeme gerekmez.”283
Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) talimatında yer alan deveyle ilgili zekât miktarını şu şekilde özetleyebiliriz:
5-9 arası: 1 koyun
10-14 arası: 2 koyun
15-19 arası: 3 koyun
20-24 arası: 4 koyun
25-30 arası: 2 yaşında 1 dişi deve
36-45 arası: 3 yaşında 1 dişi deve
46-60 arası: 4 yaşında 1 dişi deve
61-75 arası: 5 yaşında 1 dişi deve
76-90 arası: 3 yaşında 2 dişi deve
91-120 arası: 4 yaşında 2 dişi deve
Develerin sayısı 120 oluncaya kadarki nisap ve zekât miktarları üzerinde icma olmakla birlikte, bu sayıdan sonrası hakkında ihtilâf bulunmaktadır. Biz burada cumhurun yani çoğunluğun görüşünü vereceğiz. Buna göre her elli devede dört yaşında bir dişi deve, her kırk devede üç yaşında bir dişi deve gerekmektedir. Bunları da bir cetvelle göstermek gerekirse;
121-129 arası: 3 yaşında 3 dişi deve
130-139 arası: 4 yaşında 1 ve 3 yaşında 2 deve
140-149 arası: 4 yaşında 2 ve 3 yaşında 1 deve
150-159 arası: 4 yaşında 3 dişi deve
160-169 arası: 3 yaşında 4 dişi deve
170-179 arası: 3 yaşında 3 ve 4 yaşında 1 deve
180-189 arası: 3 yaşında 2 ve 4 yaşında 2 deve
190-199 arası: 4 yaşında 3 ve 3 yaşında 1 dişi deve
200-209 arası: 4 yaşında 4 veya 3 yaşında 5 dişi deve.
2. Sığır
Et, süt ve güçlerinden istifade edilen, çok yönlü olarak yararlanılan sığırların zekâtları da yine hadislerle tespit edilmiştir. Mandalar da bu hükme dâhil olarak değerlendirilmektedir.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), sığırların nisabı ve verilecek miktarla ilgili verdiği ölçü şu şekildedir:
فِي ثَلَاثِينَ مِنَ البَقَرِ تَبِيعٌ أَوْ تَبِيعَةٌ وَفِي كُلِّ أَرْبَعِينَ مُسِنَّةٌ
“Her otuz sığır için erkek veya dişi bir tebî’ (bir yaşını doldurmuş) buzağı zekât verilir. Her kırk sığır için de bir müsinne (iki yaşını doldurmuş bir düve) zekât verilir.”284
Hadislerden de anlaşıldığı gibi sığır cinsinin nisabı 30’dur. Sığırların sayısı 30’a ulaştığı ve üzerinden de bir sene geçtiğinde zekât olarak bir buzağının verilmesi farzdır. Bu sayı 40’a ulaştığında iki yaşını doldurmuş üç yaşına girmiş bir tosun verilmesi gerekmektedir. Bundan sonraki sayı ve verilecek zekât miktarını bir tablo ile şöyle gösterebiliriz:
40 sığırda, 3 yaşında 1 tosun
60’da, 2 yaşında 1 dana
70’de, 2 yaşında 2 dana ve 3 yaşında 1 tosun
80’de, 3 yaşında 2 tosun
90’da, 2 yaşında 3 dana
100’de, 2 yaşında 2 dana ve 3 yaşında 1 tosun
120’de, 3 yaşında 3 tosun veya 2 yaşında 4 dana.
3. Koyun
Koyunların zekâtıyla ilgili nisap ve verilecek miktarlar da yine hadis-i şeriflerle tespit edilmiştir. Keçiler de koyun sınıfındandır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), koyun cinsinden alınması gerekli zekât miktarını, ilgili memurlara tebliğ ettiği bir mektupta şu şekilde bildirmektedir:
“Koyunlar 40’a ulaşınca, 120 koyuna kadar zekât olarak 1 koyun alınır. 121’e ulaşınca, 200 koyuna kadar bunun zekâtı 2 koyundur. 201’e ulaşınca 300 koyuna kadar zekâtı 3 koyundur. 300’ü aştı mı her 100 koyuna bir koyun zekât düşer. Yüzden aşağıda kalan küsûrata zekât düşmez. Zekât korkusuyla birleşik olanlar ayrılmaz, ayrı olanlar da birleştirilmez.”285
Hazreti Enes (radıyallâhu anh) Bahreyn’e vali olarak giderken Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) yazılı olarak kendisine verdiği ve altında Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mührü bulunan kitapçıkta koyunların zekâtıyla ilgili şu talimatı görmekteyiz:
“Koyunun zekâtı sâime olanlardan alınır. (Sâime, kırda otlatılan hayvana denilmektedir.) Sâime koyun 40’a ulaştığında 120’ye kadar bir koyun; 120’yi geçtiğinde 200’e kadar iki koyun; 200’ü geçtiğinde 300’e kadar üç koyun; üç yüzü geçtiğinde, 400’e kadar ziyadede bir şey alınmaz, ondan sonra her yüzde bir koyun alınır. Bir insanın koyunları 40’dan bir eksik olsa ona zekât düşmez; sahibi (nafile olarak) kendiliğinden verirse o başka.”286
Koyunların zekâtını fukaha şu şekilde özetlemiştir:
40-120 arası, 1 koyun
121-200 arası, 2 koyun
201-399 arası, 3 koyun
400-499 arası, 4 koyun
Bundan sonraki her 100 koyuna bir koyun ilave edilerek koyunun zekâtı hesaplanır.
4. At ve Benzerleri
Farklı gayeler için kullanılan atlar kullanış gayesine göre de zekâta konu olmaktadır. Savaş aleti olarak kullanıldığı dönemlerde atlardan zekât alınmamıştır. Zira savaş malzemesi o devirlerde aslî ihtiyaç kabul edildiğinden zekâta tâbi değildir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu noktada,
لَيْسَ عَلَى الْمُسْلِمِ فِي عَبْدِهِ وَلَا فَرَسِهِ صَدَقَةٌ
“Müslümanın atı ve kölesinden zekât gerekmez.”287 buyurmaktadır.
