20. Rahatı Terk Etme

قُلْ اِنْ كَانَ اٰبَآؤُكُمْ وَاَبْنَآؤُكُمْ وَاِخْوَانُـكُمْ وَاَزْوَاجُكُمْ وَعَش۪يرَتُـكُمْ وَاَمْوَالٌنِ اقْـتَـرَفْـتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَـرْضَوْنَـهَآ اَحَبَّ اِلَـيْـكُمْ مِنَ اللهِ وَرَسُولِه۪ وَجِهَادٍ ف۪ى سَب۪يلِه۪ فَـتَـرَبَّصُوا حَتّٰى يَاْتِـىَ اللهُ بِاَمْرِه۪ۘ وَاللهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ۟

“De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, ter dökerek kazandığınız mallar, kesada uğramasından endişe ettiğiniz ticaret, hoşunuza giden konaklar size Allah’tan ve Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihat etmekten daha sevimli ve önemli ise… o hâlde Allah emrini gönderinceye kadar bekleyin! Allah öyle fasıklar güruhunu hidayet etmez, umduklarına eriştirmez.” (Tevbe Sûresi, 9/24)

Muhterem Müslümanlar!

Aziz olarak yaşamaya hakkı olanlar ancak fatihler ve azimli olan ruhlardır.

Aziz olarak yaşamaya hakkı olanlar rahatı mevzuunda fedakârlıkta bulunmasını bilen kimselerdir.

Rahat terk edilmeden rahata erilemez. Fâni olmadan pek çok yönleriyle bekâya mazhar olunamaz. Bekâ beladan geçer… Tükenmek lazım ki varlık başlasın… Her şeyin bittiği yerde, bitmeyen bir varlık başlar.

İnsanlar, nefis ve enaniyet bakımından tükenmelidirler ki asıl hüviyetleriyle, melekiyet yönleriyle, Allah’ın sevdiği taraflarıyla var olabilme yoluna girsinler. Bunu ise ancak belli meselelerde azmi ve ikdamı olan, fatih ruhlu, üzerlerindeki uyuşukluğu atan, gözlerini nâmütenahi, sonsuz ufuklara diken insanlar başaracaktır.

Resûl-i Ekrem insanlarda işte bu duyguyu geliştirmiş, bu anlayışı kendi cemaatine intikal ettirmişti. Beş, on bin insana ancak sahip olduğu bir dönemde Benî Asfer’e harp ilan etmek, Sasani İmparatorluğu’na karşı ordu göndermek ne demekti!

Zeyd b. Hârise’nin kumandası altındaki ordunun sayısı sadece üç bindi ve bu ordu, yüz binleri aşan Hirakliyus’ün ordularına karşı savaşmak için gidiyordu. Efendimiz, Tebük’e giderken münafıklar meseleyi serrişte ediyor, aralarında konuşuyor ve “Bir avuç insanla Roma İmparatorluğu’na karşı gidiyor!” diyorlardı. Münafık Übeyy b. Selûl, “Ben daha şimdiden onları, Muhammed dâhil (sallallâhu aleyhi ve sellem), zincirler içinde esir edilmiş görüyor gibiyim!” diyordu.

Evet, Resûl-i Ekrem bir avuç insanla Benî Asfer’e meydan okuyordu. Kor hâline gelmiş bir avuç insan yerinde duramıyordu. Zaten yerinde durmak; kokuşmak, birbirine düşmek demekti. Aksi hâlde binbir alternatifin yiyip bitirdiği bir cemaat hâline geleceklerdi.

İç sürtüşmelere meydan vermemek, zindeliği koruyabilmek, vahdeti temin edebilmek için daima dışa doğru açılan kapılar ve menfezler gösteriliyordu. Yeryüzü bir gün bütün zimamdarlığıyla Resûl-i Ekrem’in önüne anahtarlar hâlinde konsaydı Resûl-i Ekrem, kendi cemaatine bu sefer yıldızlara giden yolları gösterecek, “Oraları fethedeceksiniz!” diyecekti. Ve kati surette cihanı fetihten dûr olmayacaktı.

Yirmi üç senenin içine, Allah’ın tevfikiyle, büyük işler sıkıştırmış, hem ateş gibi bir cemaatin meydana gelmesine hem büyük bir ruhun yetişmesine hem de fetihlerin başlatılmasına vesile olmuştu. Binbir işi bir arada Allah’ın tevfik ve inayetiyle yapmıştı.

