23. Hakka Hürmet ve İstikamet

اِنَّ الَّذ۪ينَ قَالُوا رَبُّـنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَـتَـنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰئِكَةُ اَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّت۪ى كُـنْـتُمْ تُوعَدُونَ

Şüphesiz ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size (dünyada iken) vaat edilmekte olan cennetle sevinin!’(Fussilet Sûresi, 41/30)

Muhterem Müslümanlar!

İlahî âlemlerden huzur ve emniyetin esip esip üzerlerine geldiği kimseler, inanıp istikamet içinde bulunan kimselerdir.

İnsanın imanının azameti nispetinde; onun istikameti, dürüstlüğü, hakperestliği, hakşinaslığı nispetinde dünyası huzurla dolu olur; âhirette de –inşallah– kendisini bekleyen bir huzur vardır.

Burada istikamet üzere yaşamış, kendisine çekidüzen vermiş, Allah’ın istediği hâl ve şekli kazanmış bir insanı Allah cehenneme koyacak, ona azap edecek değildir. Âdet-i ilahî öteden beri hep o istikamette cereyan etmiştir ki mücrimler daima ceza görmüşlerdir, sevap işleyenler ise daima mükafata mazhar olmuşlardır.

İstikamet, hakşinaslık, hakperestlik, müminler için çok mühim hususlardır. Bunların yıkılması, hayat-ı içtimaiyenin (toplumsal hayatın) yıkılması demektir.

İçinde hakkın hürmet görmediği, hak sahiplerine haklarının verilmediği bir topluluk bugün ayakta olsa bile yarın ayaklar altında pâyimaldır, ezilmeye mahkûmdur.

Bir topluluğu ayakta tutacak küçüğünden büyüğüne kadar bütün müesseseler, şayet hakperestlik esasına dayanıyorsa, o toplum sağlam temeller üzerine oturmuştur ve o temeller ona istikbal vaat edebilir. O topluluk ileriye matuf bir şeyler yapabilir.

Öte yandan şayet bir topluluğun temelleri arasında hakperestlik yoksa hak sahiplerine hakları verilmiyorsa, bu işi yürütecek müesseseler kendilerine düşen vazifeyi yapmıyorsa, fertleri hak karşısında iki büklüm değilse, o toplum bugün var olsa bile yarın onu bekleyen şey mezarlık olacaktır. Şimdiye kadar nice bağ ve bahçe, Cennet gibi yerler nice milletlere mezar olmuştur. Bugün ibret alınsın diye geziliyor.

Her millet için aynı şey mukadderdir. Hakperestlik içlerinde yıkıldığı, hakka hürmet kırıldığı, istikamet sarsıldığı, haklı hakkını alamadığı, haksız, haksız olduğu hâlde hak aldığı müddetçe, bugün olmasa dahi, yarın böyle bir topluluk pâyimâl ve derbeder olacaktır.

Bir topluluğu ayakta tutmak bazı şartların yerine gelmesine bağlıdır: Aklı başında insanlar, hakka hürmet eder ve istikametten ayrılmazlar. Huzur içinde olmayı düşünen kimseler, huzurun haktan geleceğini düşünür ve o hesapla hareket ederler. İstikamet içinde bulunmaya çalışırlar.

Aziz Müslümanlar!

Hiç kimse, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşere getirip hediye ettiği şeyleri hediye etmemiştir. Yeryüzü kurulduğu günden bugüne, insanoğlu yeryüzünde ispat-ı vücut edip ortaya çıktığı günden bugüne, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in beşere hediye ettiği şeyleri getirebilmiş ikinci bir insan gösterilemez. Nebiler, veliler, sıddıklar, Resûl-i Ekrem’in bahşettiği hediyeler karşısında hayret içindedirler. Bununla beraber O, kendi tebaası içinde, hakka hürmet ve hak sahibine hakkını verme mevzuunda âdeta tebaadan bir insan gibi hareket etmekten bir an dûr olmamıştır. Bir kimsenin arpa kadar hakkının kendisine geçmesine razı olmamış, en ufak bir endişe taşıdığında ise o hak sahibine mutlaka hakkını vermiştir.

Bir gün, Üseyd b. Hudayr bir şaka yapıyor. Fahr-i Kâinat Efendimiz de o sırada onun yanından geçiyor. Ve böyle uygunsuz şaka yapılıp halkın güldürülmesinden hoşlanmadığı için parmağının ucuyla Üseyd’e dokunarak onu uyarıyor. Üseyd, yerinden fırlayıp, “Canımı acıttın yâ Resûlallah! Kısas isterim; bana dokundun, kısas isterim!” diyor.