Fakat bilhassa günümüzde olduğu gibi savaş malzemesi değil de ticaret veya kâr getiren daha başka gayeler için besimi yapılan atların durumunu farklı değerlendirmek gerekecektir. Nitekim Zeyd İbn Sabit’in (radıyallâhu anh) rivayet ettiği, فِي كُلِّ فَرَسٍ سَائِمَةٍ دِينَارٌ “Sâime (dışarıda serbest dolaşan) her at için bir dinar zekât vermek gerekir.”288 hadisine dayanarak İmam Ebû Hanife gibi müçtehitler de, bu tür atlarda zekâtın gerekli olduğunu ifade etmektedirler. Buna göre sâime atlar ister erkek isterse dişi olsun onların zekâtını vermek gerekir. Sahibi, yukarıdaki hadiste de ifade edildiği gibi isterse at başına bir dinar(ın bugünkü karşılığını) verebilir veya dilerse onları ticarî emtia olarak değerlendirerek 1/40 zekât verir. Fakat ticarî maksatla elde tutulan atlar, doğrudan doğruya ticarî emtia sınıfına dâhil olacağından, sahibinin böyle bir muhayyerlik hakkı kalmayacak ve onların zekâtını 1/40 olarak verecektir.
Katır ve eşekler ise zekâttan muaftır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), katırların zekâtıyla ilgili kendisine sorulan bir soru üzerine, مَا أُنْزِلَ عَلَيَّ فِيهَا شَيْءٌ إِلَّا هَذِهِ الآيَةُ الجَامِعَةُ الفَاذَّةُ: فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ “Bana bunlar hakkında bir şey nâzil olmadı. Ancak şu câmi âyet onu da kapsar: ‘Zerre kadar hayır işleyen de, zerre miktar şerre bulaşan da onu görecek.’289”290 buyurmuştur. Ancak bunlar, ticarî emtia olduklarında yine 1/40 zekâta tâbi olacaklardır.
Atların diğer ehil hayvanlardan ayrıldığı önemli nokta, onların et, süt ve yün gibi yönlerinden istifade edilmemesidir. Dolayısıyla atın kendisi ve nesli asıldır, nema yani artma zatında olduğu gibi istifade de kendisinden olur. Halbuki diğer hayvanların neması, eti, sütü ve yünü itibarıyla olur, yani bu hayvanların ürünleri, onların nemasıdır. Zaten bir malda zekâtın farz olmasının şartlarından birisi de nemadır; yani malın artma özelliğinin olmasıdır. Ayrıca bu tür hayvanlar güçlerinden istifade maksatlı kullanıldıklarından, diğer hayvanlarda olduğu gibi ihtiyaç fazlası olanlar elde tutulmamaktadır. Dolayısıyla bunların, aynı şahsın eli altında nisap miktarına ulaşmaları da çoğu zaman mümkün değildir. İşte bütün bu sebepler, bazı fakihlerin, at, katır ve eşek gibi hayvanlardan zekât gerekmeyeceği şeklindeki görüşlerinin temelini oluşturmaktadır. Ne var ki, az önce de ifade ettiğimiz üzere ticaret maksadıyla elde bulunduruldukları ve nisap miktarına ulaştıkları takdirde bunların da zekâta tâbi olacaklarında ve kendilerinden kırkta bir oranında zekât alınacağında şüphe yoktur.
5. Diğer Hayvanlar
Yukarıda zekât ve nisap miktarları bizzat naslarla belirlenen hayvanların zekâtı hakkında bilgi vermeye çalıştık. Fakat günümüzde farklı maksatlarla yetiştirilen ve besiciliği yapılan daha birçok hayvan bulunmaktadır. Özellikle teknolojinin ve sanayinin gelişmesi yeni yeni sektörlerin oluşmasını sağlamış ve bu sektörlere kaynaklık yapan değişik hayvanların besimi yapılır hâle gelmiştir. Mesela günümüzde modern besihanelerde ve tavuk çiftliklerinde çok sayıda tavuk yetiştirilmekte, başta alabalık olmak üzere farklı cins balıkların yetiştirilmesi adına özel üretim tesisleri kurulmakta, aynı şekilde arıcılık ve ipek böceği yetiştiriciliği de yaygın bir hâl almaktadır.
Hayvan yetiştiriciliğiyle ilgili ortaya çıkan bu yeni üretim tarzları karşısında, meselenin fıkhî boyutu da tartışılmaya başlanmış ve bütün bu hayvanların zekâta tâbi olup olmayacakları ve eğer zekâtları verilecekse bunun oranının ne olacağı gündeme gelmiştir. Hemen ifade etmek gerekir ki zikredilen bu ve daha başka hayvanlar ihtiyaç için beslendikleri takdirde zekâttan muaf olsalar da, ticaret maksadıyla yetiştirildiklerinde zekâta tâbi olacaklar ve onlar hakkında da ticaret mallarıyla ilgili hükümler geçerli olacaktır. Dolayısıyla bu tür hayvanların değeri nisap miktarına (85 gr. altın) ulaştığı takdirde, onların 1/40 oranında zekâtları verilecektir. Ticaret için elde tutulmadıkları takdirde bu hayvanların kendisinden zekât verilmese de bunların gelirinden hâsıl olan nakit paralar nisap miktarına ulaştığında, bunlara zekât taalluk edeceği de hatırdan çıkarılmamalıdır.
6. Hayvan Ürünleri
Günümüzde bilim ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte hayvancılık sektöründe de önemli değişimler meydana gelmiş, geçmiş dönemlere nispeten hayvanlardan oldukça yüksek verim alınmaya başlanmıştır. Nitekim bugün dünyanın değişik bölgelerinde sırf ürünlerinden istifade etme düşüncesiyle birçok hayvanın besimi yapılmaktadır. Mesela yukarıda hükmü ele alınan bir kısım küçükbaş ve büyükbaş hayvanların daha ziyade sütünden istifade için besimi yapılmakta ve yine yumurta tavukçuluğu önemli bir gelir kaynağı hâline geldiği için yumurta üretim tesisleri açılmaktadır. Aynı şekilde arıların ve ipekböceklerinin ürünleri de (bal ve ipekböceği) önemli gelir kaynaklarından biri hâline gelmiştir. Dolayısıyla bu hayvanların bizzat kendilerinin zekâta tâbi olup olmamalarının yanında, onlardan elde edilen ürünlerin de zekât adına ne tür hükümlere tâbi oldukları, üzerinde durulan konulardan birisi hâline gelmiştir.
Daha önce küçükbaş ve büyükbaş hayvanların zekât miktarlarını açıklamıştık. Aynı şekilde daha başka hayvanların da ticarete konu edildikleri takdirde, ticarî emtia olarak değerlendirileceklerini ve buna göre zekâtlarının verileceğini ifade etmiştik. Bununla beraber bu hayvanlardan elde edilen ürünlerin de zekât hesaplamaları içine dâhil olup-olmaması, üzerinde durulması gereken ayrı bir husustur. Özellikle günümüzde bu hayvanî ürünlerin üretimine yönelik açılan büyük ölçekli tesisleri ve buralardan elde edilen yüksek kârları düşündüğümüzde, bunların zekâttan muaf tutulamayacakları açıktır. Dolayısıyla bunlar da ticaret mallarının hükmüne tâbi olacaklardır.
Fakat burada karşımıza farklı bir soru daha çıkmaktadır. Acaba ürünü için elde bulundurulan hayvanların sadece ürünlerinden mi zekât verilecektir; yoksa ürünleriyle birlikte bu hayvanların bizzat kendileri de zekâta tâbi olacak mıdır? Bir açıdan bunları fabrikadaki makina ve aletlere benzetebilir ve sadece bunların ürününden zekât gerekeceğini söyleyebiliriz. Fakat diğer yandan ürünlerin yanı sıra bizzat malın kendisinin de nemalanma özelliğine sahip olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, hem üründen hem de hayvanın kendisinden zekât verileceği söylenebilir. Biz, bu konuda kesin bir kanaat bildirme yerine, günümüzün gelişen şartları içinde zuhur eden bu türlü meselelerin, zekât açısından yeniden gözden geçirilmesinde fayda olduğunu hatırlatıp geçmek istiyoruz.
7. Bal
Malikî ve Şafiî uleması, balın sıvı bir madde olması yönüyle süte benzediği ve aynı zamanda zekâtının verileceğine dair sıhhatli bilginin olmaması sebebiyle baldan zekât alınmaması gerektiğine hükmetmişlerdir. Ancak Hanefî ve Hanbelî ulemasına göre baldan da zekât verilmelidir. Zekât verilmesi gereken oran ise, 1/10’dir. Hanefi uleması balın nisabıyla ilgili bir sınırlama koymamış, az veya çok ayırımı yapmamıştır. Buna mukabil Hanbeliler balın nisabını 10 farak (yaklaşık 65 kg.) olarak tespit etmişlerdir. Delil olarak da bu mevzuda rivayet edilen hadislerle Hulefa-i Raşidin dönemi ve sonraki uygulamaları göstermişlerdir.
İbn Ömer’in (radıyallâhu anhumâ) rivayet ettiği bir hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), فِي كُلِّ عَشَرَةِ أَزُقٍّ زِقٌّ “Balda, on ölçekte (zikk) bir ölçek zekât vardır.”291 buyurmaktadır. Bu durum, Amr İbn Şuayb’ın rivayetlerinde de, مِنْ عَشْرِ قِرَبٍ قِرْبَةٌ “10 kırbada bir kırba”292 şeklinde anlatılmaktadır.
Konuyla ilgili başka bir rivayette Ashab-ı Kiram’dan Ebû Seyyare (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek, “Ya Resûlallah, benim arılarım var.” dediğinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), أَدِّ الْعُشْرَ “Onun öşrünü (onda bir) öde.”293 buyurmuşlardır.
Bu ve benzeri delil ve uygulamalardan hareketle İmam Ebû Hanife Hazretleri, haraç arazisi dışında elde edilen baldan öşür (1/10) verilmesi gerektiğine hükmetmiş ve Hanefi mezhebinde fetva da buna göre verilmiştir.
B. Menkul Kıymetler
1. Altın ve Gümüş
Altın ve gümüş, çok eski dönemlerden bu yana bilhassa ticarî hayatta eşyaya mukabil bir kıymet olarak tedavül etmekte, genel itibarıyla de kadınların zinet maksatlı ihtiyaçlarına cevap vermektedir. Malum olduğu üzere altının zinet maksatlı kullanımı erkekler için haram, kadınlar için helâldir.294
Gerek tasarruf gerekse zinet maksadıyla olsun, elinde nisap miktarı altın ve gümüş bulunan kimsenin bunlardan zekât vermesi gerektiğini yine âyet ve hadislerden öğrenmekteyiz. Mesela Kur’ân-ı Kerim’de zekâtını vermeyen altın ve gümüş sahiplerinin maruz kalacakları uhrevî ceza şu ifadelerle anlatılmıştır:
“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (Bu paralar) Cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki), ‘İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeyleri (n azabını) tadın!’”295
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de aynı şekilde altın ve gümüşe sahip olduğu hâlde bunların zekâtını vermeyen kimselerin akıbetini şu sözleriyle anlatmıştır:
“Altın ve gümüşün üzerindeki hakkını vermeyen kimselerin altınları, gümüşleri, kıyamet gününde ateşten levhalar hâline getirilecek, Cehennem ateşinde kızdırılarak, onlarla sahibinin yanları, alnı ve sırtı dağlanacak. Bu levhalar soğudukça, süresi elli bin sene olan bir günde, kullar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar, sahibine azap için tekrar tekrar kızdırılarak aynı işlem yapılacaktır. Sonra da o kimseye, ya Cennet’e veya Cehennem’e doğru giden yol gösterilecektir.”296
Bilindiği gibi Asr-ı Saadet ve onu takip eden asırlarda altın ve gümüş, bir taraftan bugünkü para yerine kullanılıyor; diğer yandan da külçe hâlinde bulunuyor veya zinet eşyası olarak değerlendiriliyordu. Bu değerli madenler günümüzde daha çok zinet eşyası olarak karşımıza çıksa ve nakit para olma özelliğini kaybetmiş olsa da; hâlâ paranın fonksiyonlarını yerine getirmeye devam etmektedirler. Zira her şeyden önce bunlar önemli birer yatırım aracıdır. İstenildiği zaman paraya çevrilmesi mümkündür ve bu çok da kolaydır. Bu sebepledir ki bir insan, gerek zinet eşyası olarak gerekse tasarruf düşüncesiyle, hangi niyetle olursa olsun, nisap miktarının üzerinde altın veya gümüşe sahipse, bunların zekâtını vermesi gerekir.
Altın ve gümüşün nisap miktarları da bizzat Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tespit edilmiştir. Mesela Ebû Saîd el-Hudrî’nin (radıyallâhu anh) rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
لَيْسَ فِيمَا دُونَ خَمْسِ أَوَاقٍ صَدَقَةٌ
“Beş ukiyyenin (200 dirhem=595 gram gümüş)297 altındaki mallarda zekât yoktur.”298
İbn Mâce’nin rivayetine göre İbn Ömer ve Hazreti Âişe (radıyallâhu anhum) de bunu destekleyen şu rivayeti nakletmişlerdir:
إِنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَأْخُذُ مِنْ كُلِّ عِشْرِينَ دِينَارًا نِصْفَ دِينَارٍ وَمِنَ الْأَرْبَعِينَ دِينَارًا دِينَارًا
“Nebiyy-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) her yirmi dinardan yarım dinar, her kırk dinardan da bir dinar zekât alıyordu.”299
Ebû Dâvud’da yer alan şu rivayet ise altın ve gümüşün hem nisabı hem de verilmesi gereken zekât miktarlarını bildirmektedir:
هَاتُوا رُبْعَ الْعُشُورِ فِي كُلِّ أَرْبَعِينَ دِرْهَمًا وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ شَيْءٌ حَتَّى يَتِمَّ مِائَتَا دِرْهَمٍ فَإِذَا كَانَتْ مِائَتَيْ دِرْهَمٍ فَفِيهَا خَمْسَةُ دَرَاهِمَ فَمَا زَادَ فَعَلَى حِسَابِ ذَلِكَ
“Mallarınızın kırkta birini getiriniz. Her kırk dirhemde bir dirhem zekât vardır. İki yüz dirhem tamam oluncaya kadar size bir şey vacip değildir. İki yüz dirhem olduğu zaman, beş dirhem zekât vardır. Bundan fazla olan malların zekâtı da bu hesaba göre verilir.”300
Her ne kadar hadis-i şeriflerde altının nisabı 20 dinar (miskal), gümüşün nisabı da 200 dirhem olarak gösterilmiş olsa da, bunların günümüzün ağırlık ölçüleriyle ifadesinde bir kısım küçük farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılığın sebebi ise Asr-ı Saadet’te kullanılan ölçü birimlerinin, değişik bölgelerce farklı algılanmasıdır. Daha doğrusu o günün ölçü birimlerinin bölgeden bölgeye değişmesi ve bunlar arasında küçük farkların bulunmasıdır. Bununla birlikte bu konudaki genel eğilim, 20 miskal altının 85 grama, 200 dirhem gümüşün ise 595 grama tekabül ettiği şeklindedir. Dolayısıyla bu ölçülerde malı bulunan bir kimsenin, 1/40 (% 2.5) nispetinde zekât vermesi farzdır.
Asr-ı Saadet’te zikredilen bu altın ve gümüş nisapları hemen hemen aynı değere sahip iken, günümüzde gümüş, altın karşısında oldukça fazla değer kaybına uğramıştır. Bu sebepledir ki günümüz uleması değerli madenlerin, nakit paraların veya ticaret eşyalarının nisap miktarı hesaplanırken, altının esas alınması gerektiğini ifade etmektedir.
2. Para, Çek ve Senet
İnsanların, sahip oldukları paradan zekât vermeleri gerekir. Günümüzde kullanılan kâğıt ve madenî paralar, zatî kıymetleri olmayıp hükmî kıymeti haiz değerli kâğıtlar nevindendir. Paralar, bu yönüyle Asr-ı Saadet’te kullanılan ve zatî kıymeti olan altın ve gümüşe benzememekle birlikte, yaptığı iş ve tedavüldeki yeri itibarıyla bunlarla ayniyet arz etmektedir. Yani bugün, eşya mübadelesinde karşılık olarak altın veya gümüş para yerine kâğıt veya madenî para kullanılmaktadır. Hatta günümüzde mesele bununla da kalmamış, daha ötesinde değerler de ortaya çıkmıştır. İster elindeki nakit parası, ister banka hesabındaki değer, isterse başka türlü bir şey olsun, bir insanın sahip olduğu birikimler, ticarî hayatta yüklendikleri misyona göre değerlendirilmeli ve 1/40 üzerinden zekâtı verilmelidir.
Çek ve senetler de üzerindeki tarihler itibarıyla vakti geldiğinde nakde çevrilebilmeleri yönüyle kağıt para gibi değerlendirilir. Öyleyse tedavül vasıtası olan bütün bu değerler için 85 gram altının kıymetine mukabil gelecek miktara sahip olan kimse % 2,5 üzerinden zekât vermelidir.
3. Hisse Senedi
Büyük yatırımlarda hem sermayeyi geniş tabana yayma hem de ticarî hayata geniş kitlelerin katılımını sağlama adına piyasaya sürülen hisse senetleri bir mülkü temsil ettiği için zekâtı verilmesi gereken emtia cümlesindendir.
Genel yaklaşım, hisse senetlerinin kârından zekât verilmesi yönündedir. Bununla birlikte asli değerleri üzerinden zekât verileceğini savunanlar da vardır. Hisse senetleri ticari emtia olarak satın alındığında ise zaten ticaret malları kategorisine girecek ve asıllarından zekât verilecektir.
