22. İçte Derinleşme
وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَـنَّـهُمْ سُبُلَـنَاۘ وَاِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ
“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah ihsan ehliyle beraberdir.” (Ankebût Sûresi, 29/69)
Muhterem Müslümanlar!
Büyük işleri büyük insanlar yapar.
Büyük davalara büyük insanlar sahip çıkar.
İnsanın büyüklüğü iç âleminin büyüklüğüyle ölçülür.
Bir insanın kalbi ne kadar mazbut ise o insan o kadar büyüktür. Kalbi ne kadar arızalı pürüzlü ise o insan o nispette küçüktür. Velev ki büyük görünse bile.
Kalbin mazbutiyeti ise onun, âhirete ve Allah’a bağlılığıyla ölçülür. Kim Allah’la ciddi münasebet içinde, Kur’ân’ın yolunda ve Resûl-i Ekrem’le münasebet içindeyse kalbi mazbut demektir. Ve cihanın üst üste problemlerini halledecekse işte bu iç mazbutiyetine sahip kimseler halledecektir.
İç istikametine ulaşan kimseler hayatı istihkâr edecek, dünya ve dünyaya ait her şeyi hafife alacak, Allah’ın büyük ve yüce gördüğü şeyleri o da büyük ve yüce görecek, onları yükseltmeye çalışacaktır.
İnsan iç âleminde ne kadar derinse o nispette vazifesini hakkıyla yürütecektir.
İç âleminde herhangi bir derinliği yok ise..
Allah’la münasebeti yönünden sığ ise..
Gençken de öyle olacak, olgunken de öyle olacak, yaşlıyken de öyle olacak. Öyle yaşayıp öyle ölecek ve hiçbir hayra, hiçbir berekete vesile olmayacaktır.
Mükemmel fertler mükemmel işleri çevirecek, büyük müşkülleri kâmet-i bâlâlar çözecektir. Problemler, onların elinde tereyağından kıl çeker gibi, Allah’ın tevfik ve inayetiyle, hallolacaktır.
Kendisine düşen vazifeyi iç aydınlığı içinde, dünyada âhiretin sahnelerinde geziyor gibi gezen kimseler halledeceklerdir.
Ukbaya inanmış insanlar halledeceklerdir.
Kaybettiği şeylerin birkaç katını Allah’ın kendisine lütfedeceğine inanmış kimseler halledecektir.
Dünyanın, her sonbaharda solan bağ ve bahçesine mukabil, binlerce hazan mevsimi görse de tek yaprağı düşmeyen Cennet’e gönül kaptırmışlar halledecektir.
Ayların, güneşlerin batıp gitmesine mukabil, bütün batanlara mukabil batıp gitmeyen, bâki kalan Allah’a gönül vermişler halledeceklerdir.
Zira her şey iç aydınlığına, iç derinliğine bağlıdır.
İslam, ilk zamanlarda bir yükselme imkânı bulduysa hep bu iç aydınlığına ulaşmış insanlar sayesinde olmuştur. Baş aşağı gittiğimiz zamanlarda da hep dünyaya bel bağlandığı, âhiretin unutulduğu müşahede edilmiştir. Size bu mevzuyla ilgili iki tablo arz etmek istiyorum:
Abdurrahman b. Avf, Aşere-i Mübeşşere’den, Uhud’un kahramanlarından… Bir uzvunu orada bırakıp hayatı ondan sonra öyle eksik uzuvla yaşayanlardan… O diyor ki:
“Bedir’in tam fırın gibi yanıp kızıştığı esnada bıyıkları henüz terlemiş, sülün gibi iki delikanlı geldi yanıma. İkisinin de bana diyecekleri bir şey vardı ama ikisi de birbirinden saklıyordu.” Sonra bunların isimlerini öğreneceğiz ve tarihe de kaydolacaktır. Bunlar Hâris ile Afra’nın çocukları Muaz ve Muavviz idi.