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) oracıkta kısas yapılmasına razı oluyor. Üseyd, ekliyor: “Ya Resûlallah! Sen bana dokunurken vücudum açıktı, parmaklarının ucu çıplak tenime değdi.”

Resûl-i Ekrem, bunun üzerine kısas için kendi karnının üstünü açıyor. Üseyd b. Hudayr o zaman dudaklarını kapatıyor, Resûl-ü Ekrem’in mübarek karnını öpüyor ve “Benim maksadım buydu, hak almak değildi yâ Resûlallah!” diyor. Burada önemli nokta şudur: Fahr-i Kâinat Efendimiz, hak isteyen biri karşısında, peygamberlik izzetine rağmen, dize geliyor, “Hakkını al!” diyor. Zira biliyor ki Allah huzurunda bu hakkı daha çetin alırlar.

Başka bir misal daha arz edeyim:

Hazreti Ömer Efendimiz bir sokaktan geçiyor. Cemaat içinden biri, kılıcını yarıya kadar sıyırmış, halka eziyet edecek bir pozisyonda tutuyor. Hazreti Ömer onun halka eziyet etmesini önlemek için daima yanında taşıdığı kamçısıyla o tebaasına dokunuyor.

O, halife-i rûy-i zemindir. İran’ı, üzerinde oturduğu tahttan alaşağı eden ve Bizans imparatorluğunu hâk ile yeksan eden büyük halife, tebaasından bir tanesine kamçısının ucuyla dokunuyor. Diğer yandan o kamçının ucu kendi kalbine gidip değiyor, kendi vicdanını yaralıyor. Hazreti Ömer, o zatla tekrar karşılaşacağı âna kadar aradan bir sene geçiyor. Bir sene boyunca sabahtan akşama, akşamdan sabaha belki bir lahza o hâdise aklından çıkmıyor. Bu arada devamlı ızdırap içinde. Ertesi sene duyuyor ki o zat hacca gitmeye niyet etmiş. Bu benim için bir vesiledir, diyor. O kişiyi evine davet ediyor, yemek ikram ediyor. Sonra da biriktirdiği üç beş kuruşu onun eline tutuşturuyor. Bunu orada harcarsın, bana da dua edersin, diyor. Bundan sonra o zatla Hazreti Ömer arasında şöyle bir diyalog geçiyor:

– Biliyor musun bunları sana niçin yaptım?

– Niçin yaptın ey Allah’ın peygamberinin halifesi?

– Bir sene evvel çarşıda dolaşırken sana kamçımın ucuyla dokunmuştum.

– Ben onu hatırlamıyorum ey Allah’ın Peygamberinin halifesi.

– Ama ben hiç unutmadım!

İşte karşı tarafın azametine, celadetine, celaletine bakmadan hak edene hakkını verme mevzuudur bu. İslam tarihinde ayakta duranlar, bu esas üzerine durdular; yıkılanlar da bu kaideyi yıkıp onun altında kaldılar.

Sadece Devr-i Saadet bununla serfiraz değildi. Sonraki devirlerde de bunun pek çok misalini müşahede ediyoruz.

İstanbul fethediliyor; bir çağ açılıp bir çağ kapanıyor. Genç hükümdar tebaasının başındadır. Adaletli bir hükümranlık kurmuş; herkes hâlinden, vaziyetinden mesut ve memnundur. Bu konuda çok bilinen bir menkıbeyi yeniden arz etmek istiyorum:

Fatih, kendi camiini yaptırıyor. Cami, mimara tavsiye ettiği ölçüde yapılmıyor. Sütunların başlarından biraz kesiliyor. Bu durum hünkârın canını sıkıyor. Caminin mimarı Sinan Atik’i çağırıyor. Mimar, Osmanlı bünyesinde kendisine imkân verilmiş, hürriyetine kavuşturulmuş azatlı bir köledir. Büyük mimarların yanında iyi yetişmiş ve büyük mimar olmuş, Fatih, camiini yaptırırken de o camiye baş mimar olarak tayin edilmiştir. Fatih, ceza olarak mimarın elinden veya parmağından bir miktar kestiriyor. O da o gün için İstanbul’un ilk şeyhülislamı ve kâdı’l-kudâtı olan Hızır Çelebi’ye müracaat ediyor. “Hükümdarı sana şikâyet ediyorum.” diyor.