4. Süs Eşyası
Bu konuda sair mezheplerin farklı mütalâaları olsa da, Hanefi mezhebi nisap miktarına ulaşan zinet eşyalarından zekât verilmesi gerektiğini söyler. Şöyle ki 20 miskal (günümüz ölçüleri içinde 85 gram) ve daha fazla altını olan bir kadın, onun zekâtını vermekle mükelleftir.
Aslında kadınlar için altın, gümüş gibi madenlerden yapılan bilezik, künye, küpe, gerdanlık vb. süs eşyalarını kullanmak caiz olsa da, Allah Resûlü bu konuda kendi ailesine karşı olabildiğine hassas davranmıştır. Hatta bir keresinde kolunda bilezikle huzuruna gelen kızı Hazreti Fatıma’ya, أَيَغُرُّكِ أَنْ يَقُولَ النَّاسُ ابْنَةُ رَسُولِ اللهِ وَفِي يَدِهَا سِلْسِلَةٌ مِنْ نَارٍ “İster misin, Peygamberin kızı Cehennem’den bir halkayı kolunda taşıyor desinler?” diyerek ona çıkışmıştır. Bunun üzerine Validemiz hemen bileziği satıp, bedeliyle bir köle azat etmiş ve gelip Nebiler Serveri’ne yaptığını anlatmıştır. Allah Resûlü de bunun üzerine büyük bir memnuniyet içinde, الْحَمْدُ لِلهِ الَّذِي أَنْجَى فَاطِمَةَ مِنَ النَّارِ “(Kızım) Fatıma’yı ateşe girmekten koruyan Allah’a hamd olsun.”301 demiştir.
Bir fikir vermesi için arz ettiğimiz bu olaydan sonra fıkhî hükümlere tekrar dönecek olursak; zinet eşyaları nisap miktarına ulaşıyorsa, mutlaka zekâtı verilecektir. İslâm hukukuna göre kadın, ekonomik olarak kocasından bağımsızdır. Yani kadının, tasarruf hakkı kendisine ait menkul veya gayrimenkul malı olabilir. Bu durumda, sahip olunan o mallar, nisap miktarını aşıyorsa, kadın hükmen zengindir ve zengine düşen mükellefiyetleri eda etmek zorundadır.
Bazı durumlarda evlilik hayatında sahip olunan mallar, karı-koca müşterekliği içinde ele alınmaktadır. Dolayısıyla bunların zekâtı da buna göre verilmelidir. Bazen de mal, her ne kadar kadının üzerine tapulu olsa veya zinet eşyalarını kadın kullansa bile, örfî uygulamalar içinde onun tasarruf hakkı erkeğe ait olabilmektedir. O zaman bu mallar hükmen erkeğindir ve zenginlik adına nisap araştırması yapılırken, bu mallar erkeğin hesabına yazılacaktır ve zekâtını da elbette erkek verecektir.
5. Değerli Taşlar
Şimdiye kadar fukaha, dinî nasların bu noktadaki sükutundan hareketle inci, mercan, zebercet gibi kadınların kullandıkları değerli taşlardan zekât verilmesinin gerekmediği üzerinde durmuşlardır. Zira bunların, yine birer zinet olan altın ve gümüşten farkı, altın ve gümüşün tedavül vasıtası yani para olarak kullanılması, piyasanın bu ikisine göre belirlenmesidir. Halbuki bu taşların böyle bir durumu yoktur.
Bu nevi değerli taşlar şayet ticarete konu ediliyorsa, zaten ticarî emtia olarak değerlendirilecek ve % 2,5 oranında zekâtı verilecektir. Eğer bu tür değerli taşlar sadece zinet ve süs kastıyla elde tutuluyorsa, o zaman da yine zekâtının verilmesi bize daha doğru gelmektedir. Yani zekât verilirken bu tür değerli taşların da hesaba katılmasında isabet olacağı kanaatindeyiz.
İşin ekonomik tarafına bakıldığında da böyle bir hareket tarzının daha doğru olduğu anlaşılacaktır. Zira bu tür taşlar, zatî değeri haizdirler. Dolayısıyla bunlar zekâttan muaf tutulduklarında “kenz” olma yolları da açılmış olacaktır ki bu da Kur’ân ve Sünnet’in asla tasvip etmediği bir husustur.
C. Arabanın Zekâtı
İnsanın zaruri ihtiyaçları arasında ev, ev eşyası, giyecek, yiyecek ve içeceğin yanında binek vasıtası da sayılmaktadır. Meseleye zaruri ihtiyaç maddeleri açısından bakıldığında binek vasıtasına zekât düşmeyeceği anlaşılmaktadır. Ancak ev ve eşyada olduğu gibi arabada da lükse kaçma, normal bir araba ile giderebileceği ihtiyacını bunun üç-beş katı hatta bazen çok daha fazla fiyat vererek lüks arabalarla giderme meselesine gelince, burada zekâtın söz konusu olacağını söylemek mümkündür. Zira bunlar, lüks eşya olmaları sebebiyle havaic-i asliye sınırlarını aşmışlardır ve ihtiyat açısından maliyetleri göz önünde bulundurularak zekâtları verilmelidir.
Böyle davranmak, servet düşmanlığı şeklinde zuhur edebilecek birçok komplikasyonun önünü daha baştan alır ki, zekâtın içtimaî hayat adına getirdiği maslahatlar adına bu çok önemlidir. Dolayısıyla bir yanda ille de lüks arabaya bineceğim diyen kimselerin önüne engel konulmazken, diğer tarafta fakirin iştahı kabartılarak zengine karşı kin ve nefretle dolmasının önüne geçilmiş olur.
Araba binek vasıtası olarak kullanılmıyor, ticareti yapılıyorsa, sair ticari emtia gibi değerlendirilir ve 1/40 oranında zekâtı verilir. Ama araba, bir işte kullanılıyorsa kendinden değil, getirdiği gelirden zekât verilir. Bilhassa büyük şehirlerimizde çalışan taksi, dolmuş ve otobüslerle, şehirlerarası yolcu taşımacılığı yapan vasıtalar bu sınıfta zikredilebilir. Aynı şekilde yük taşımacılığında kullanılan kamyon ve tırlar da gelirlerinden zekât verilecek vasıtalardandır. Hava taşımacılığında kullanılan vasıtalar da aynı kategoride değerlendirilmelidir. Yine aynı şirket bünyesinde, şirketin maksatları doğrultusunda çalıştırılan vasıtaların durumu da aynıdır ve bunlar, fabrikalardaki alet ve makinalara benzerler. Yani bu aletlerin kendilerine zekât düşmez fakat getirdiği gelir, mükellefin sair gelirlerine katılarak, nisaba ulaştığı takdirde 1/40 oranında zekât verilir.
D. Gayrimenkuller
İslâm’ın ortaya koyduğu zekât sistemi sadece menkul kıymetlerle sınırlı olmayıp gayrimenkul alanındaki yatırımları da içine alır. Dolayısıyla arsa, daire ve fabrika gibi değerlerden de zekât verilmesi gerekir.
Başta Hanefi mezhebi olmak üzere fakihlerin çoğunluğuna göre, aslî ihtiyaçlar haricinde bulunan ev, daire, apartman, iş hanı gibi gelir getiren mülklerin gelirlerinden zekât verilir. Fakat diğer bir kısım fukaha, mülkün fıkhî ifadesiyle “rakabe”sinden, yani kendinden/aslî kıymetinden zekât verilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Günümüz şartları açısından bakıldığında, bu bana daha isabetli bir yaklaşım gibi geliyor. Zira bugün gayrimenkul, çok defa yatırım amaçlı, yani ticarî niyetle elde ediliyor. Dolayısıyla onun ticarî eşya statüsünde değerlendirilerek zekâtının verilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Meseleyi biraz daha netleştirecek olursak; gayrimenkul, ya ekilip biçilen veya yatırım amaçlı elde bulundurulan arsa veyahut binadır. Şayet arsa ekilip biçiliyor ise, onun hükmü bellidir: Çıkan üründen, el emeğinin durumuna göre 1/10 veya 1/20 miktarında zekâtı verilecektir. Bu durumda mülkün kendisinden zekât alınmaz. Ancak eğer arsa sahibi, “Ben bunu ticarî amaçla aldım ve onun için tutuyorum.” derse, o takdirde ticarî eşyaya nispetle arsanın mülk değeri üzerinden zekâtını vermesi gerekir. Yani bu şahıs, bir milyar değerindeki arsasının zekâtı olarak yıllık 25 milyon lira zekât vermekle mükelleftir.
Binalarda da durum farklı değildir. İnsanın oturduğu evden başka dairesi veya apartmanı varsa ve bunu ticaret için elinde tutuyorsa, binanın o günkü rayiç bedeli hesaplanarak zekât bunun üzerinden verilmelidir. Yukarıda belirttiğimiz üzere kirası için elde tutulan binalar hakkında fukahanın farklı yaklaşımları vardır. Fakat günümüzde, zekâtın farz kılınmasındaki sebep ve hikmetleri de gözeterek, kiraya verilen binaların asıl değerleri üzerinden zekât vermek daha doğru gözükmektedir. Ayrıca bu görüş mesârif-i zekâtın (kendilerine zekât verilen sınıflar) hakkını gözetme anlamına geldiği için İslâm’ın ruhuna daha uygun ve ümmetin maslahatına da daha muvafıktır.
Şunu da belirtmek gerekir ki ibadetlerde ihtiyatlı olmak asıldır. Dolayısıyla zekâtın vacip olup olmadığında tereddüt oluşan durumlarda mü’minlerin, işin ihtiyat tarafını esas tutup zekâtlarını vermeleri daha uygundur. Bu takdirde elde edilecek sevap ve mükafat da daha fazla olacak yani kul, ahiret yatırımını daha da artırmış olacaktır. Öte yandan, paraya ihtiyaç duyulan bir dönemde maddî açıdan fedakârlık yapan kimseler, –inşâallah– niyetlerinin büyüklüğü nispetinde mükâfat göreceklerdir.
E. Rikâz
Rikâz kelimesi, hem madenler hem de insanlar tarafından yeraltına gömülmüş hazineler ve defineler olmak üzere yer altından çıkan bütün değerleri içine alan genel bir kavramdır.
Allah Resûlû (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: فِي الرِّكَازِ الخُمُسُ “Rikâzdan beşte bir zekât vermek gerekir.”302
Bundan hareketle Hanefi mezhebinin nokta-i nazarı altın, gümüş, demir, bakır, kurşun gibi katı olup eritilerek bir kalıba dökülebilen her çeşit madenden % 20 oranında zekât alınması şeklinde tezahür etmiştir. Buna göre, eritilmeye müsait olmayan yakut, zümrüt, mermer, kireç gibi maddelerle, sıvı olup katılaşmayan civa ve petrol gibi değerlerden zekât alınmaması gerekir. Ancak hadisin ifadesindeki umumiliğe bakılacak olursa –bilhassa bugünün şartlarında– her türlü rikâzdan % 20 zekâtın alınması daha uygun görünmektedir. Her ne kadar لَا زَكَاةَ فِي حَجَرٍ “Taşlara zekât yoktur.”303 şeklinde bir hadis varsa da hadis ulemasınca oldukça zayıf kabul edilmiştir.304 Bu sebeple yukarıdaki sahih hadisin hükmünü sınırlandırabilecek durumda değildir. Öyleyse, maslahat prensibinin de ışığı altında “Rikâzdan beşte bir zekât vermek gerekir.” hadisinin umumi ifadesine dayanılarak bu değerli taşlara da zekâtın gerekeceğine hükmetmek daha uygundur.
