24. Ahlâk-ı Âliye

وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْناً وَاِذَا خَاطَـبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَاماً ۝ وَالَّذ۪ينَ يَب۪يتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّداً وَقِيَاماً ۝ وَالَّذ۪ينَ يَـقُولُونَ رَبَّـنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَقاِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَاماًق۝ اِنَّهَا سَآءَتْ مُسْتَـقَرّاً وَمُقَاماً ۝ وَالَّذ۪ينَ اِذَٓا اَنْـفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَـقْتُـرُوا وَكَانَ بَـيْنَ ذٰلِكَ قَوَاماً ۝ وَالَّذ۪ينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللهِ اِلٰهاً اٰخَرَ وَلَا يَـقْتُلُونَ النَّـفْسَ الَّت۪ى حَرَّمَ اللهُ اِلَّا بِالْحَقِّ وَلَا يَـزْنُونَۚ وَمَنْ يَـفْعَلْ ذٰلِكَ يَلْقَ اَثَاماًۙ ۝ يُضَاعَفْ لَهُ الْعَذَابُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَيَخْلُدْ ف۪يه۪ مُهَاناًق۝ اِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ عَمَلاً صَالِحاً فَاُوٓلٰئِكَ يُـبَدِّلُ اللهُ سَيِّــٔاَتِهِمْ حَسَنَاتٍۘ وَكَانَ اللهُ غَفُوراً رَح۪يماً

“Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selâmetle!” derler. Geceyi Rab’lerine secde ve kıyam ederek ibadetle geçirirler. Ey Ulu Rabbimiz, derler, cehennem azabını bizden uzaklaştır. Zira onun azabı tahammülü zor, ömür tüketen bir derttir. Ne kötü bir varış yeri ne fena bir yerleşim yeridir orası! Rahman’ın o has kulları, harcamalarında ne israf eder ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar. Onlar, Allah’la beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar. Allah’ın muhterem kıldığı bir canı haksız yere öldürmezler. Zina etmezler. Kim de bunları yaparsa günahının cezasını bulur. Kıyamette, o büyük duruşma gününde O’nun cezası katmerli olur ve azapta, zillet içinde ebedî kalır. Ancak şu var ki dönüş yapıp iman edenler, güzel ve makbul işler işleyenler bundan müstesnadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).” (Furkân Sûresi, 25/63-70)

Muhterem Müslümanlar!

Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlık için gönderilmesinin en mühim gayelerinden biri, Allah’ın rızası istikametinde bir beşerî teşekkül, bir beşerî tekevvündür.

İnsanın insanca varlığına yeni bir şey ilave etme… Ona Muhammedîlik ilave etme…

Bu ilaveyi yaparken insanın Allah’la münasebetini takviye etme.

Hazreti Âdem’den, O’nun devrine kadar yaşayan insanlığın yeniden kendisini kontrol etmesi, yükselmek için yeniden hazırlığa geçmesi, yeniden tepeden tırnağa kendisini süzmesi, durumunun bu işe müsait olup olmamasına bakması…

İşte bu hususlarda ders vermek üzere Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) şanı yüce bir nebi olarak gönderildi. Kendisine inananlar bembeyaz güvercinler gibi pervaz edip yücelere yükseldiler. Onu tanımayanlar ise baş aşağı gayyalara yuvarlanıp gittiler.

Bu yüce ahlâkın tesisi ve bu yüce ahlâka göre bir cemaatin teşkili, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayelerindendir. Onun içindir ki bu ahlâkı tesis etme, bu ahlâkla cemiyetler ve cemaatler teşkil etme, ailelerin manevî yapısını bu ahlâka göre inşa etme, O’nun ümmetinin her bir ferdinin derdi, davası ve ideali olmalıdır.

Her fert bu mevzuda kendine çekidüzen verecek, kendinden istenen şeyi yerine getirmeye çalışacak, o ahlâk-ı âliyenin sağlam, değişmez bir huy hâline gelmesi için lazım gelen şeyleri yapacaktır.

Ahlâk-ı âliye, sürekli uygulaya uygulaya gönlümüze girecek ve zamanla bir edep hâline gelecektir. Ahlâk-ı âliyeyi kendimize mâl etme yollarından biri, alıştırma ve tekrarlardır.

Bir hekimin reçetede bize beyan ettiği şeylere uyuyor gibi hassas olacak; bize acı da tatlı da gelse ahlâk-ı âliye üzerine yaşayacak ve şurasını katiyen hatırdan çıkarmayacağız:

Pek çoklarında küfür, bir alışkanlığın muktezası olarak mevcudiyetini devam ettirdiği gibi pek çoklarında da iman ve imana müteallik yüce ahlâk, alışkanlıklar neticesinde mevcudiyetini devam ettirir. Zamanla bizde ahlâk köklü bir huy hâline gelecek ve artık hiçbir hâdise onu söküp içimizden atamayacaktır.

Ahlâkı ruhumuza yerleştirme yollarından bir tanesi de dostu ve muhiti, yaşadığımız çevreyi iyi seçmedir. Muhit, hem iyi hem de kötü yönde kişinin karakterine tesir eder. Kitaplar kadar tesirlidir. Muallimler kadar tesirlidir. Okullar kadar tesirlidir. İyi bir arkadaştan iyi bir komşuya kadar ondan iyi bir yolculuk arkadaşına, ondan da iyi bir mahalle efradına kadar fertler üzerinde ciddi bir etki bırakır.

Ahlâk-ı âliyeye ait hususların, içinde bulunduğumuz toplulukta yaşanması, ferd olarak bizim o ahlâkı yaşamamızı kolaylaştıracaktır. Kötülerle beraber düşüp-kalkma ise âdeta yılanlar tarafından çepeçevre sarılmışız gibi bizi alıp başaşağı götürecektir. Sadî’nin ifadesiyle, “Kötü arkadaş insanı cehenneme çeker götürür.” Kötü arkadaştan, kötü ve şerir komşudan, kötü çevreden, kötü atmosferden uzak durduğunuz nispette yüksek ahlâkî değerleri yaşama imkânını bulacaksınız.

Ahlâk-ı âliyeyi elde etme hususunda diğer ve çok mühim bir faktör de insanda ihsan şuurunun, ruhunun gelişmesidir. Diğer bir deyişle şu tekvînî âyetlerin şerha şerha ferdin önüne serilmesi, kâinat kitabını herkese okutturma yolunun bulunması ve her yerde hâzır ve nâzır Hazreti Allah’a fertlerin inanır hâle getirilmesi hususudur. Böylece insanda ihsan şuur ve sırrının tecelli etmesi sağlanacaktır.

İnsan, bu sayede kötülüklere karşı kendisini engellemiş olacaktır. Fenalıklar karşısında mücadele gücünü ve şevkini artıracaktır. İnsan, bu şuuru elde ettiğinde yukarılara doğru pervaz edecek, arşiyeler çizerek Hazreti Muhammed’in arkasında yerini almaya çalışacaktır.

Resûl-i Ekrem’in bize getirdiği şeylerin gönüllerimizde yer bulması, onları kabul edip yaşamamıza ve ihsan sırrının içimizde zuhur etmesine bağlıdır.

Peki, ihsan şuuru nedir?

Allah’ı görüyor gibi ona kulluk yapma. Siz O’nu görmeseniz dahi O sizi görüyor.

İşte bu sırrı ruhunda yaşamaktır esas olan. Bu sırrın, fertlerin ruhunda yaşaması için hangi müesseseleri kurmak gerekiyor, ne yapılması icap ediyorsa onu yapmalı ve bu sırrın ve bu idrakin fertlerde teessüs etmesine yardım etmelidir. Onun için Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah tarafından bir yönüyle meseleyi kolaylaştırıcı bu yola sevk edilmişti. O, ister istemez bu yolda yürüyor; Allah da O’nun bu yolda yürümesini istiyordu.

Her fert kendi kendini kontrol edecek. Her fert kendi içini murakabe edecek, kendi muhasebesini yapacak ve davranışlarını ayarlayacak. Her ferdin arkasında bir bekçi değil her kalpte bir yasakçı olacak. Allah korkusu ferdi iki büklüm yapacak. Rabbin adını duyduğu zaman saygıyla ürperecek. Ahlâk-ı âliye ile ahlâklanacak. Rahmetin arşının eteklerine tutunacak ve öylece yükselecek, terakki edecek, miraç yapacak.

Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) işte bu yola sevk edilmişti. Her sahabi bu şuur içindeydi. İşte o zaman lâl ü güher gibi dudaklardan dökülen sözler karşılık buluyordu. Nitekim Kur’ân’da bu husus şöyle zikredilir:

وَالَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِّرُوا بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ لَمْ يَخِرُّوا عَلَـيْـهَا صُـمّاً وَعُمْيَـاناً

“Rabbin âyetleri yanlarında zikredildiği zaman körler ve sağırlar gibi yan gelip yatmazlar.” (Furkân Sûresi, 25/73) Anlamaları gereken şeyleri anlarlar ve vicdanlarında bir ürperti meydana gelir. Sair canlılar gibi değildirler. Bir gönül taşırlar ve bu gönül onlara idrak ettirir.