Bu ağır ve yorucu vazife sona ereceği sırada “oğulluğum” dediği Zeyd b. Hârise’nin henüz delikanlı çağındaki oğlu Üsame’yi yanına çağırdı.

“Evladım, şimdi seni bir ordunun başına kumandan tayin ederek Benî Asfer’e doğru harbe göndereceğim. Benim gidip de geldiğim, babanın gidip de orada kaldığı, birçok sahabinin şehit olup toprağın bağrına emanet edildiği yere göndereceğim.” buyurdu.

Cuma günü ordunun teşkiline karar verildi. Bu orduya Ömer iştirak ediyor… Sa’d b. Ebî Vakkas iştirak ediyor… Saîd b. Zeyd iştirak ediyor… Osman b. Affân iştirak ediyor… Ebû Ubeyde iştirak ediyor… Talha iştirak ediyor…

Bu muhteşem ordunun başında genç serdar, 18-20 yaşlarındaki Üsame b. Zeyd b. Hârise vardı.

“Seni bu orduya kumandan tayin ettim.” buyuruyor Allah’ın Resûlü.

Cemaat arasında bazı kimseler meseleyi serrişte ediyorlardı. Çok hasta ve yerinden kalkamayacak kadar muzdarip olan Resûlullah, başında sımsıkı sarılı sarığıyla minberin kenarına tutuna tutuna cemaatin karşısına çıkıyordu. Ayakta zor durmaktaydı, zira vefatına iki gün kalmıştı. Allah’a hamd ü sena ettikten sonra o hâlde cemaatine şöyle sesleniyordu:

Üsame’yi kumandan tayin etmem hususunda dil uzatıp ayıplayanlar varmış. Vallahi, aynı şeyleri babasını kumandan tayin ettiğimde de yapanlar olmuştu. Allah’a yemin ederim ki o da bu işe layıktır, babası da bu işe layıktı.”

Sahabenin içi rahatlamıştı. Ömerlerin de içinde bulunduğu ordu artık yola çıkmıştı. Bıyıkları yeni terleyen genç serdar ordunun başındaydı. Medine’nin dışına kadar çıktılar. Sahabe her taraftan akın akın gelip orduya katılıyordu. Benî Asfer’e harp ilan edilecekti.

Cumartesi günü ordunun toparlanmasıyla geçti. Pazar günü ise Resûl-i Ekrem çok ağırlaşmıştı. Herkes geliyor, veda ediyordu, O’nun ise tek kelime söyleyecek gücü yoktu; dudakları dahi kıpırdamıyordu. Ötesini Üsame şöyle anlatıyor:

“Anamla beraber Resûlullah’ın yanına girdik.”

O ana ki bir zamanlar Resûl-i Ekrem’e de analık yapmış Ümmü Eymen’di. Onu büyütmüş, O’nun terbiyesiyle meşgul olmuştu.

“Anamla beraber yanına girdim, bana ellerini uzatarak omuzlarımdan tuttu ve alnımdan öptü. Konuşamıyordu. Ellerini yukarı kaldırdı. Bir şeyler istiyordu. Herhâlde gözünün önünde Roma İmparatorluğu beliriyor, Benî Asfer’in yıkılışını görüyordu. Sonra ellerini indirirken anladım ki bana dua ediyor. Fütuhata muvaffakiyetim için dua ediyor.

Ayrılıp birliğimin başına gittim. Pazartesi sabahını idrak ederken Resûl-i Ekrem’in iyi olduğu haberi geldi bize. Çok sevindik, herkes yeniden Resûlullah’a kavuştuk diye bayram ediyordu. Hâlbuki emanetinin alınmasından evvel kendisine bir saadet, bir huzur devresi muvakkaten bahşedilmişti. Ben tam orduma “Er-rahîl er-rahîl” (Göç var. Hareket edeceğiz.)diyerek hareket emri verecektim ki anamın habercisi arkadan yetişti. “Er-rahîl er-rahîl” (Güneş gurup etti evladım, derhal Resûl-i Ekrem’in kapısına!) diyordu.

Hemen huzur-u Risalet-penâhîye koştum. Sancağı kapısının önüne diktim. Bütün dünyam yıkılmıştı. Medine ufkunda doğan güneş artık gurup etmişti. Medine, Resûl-i Ekrem’i kaybetmiş olmanın hüznünü ve heyecanını yaşıyordu. Sancak bir-iki gün orada dalgalanıverdi. Resûl-i Ekrem’in teçhiz ü tekfîn ve teşyî’i yapıldı. Sonra toprağın sinesine tevdi edildi, Rabbisine vâsıl oldu.

Sancak kapıda mahzun mahzun dalgalanıyordu. Bu sancak Bizans’a gidecekti… Bu sancak Batı’ya Müslümanlığı götürecekti… Meseleyi çok iyi kavrayan sıddıklar sıddıkı, o büyük insan minbere çıkarak ashâb-ı kirama şöyle seslendi:

“Resûl-i Ekrem vefatından evvel Benî Asfer’i fethetmeyi, Batı’ya açılmayı dert edinmişti. Atlarının kişnemesinin, mücahitlerinin haykırışlarının düşmanın sinesinde duyulmasını dert edinmişti. Sancak mahzun mahzun dalgalanıyor. Ben bu orduyu göndermek istiyorum.”

“İrtidat hâdiseleri var ey Allah’ın Resûlü’nün halifesi… Dinden dönenler var ey Allah’ın peygamberinin halifesi… Sen bu orduyu göndermesen de burada bıraksan?” diyenlere âdeta kükrüyor ve şöyle diyordu:

“Siz bana ne teklif ettiğinizin farkında mısınız? Bu orduyu Resûl-i Ekrem eliyle hazırladı. Vallahi, bilsem ki dağlardan canavarlar gelecek, benim etrafımı saracak, yine de Resûl-i Ekrem’in hazırladığı bu ordu durmayacak, gidecektir.”

“Yalnız benim bir isteğim var. Üsame’ye bunu kabul ettirebilirsem bir isteğim var. Rica edeceğim ona Ömer’i bana bağışlasın, yanımda kalsın. Ağır bir yükün altına girdim.”

Ve cihanı fethedecek orduyu Medine’nin dışına kadar yaya olarak teşyî edip uğurluyordu. Genç serdar atının üstünde iki büklüm, “Ey Allah’ın peygamberinin halifesi, gel sen bin, ben ineyim!” diyordu. O ise “Bırak da Allah yolunda ayaklarım biraz tozlansın.” buyuruyor ve ekliyordu: “Yalnız senden bir ricam var. Ağır bir yük altına girdim. Ömer gibi bir adama ihtiyacım var. Ben senin askerini senin elinin altından alamam. Eğer sen müsaade edersen Ömer Medine’de kalsın.” Üsame, “Tamam kalsın.” dediği zaman da tekrar ediyor, “Allah aşkına, bunu gönlünden söylüyor musun? Yoksa ben Resûl-i Ekrem’in kumandanına baskı mı yapıyorum?” diyordu.

Bu ne derinlikti Allah aşkına!

Bu ne saygıydı Allah aşkına!

Bu nasıl fatih bir ruhtu Allah aşkına!

13 bin kişilik ordu batı yakasına açılıyordu. Fatih’in İstanbul’u fethedişinde onun tesiri büyüktü. Alparslan’ın Malazgirt’te nara atmasında onun tesiri büyüktü. Anadolu’nun Müslüman Türkler için bir ülke hâline gelmesinde onun tesiri büyüktü.

Büyük serdar gidiyordu. Yardıma muhtaç olunduğu bir devrede gidiyordu. Benî Asfer’in kapısının önünde bir at oynatıp geri geliyordu ve düşman anlıyordu ki Müslümanlar zillete maruz kalmadılar, güçlerinden bir şey kaybetmediler. Hazreti Muhammed’in gitmesi onları bitirmedi. Daha pek çokları âhirete irtihal etse de Allah’a kulluk yapan bu insanların kuvve-i maneviyeleri kırılmayacak, sarsılmayacak ve kendilerinden istenen vazifeyi yapacaklardı. Nitekim küfrün ödünü kopararak, mürtetlerin içine bir korku salarak Medine’ye geri döndüler.

Aziz Müslümanlar!

Size tarihten bir sayfayı değil, sizi siz yapan, size şahsiyetinizi kazandıran, Kur’ân’la bütünleşme yollarını gösteren, hayatı teslimiyet içinde kılan bir nurlu tabloyu intikal ettirdim. 20. asırda hayatın bütün zorluklarına göğüs gerenlere, meşakkati rahata tercih edenlere, Allah’ın kendilerine verdiği şeyleri yine Allah yoluna sarf edenlere, sahabe mesleğine girmek isteyenlere, o yolda bir işarette bulundum. Allah o yolda bulunmayı hepimize nasip etsin.

Âmîn.

25 Ocak 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir

-+=
Scroll to Top