Konunun biraz da örfle ilgili yönüne dikkat çekmekte fayda vardır. Tedvin döneminin şartlarıyla günümüzün ticarî ortamı arasında birçok noktada farklılık bulunduğu dikkat çekmektedir. İlk dönemlerde kıymetli taş çeşitlerine rağbetin, günümüzdeki seviyede olması elbette mümkün değildi. Hele petrol gibi bugün hayatın önemli bir parçası hâline gelen bir madde, o gün için ya hiç bilinmiyor veya bilinse de ona, ne işe yaradığı netleşmemiş bir şey olarak bakılıyordu. Dolayısıyla bunların zekâtını tespitte, (arz-talep münasebetinde olduğu gibi) örfün hükümleri önemli rol oynuyordu.
Günümüz şartları da göz önüne alınarak, bu bilgiler ışığında yeraltından çıkan her türlü madenden % 20 nispetinde zekâtın gerektiğini söylemek mümkündür. Bilhassa uğruna fırtınalar koparılan petrol zekâttan muaf tutulmamalıdır.
F. Ziraî Mahsuller
Ekip-biçmek suretiyle topraktan elde edilen ziraî ürünlerden alınacak zekâtın adı öşürdür ve arazinin konumu ve sarf edilen emeğe göre farklı hükümler ihtiva etmektedir. Bununla ilgili Kur’ân-ı Kerim’de umumi ifadeler yer almakta ve toprak mahsullerinden zekât verilmesi emredilmektedir. Bir âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْأَرْضِ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِآخِذِيهِ إِلَّا أَنْ تُغْمِضُوا فِيهِ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ
“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, yüzünüzü ekşitmeden alamayacağınız kötü malı hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah her şeyden müstağnidir, hazineleri geniştir, övgüye lâyıktır.”305
Konuyla ilgili diğer bir âyet-i kerime ise şu şekildedir:
وَهُوَ الَّذِي أَنْشَأَ جَنَّاتٍ مَعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفًا أُكُلُهُ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُتَشَابِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ كُلُوا مِنْ ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَآتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ وَلَا تُسْرِفُوا إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
“Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin; fakat israf etmeyin. Allah, müsrifleri sevmez.”306
Bu konuda Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, فِيمَا سَقَتِ السَّمَاءُ وَالعُيُونُ أَوْ كَانَ عَثَرِيًّا العُشْرُ وَمَا سُقِيَ بِالنَّضْحِ نِصْفُ العُشْرِ “Yağmur ve pınar sularıyla sulanan veya suyu kökleriyle emerek kendiliğinden yetişen mahsullerde öşür (onda bir), kuyu suyuyla, taşıma suyla sulanan mahsullerde ise yarım öşür (yirmide bir) zekât vardır.”307 buyurmaktadır.
Başka bir rivayette ise Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu, فِيمَا سَقَتِ الْأَنْهَارُ وَالْغَيْمُ الْعُشُورُ وَفِيمَا سُقِيَ بِالسَّانِيَةِ نِصْفُ الْعُشْرِ “Nehir ve yağmur suyu ile sulanan mahsulde öşür, kuyu suyuyla, taşıma suyla sulanan mahsulde ise yarım öşür zekât vardır.”308 şeklinde ifade etmektedir.
Teferruatta bazı farklılıklar olsa bile genel itibarıyla, tabii su kaynaklarıyla yetişen toprak mahsullerinden 1/10, taşıma suyla yetiştirilen ürünlerden ise, 1/20 zekât alınacağı hususunda bütün mezhepler müttefiktirler.
Ebû Hanife mektebi, âyet ve hadislerdeki hükümlerin umumiyet ifade etmesini göz önünde bulundurarak, yerden çıkan her türlü mahsulden öşür alınacağı görüşündeyken, Şafiî medresesi, uzun müddet saklanabilen ürünlerin zekâta tâbi olacağını düşünmektedir. Maliki ve Hanbeli mezhepleri ise, Hanefiler kadar olmasa da sınırları geniş tutarak, daha çok toprak mahsulünün öşür kapsamına gireceğini bildirmektedirler.
Görüldüğü gibi Hanefi mezhebi meseleyi daha kapsamlı değerlendirmektedir. Buna göre bilhassa bazı ülkelerde önemli gelir kaynağı hâlini alan pamuk, keten, yağlı tohumlar, şeker, sebze gibi ürünler de bu kapsamın içine girmekte ve bunlardan öşür alınmak suretiyle fakirlere daha fazla yardım akışı sağlanmaktadır.
Bazı ilmihallerde şöyle bir bilgiye rastlamaktayız:
“Türkiye’deki arazilerin çoğunluğu mîrî arazidir (devlet arazisi) ve mîrî araziden öşür verilmez. Zira bu araziler hakikatte devlete aittir, araziyi ellerinde bulunduran şahıslara ait değillerdir. Bu şahısların yalnız kullanma hakları vardır ve arazide aslında kiracı hükmündedirler. Dolayısıyla devlete verecekleri belli hisse veya vergiler de, kira bedeli hükmündedir. Bundan dolayı böyle bir arazinin ürününden öşür ve diğer bir nam altında zekât gerekmez; zira bir araziden aynı anda hem kira veya haraç hem de öşür alınmaz. Türkiye’deki araziler genelde bu kısımdandır.”309
Meseleyi tahlile tâbi tutacak olursak, Osmanlı Devlet-i Aliyesi’nin bidayetinden son dönemlerine kadar pek çok arazinin mülkiyeti, bizzat devlete, emir ve sultanlara aitti. Zira devlet, fethedilen bu toprakları kimseye vermemiş, bütün tebanın yararlanması için mülkiyetini elinde tutmuştu. Bu arazilere arazi-i sultaniye, arazi-i emîriye (veya mîriye) denilmiş ve hükümler de ona göre tespit edilmişti. Buna göre devlet, kendi mülkü sayılan bu araziyi elinde tutan şahıslardan öşür almamış, bir nevi kira ücreti veya vergi almıştır. Bundan dolayı da bu topraklar öşür arazisi (mahsulünden öşür alınan arazi) kapsamında değerlendirilmemiştir.