Kur’ân bize bunu anlatıyor. Her sahabi bu işe baştan hazırmış gibi arzuluydu. Her sahabi bu ruhla doluydu. Kendi kendini kontrol ediyor ve hakkında gelecek şeylerden tir tir titriyordu.

O meclisten içeriye girelim ve karşımıza çıkacak bir iki tablo ile ihsan şuurunun onlarda nasıl geliştiğini beraber görmeye çalışalım.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem);

يَآ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قُوٓا اَنْـفُسَكُمْ وَاَهْل۪يكُمْ نَاراً وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلٰئِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللهَ مَآ اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ

“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlarla taşlar olan o müthiş ateşten koruyun. Onun başında kaba yapılı, sert ve şiddetli melekler olup onlar asla Allah’a isyan etmez ve kendilerine verilen bütün emirleri tam yerine getirirler.” (Tahrîm Sûresi, 66/6) âyet-i kerimesini okuyordu. Birden bire meclisi lerzeye getirecek bir “hey” sesi duyulur. Biraz sonra Cebrail orada belirmiş, şöyle sormaktadır: “Yâ Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)! Allah’ın selamı var. Şu haykıran adama sorun bakalım ne diye haykırmış?”

Adam, o sırada yerde heyecanlar içinde can çekişmektedir. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Âyât ü beyyinâtı okuyordum. Allah korkusundan haykırdı ve kendisini yere attı. Şimdi de can çekişiyor.” buyurur.

Bir başka defasında yine meçhul bir sahabi, Resûl-i Ekrem’den bir âyet işitir ve onun etkisiyle evinden çıkamaz. Ne zaman huzur-u Resûllulah’a gelmeyi düşünse ayaklarının bağı çözülür. Allah Resûlü, günlerce evinden dışarı çıkmayan bu delikanlıyı merak eder ve hâlini sorar. Derler ki: “Yâ Resûlallah! İşittik ki evine kapanmış. Ciddi bir dertle feryat ü figan etmekte. Huzur-u Risalet-penahiye gelecek hâli yoktur.” Resûl-i Ekrem, bunun üzerine bu delikanlıyı ziyaret etmek için evine gider. Delikanlı kapıyı açıp da karşısında Resûl-i Ekrem’in gül cemalini görür görmez hemen boynuna sarılır. Ama biraz sonra da ayaklarının dibine yığılıverir. Allah Resûlü şöyle buyurur: “Arkadaşınız için kefen hazırlayın. Allah korkusu ciğerini parçalamış onun.”36

Allah korkusu ödünü kopardı mı bir ferdin, onun inhiraf etmesine, yoldan sapmasına imkân var mıdır?

Onun şekaveti düşünülebilir mi?

Yağması, talanı bahis mevzuu olabilir mi?

Başkalarının ırzını, namusunu çiğnemesine ihtimal verilebilir mi?

Katiyen ve kâtıbeten. Bir gönül ki o gönülde mehafetullah ve muhabbetullah; Allah korkusu ve Allah sevgisi böylesine derinlemesine kök salmış, onu hâkimiyeti altına almış, ayaklarının bağını çözecek hâle getirmiştir. Böylesi bir insan, elini uzatacağı her fenalıkta ateşten bir kıvılcıma uzanıyor gibi elini geri çeker, günahlardan fersah fersah uzak durur. Aman yâ Rabbi! Sana sığınırım, der.

İnsanınıza sunacağınız en büyük armağan bu ruhun gönüllerde neşv ü nema bulacağı müesseseleri, misyonları tesis etme, gelecek nesillere onu hediye etme olacaktır.

Üç asrın yozlaştırdığı, manevî hayatını güdükleştirdiği milletleri yeniden diriltme ve ihya etme ancak böyle mümkün olacaktır. Ölü gönüllerimize, Cennet’ten gelen kevserler gibi âb-ı hayatlar ancak bu yolla verilebilecektir.

Binaenaleyh İslam’ın yüce ahlâkının ve Muhammedîliğin –ki ona günümüzde havadan sudan daha çok muhtacız– gönüllerimize kök salması, ihsan şuuru ve ihsan sırrının geliştirilmesine bağlıdır. Cenab-ı Hak bu vadide vazife görme imkânını elde bulunduran zatları ikaz eylesin, irşat eylesin.

Âmîn.

9 Mayıs 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir


36 el-Hâkim, el-Müstedrek 2/536; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/530

-+=
Scroll to Top