“İçlerinden biri yanıma sokuldu ve bana dedi ki: ‘Amcacığım! Bana Ebû Cehil’i gösterir misin?’ Medineliydi bu delikanlı, on beş yaşlarındaydı. Ben, ‘Ne yapacaksın Ebû Cehil’i?’ diye sorunca ‘İşittim ki Mekke-i Mükerreme’de Resûl-i Ekrem’e eza edermiş. Ben bugün ona haddini bildireceğim.’ diye cevap verdi.
O benim yanımdan uzaklaşırken bu sefer öbürü kulağıma eğildi. O da aynı şeyi soruyordu. Her ikisi de bu şerefli vazifeyi tek başlarına yapmak istiyordu, bu sebeple durumu birbirlerinden saklıyorlardı. Ebû Cehil, o esnada topluluk içinde görünüverdi. Parmağımla işaret ederek, ‘İşte şu!’ dedim. Ben daha sözümü bitirmeden onlar Ebû Cehil’in yanında görünüverdiler.”
Başına, gözüne indirdikleri kılıç darbeleriyle yere yıkmışlardı Ebû Cehil’i. Biri, İkrime’nin inen kılıcı ile kolunu kaybetmişti; fakat yine de sevinç içindeydi. Peygamberine kalkan ele ve o eli taşıyan kişiye cezasını vermişti zira. İşte bu duygu ruhuna işletilmişti onun. Hazreti Muhammed sevgisi damarlarında dolaşan kan hâline gelmişti. Yüce bir görgüye, derin bir his yapısına sahipti. Belki bir başka yerde cesedini de bırakıp gidecekti ama içi ferih ve fahurdu (rahattı), çünkü verdiklerini bâki ve sermedî bir hayat istikametinde vermişti.
Benzer bir vak’ayı Yermuk’ta görüyoruz. Yermuk, ölüm kalım savaşıdır. Halid’in, son dakikalarında sinema şeridi gibi gözünün önünden geçirip de o kare karşısına gelince “Dur bir dakika seni seyredeyim, tatlı tatlı seyredeyim!” dediği, müminler için tatlı dakikaların yaşandığı bir muharebedir.
Müminlerin sayısı bazı tarihçilere göre yaklaşık 30 bin idi. Karşı taraf ise 200 binlere varıyordu. Bir kişiye karşılık altı-yedi kişi düşüyordu. Düşman saflarında filler vardı, uzun mızraklar vardı; barbarlığı temsil eden her türlü silah vardı. Müminler, henüz bellerini doğrultamadıkları bir dönemde 30 bin insanla 200 bin kişinin karşısına çıkmışlardı. Usta manevralarıyla kendisini cihana kabul ettiren ve Batılı tarih yazarlarına Anibal’ı kapısına götürüp kumandanlık dilettiren Seyyidina Halid bin Velid orduyu güzel tanzim etmiş, doğru insanları doğru yerlere yerleştirmişti. O, Müslümanlığın Batı’ya doğru açılma savaşını veriyordu.
Savaş günü akşama kadar bu işi bihakkın yerine getirdiler. Kabbas b. Eşyem bir adım geriye atmadı. “Biz Müslümanlığı tanıdığımızdan beri hep ileriye doğru adım attık! Yermuk’ta Bizans ordusu karşısında yenilmek, geri gitmek olmaz.” diyordu. Rivayete göre Yermuk savaşında o gün elinde yirmi tane mızrak kırılmıştı. Etrafına şöyle sesleniyordu: “Allah yolunda doğranıp da yerinden bir adım geriye atmayacak adama kılıç ve mızrak verecek yok mu?”
Bizans çemberi geldi, onları sardı, fakat yine de bir adım geriye gitmediler. Biraz sonra da Allah, idbarı ikbale (düşüşü yükselişe) çevirdi, rüzgârlar Müslümanların tarafından esmeye başladı. O iki yüz bin kişilik ordu, savaşın sonunda yüz binini muharebe meydanında bırakıp kaçacaktı. Bu birlik kimin önünde kaçıyordu!