Ne var ki o zamandan günümüze gelinceye kadar toprak statüsü defaatla değişmiş, toprak reformları neticesinde bu arazilerin mülkiyetleri şahıslara devredilmiştir. Durum böyle olunca, önceleri öşür vermekle mükellef olmayan yeni toprak sahiplerinin de, öşür vermekle yükümlü olmaları kaçınılmaz olmuştur. Herkesin mülkiyeti netleşmiştir. Devletin istimlaki bile söz konusu olsa, devlet bunu ancak arazinin bedelini tapu sahibine ödemek suretiyle gerçekleştirebilmektedir.
Öyleyse bahsi geçen hüküm eskide kalmıştır ya da hâlen devlet arazisi statüsünü muhafaza eden mülkler için geçerlidir. Şahısların mülkü olan arazilerden öşür verilmesi gerektiği ise açıktır.
G. Ticaret Eşyası
Kur’ân, ticarî emtiadan zekât vermenin gerekliliğini, şu geniş kapsamlı âyetle ele almaktadır:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْأَرْضِ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِآخِذِيهِ إِلَّا أَنْ تُغْمِضُوا فِيهِ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ
“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, yüzünüzü ekşitmeden alamayacağınız kötü malı hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah her şeyden müstağnidir, hazineleri geniştir, övgüye lâyıktır.” 310
Sahabeden Semure İbn Cündeb de (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nün, ticaret için hazırlanan mallardan zekât vermeyi emrettiğini nakletmektedir.311
Ticarete konu olan alet, makina, yiyecek, giyecek, hayvan, mücevherat, arsa, ev, arazi… her çeşit emtia, ticaret malı kategorisindedir ve zekâta tâbidir. Yalnız bir malın, ticaret malı sayılabilmesi için niyet yani kâr sağlama maksadıyla elde bulundurulması gereklidir. Bu sebeple bir kişiye miras, hibe, vasiyet yolu ile bir mal intikal etse, o da bu malla ticaret yapmaya niyet etse o mal, İmam Ebû Yusuf’a göre mücerret niyetle ticaret malı olmakta ve zekât hesaplamasına dâhil edilmesi gerekmektedir. Fakat fukahadan bazıları böyle bir malın ticaret malı sayılması için mücerret niyeti yeterli görmemiş ve fiilen satışa arz edilmesi gerektiğini söylemiştir.
Ticaret mallarının nisap miktarına gelince bu, 85 gram altın karşılığı olarak tespit edilmektedir. Zekâtı verilecek bu malların kıymeti, sene sonunda piyasa fiyatlarına göre değerlendirilir.
Ticaret malları, bir sene içinde kendi cinsleri veya başka cins bir mal ile değiştirilirse, “havelân-ı havl” (üzerinden bir sene geçmesi) şartında saydığımız sene tekrar başlamaz, devam ettiğine hükmedilir. Mesela bir tüccarın sene başında inşaat demiri varken, bunları satıp halı alsa, sonra onu da satıp tuğla alıp-satmaya başlasa, sene sonunda elindeki mal nisap miktarına ulaşan kıymette ise, zekâtını vermekle mükelleftir.
Ticaret için beslenen hayvanlar, ticaret malı hükmündedir ve % 2,5 nispetinde zekâta tâbidir.
Ticaret mallarının zekâtı, malın bizzat kendisinden % 2,5 oranında verilebileceği gibi, değeri hesaplanıp, toplam değeri üzerinden % 2,5 oranında para olarak da veya başka bir mal ile de verilebilir.
Bu bilgiler ışığında tüccar, sene sonunda sahip olduğu ticarî emtiayı para olarak hesap eder. Bunun üzerine mevcut parasını, alacaklı olduğu paraları ve ticarî satışının karşılığı olan alacaklarına çek, senet, açık hesapta bulunan miktarları da ilave eder, ortaya çıkan miktardan borçlarını çıkarır, sonuçta elde ettiği rakamın % 2,5’unu zekât olarak verir.
282 Bkz.: Müslim, tevbe 53; Nesâî, mesâcid 38. Ayrıca bkz.: Tevbe sûresi, 9/118.
283 Buhârî, zekât 33; Ebû Dâvûd, zekât 4; Nesâî zekât 5.
284 Tirmizî, zekât 5; Ebû Dâvûd, zekât 4; İbn Mâce, zekât 12.
285 Ebû Dâvûd, zekât 4; Tirmizî, zekât 5.
286 Buhârî, zekât 33; Ebû Dâvûd,, zekât 4: Nesai, zekât 5.
287 Buhârî, zekât 45, 46; Müslim, zekât 8, 9, 10.
288 ed-Dârakutnî, es-Sünen, 2/125; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/119.
289 Zilzâl sûresi, 99/7-8.
290 Buhârî, müsâkât 12, cihâd 48, menâkıb 28, tefsiru’s-sûre (99) 2; Müslim, zekât 26.
291 Tirmizi, zekât 9; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/126.
292 Ebû Davud, zekât 12.
293 İbn Mâce, zekât 20.
294 Tirmizî, libas 1; Nesâî, zinet 40.
295 Tevbe sûresi, 9/34-35.
296 Müslim, zekât 24.
297 Dirhem: Gümüş para. Dinar: Altın para.
298 Buhârî, zekât 4; Müslim, zekât 6.
299 İbn Mâce, zekât 4.
300 Ebû Dâvud, zekât 4.
301 Nesâî, zinet 39; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 5/278.
302 Buhârî, zekât 60, müsâkât 3, diyât 25; Müslim, hudûd 45-46.
303 el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/146
304 el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/245; İbn Hacer, ed-Dirâye, 1/262.
305 Bakara sûresi, 2/267.
306 En’âm sûresi, 6/141.
307 Buhârî, zekât 55; Ebû Dâvûd, zekât 11; Tirmizî, zekât 14.
308 Müslim, zekât 7; Ebû Dâvûd, zekât 12.
309 Bkz.: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Toprak Mahsullerinin Zekâtı bölümü. Ayrıca bkz.: Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu, 4/85.
310 Bakara sûresi, 2/267.
311 Ebû Dâvûd, zekât 3; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/146.