İstanbul’u fetheden insan…

Çandarlıları, karşısında el pençe divan durduran insan…

Zağanoslara söz dinleten, Avrupa’yı titreten insan…

Bizans’ı bozguna uğratan insan…

Bir azatlı köle tarafından İstanbul’un kâdı’l-kudâtına, başhâkimine şikâyet ediliyor. Başhâkim, Fatih tarafından tayin edilmiş. O da birkaç gün evvel kendisini oraya tayin eden Fatih’e bir celpname yazıyor: “Hakkında caminin mimarı tarafından bir şikâyet vardır. Meseleyi tahkik etme mecburiyetindeyiz. Seni Allah’ın ahkâmına davet ediyorum.” Koca hükümdar iki büklüm geliyor Hızır Çelebi’nin karşısına. Sinan Atik de orada bulunuyor. Dikkatinizi çekerim, Fatih içeriye girdi diye yüce adliye divanında Fatih’e yer vermiyor.

Hazreti Ömer de bir zimmî (gayrimüslim) ile yargılanırken yan yana oturmuştu. Kâdı Şurayh, Hazreti Ömer’i muhakeme ederken “Davacının yanına ey müminlerin emiri!” demişti. Kâdı Şurayh, Hazreti Ali’yi muhakeme ederken de “Seni dava edenin yanına dur!” demiş, halifeyi ayakta bekletmişti. Hızır Çelebi de aynı şeyi yapıyordu işte.

Bir devlet, bir millet yükselecekti, kaide lazımdı ona.

Hak işleyecek, hak hürmet görecek, hakşinaslık hükümferma olacaktı.

Fatih, büyük hükümdar, kadının karşısında ayakta duruyordu. “Söyle, iddian nedir?” diyor, Sinan Atik de cevap veriyordu: “Hünkârım bana emir verdi; sütunların başları şöyle olacak diye. Ben emre muhalefet ettim. Kendi mimarlık anlayışıma göre kestim, biçtim, bir şeyler yaptım. O da benim elimi kesti. Bu işin cezası el kesmek midir? El kesmek ise ben buna razıyım, değilse hükümdarın da elinin kesilmesini istiyorum.”

Fatih meseleye itiraz etmiyordu. Bu bir menkıbedir, gerçekten mimarın elini kesip kesmediğini tam bilemiyoruz. Menkıbeye göre kadı karar verir. Buna göre mimarın elinden kesildiği kadar Fatih’in de eli kesilecektir! Cellat gelir. Bu sırada Sinan Atik uzaktan manzarayı seyretmektedir. Hak karşısında iki büklüm olan padişahı seyretmektedir. Padişahın eliyle oraya dikilen kâdı’l-kudatın bu mevzudaki hakperestliğini, gözünü budaktan esirgemeyişini seyretmektedir. Ve birden elini kaldırır:

“Vallahi, ben bu işin bu kadar ciddi olduğunu bilmiyordum, hükümdara hakkımı helal ettim. Yalnız benim çoluk çocuğumun nafakasını üzerine alsın. Ben yarım elimle bu işi yapamam artık, bu kadarını tekeffül etsin.” der.

O sırada Fatih, önceden hazırladığı bir topuzu çıkartır ve kâdı’l-kudâtına göstererek şöyle der; “Vallahi, ben zanlı olarak huzuruna geldim. Burada Allah’ın ahkâmına göre hükmetmeseydin bununla senin cezanı verecektim!”

Bunun üzerine Hızır Çelebi de daha önceden hazırladığı bir kılıcı çıkartıp Fatih’e gösterir ve şöyle der: “Vallahi, ben de seni buraya celbederken bunu hazırladım. Eğer benim hükmüme razı olmasaydın bununla senin hakkından gelecektim!”

Adalet mekanizması da idare mekanizması da böyle hakperest olmalıdır. Hâkim, karşısına gelen mazlum kim olursa olsun, hakperestlikten ayrılmamalıdır. Yoksa bu enkaz altında onlar da kalacak, nesil de kalacak, bizler de kalacağız. Zira milletleri var eden hakperestliktir, hakka hürmettir. Allah’ın inayeti ve ihsanı hakperestlerle beraberdir. Şu âna kadar ayakta kalanların hepsi bu sağlam kaideye, düstura riayet ettiler. Bundan sonra da böyle olacaktır. Yoksa niceleri gibi bizim de bağ ve bahçelerimiz bize mezar olacaktır. İşte dün ve bugün mezalim altında inleyen milletler bize ders olsun. Adalete riayet etmediler, hakkı ayakta tutmadılar, sonra da zulme uğradılar, gadre uğradılar. İşgalci devletler tarafından istila edildiler.

Cenab-ı Hak bizi, neslimizle beraber muhafaza etsin.

Âmîn.

29 Şubat 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir

-+=
Scroll to Top