Habbaş b. Kays, o gün atının sırtına binmiş sabahtan ikindiye kadar savaşmıştı. İkindi vakti güneş gurup edeceği an ikindiyle öğleyi beraber cem’ edip de kılayım diye atının üzengisine davranınca birdenbire baş aşağı gitmişti. Öğlen savaşırken bacağını kaybetmiş, fakat akşama kadar bunun farkına dahi varamamıştı.
Kandan irinden bir deryanın çağladığı hengâmda namazına koşan mücahit, namaza koşmadan evvel ayağını bıraktığı yeri aramaya başlıyordu! Ayak gündüz kesilmişti ancak o, akşam atından inerken bunun farkına varıyordu.
Bu nasıl iç derinliği, bu nasıl Allah’a bağlılıktır ki insan, ayağını kaybeder de duymaz. İşte onlarla bizim aramızdaki büyük fark budur. Onların Allah’a bağlılığıyla bizim bağlılığımız arasındaki fark budur… Dünya ve ukbayı birbirinden böylesine ayıran bir cemaatti onlar.
Bu cemaat iki yüz binlik orduyu önüne katmış sürüyordu. Ordunun yüz bini meydanda dökülmüş, öbür yüz bini ise kaçıyordu. Artık Hirakliyus ordusunun kumandanı Suriye’den ayrılırken hüzün içinde elini kaldırıyor, “Elveda! Elveda!” diyordu. Bir daha bunların karşısında buraya dönmek mümkün değildir. Elveda diyor, ebediyen Suriye’yi terk edip ayrılıyordu.
O gün Müslümanların şehitlerinin sayısı ancak üç bindi. Elinde onlarca kılıç ve mızrak kırılan, hayatı istihkar edip küçümseyen bu insanlar, Resûl-i Ekrem’in yüce adının Bizans surlarında dalgalanmasını temin etmiş oluyorlardı.
Antakya, Hama, Humus, Lazkiye’deki tepelerden “Muhammedun Resûlullah” sesleri yükseliyordu. O akşam ezanlar okunurken üstlerinin kanıyla sağda solda kendilerine namaz kılacak yer arayan mücahitler, Resûl-i Ekrem’in adının bir merhale daha ileriye götürülmesinin sevinci ve huzuru içindeydiler.
Bu duygu ve bu düşüncenin size her şeyi getireceği kanaatindeyim.
Allah’a gönül vermişliğin, Kur’ân’a bel bağlamışlığın, Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) teslim olmuşluğun bize çok şey getireceği kanaatindeyim.
Şu iki büklüm belimizi, bunun dışında başka şeylerle doğrultmamız da mümkün değildir. Onun için her şeyden evvel bütün dikkat nazarlarımızı bir tek noktaya yoğunlaştırmak suretiyle, hep orada işlemek, oradan başlamak, ses ve soluğumuzu hep orada duyurmak lazım. O nokta, neslimizin gönlünün mamur edilmesi, onun iç derinliğine ulaştırılması, ukbayı büyük görür, onun karşısında dünyaya ait lezzetleri istihkâr eder hâle getirilmesidir.
Üç asırlık birikmenin neticesi, bu ağır yük altında, bu hacaletli vaziyetle büyük mücahede ve mücadele verebilir miyiz, veremez miyiz? Onun inayetiyle vereceğimize inanıyoruz. Ondan medet ve inayet diliyor ve dileniyoruz. Rabbim bu büyük manevi mücadelede insanımızın dizine derman ve kalbine fer versin. Bizi artık başkalarının kapısında dilenci olarak dolaşmaktan halas eylesin, iç aydınlığına ulaştırsın, bizi aziz eyleyeceği yola hidayet edip aziz eylesin.
Âmîn.
8 Şubat 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir