26. Müslümanlık Hâl İledir

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِرَ اللهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ اٰيَاتُهُ زَادَتْهُمْ ا۪يمَاناً وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَـتَـوَكَّلُونَۚ

“Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki yanlarında Allah zikredilince kalbleri ürperir, kendilerine O’nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rabbilerine güvenip dayanırlar.” (Enfâl Sûresi, 8/2)

وَالَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِّرُوا بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ لَمْ يَخِرُّوا عَلَـيْـهَا صُـمّاً وَعُمْيَـاناً ۝ وَالَّذ۪ينَ يَـقُولُونَ رَبَّـنَا هَبْ لَـنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَاماً ۝ اُوٓلٰئِكَ يُجْزَوْنَ الْغُرْفَةَ بِمَا صَبَرُوا وَيُلَقَّوْنَ ف۪يهَا تَحِيَّةً وَسَلَاماًۙ ۝ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۘ حَسُنَتْ مُسْتَقَرّاً وَمُقَاماً

Kendilerine Rabbilerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağırlar ve körler gibi davranmazlar. Ve şöyle niyaz ederler: ‘Ey keremi bol Rabbimiz! Bize gözümüzün, gönlümüzün süruru olan temiz eşler ve nesiller ihsan eyle, bizi müttakilere önder eyle!’ İşte onlara, hak yolda sabır ve sebat göstermeleri karşılığında, kendilerine cennetin üstün sarayları verilecek. Oraya selamla, hürmetle buyur edilecekler. Hem de devamlı kalmak üzere oraya girecekler. Orası varılıp yerleşilecek ne güzel bir yerdir!” (Furkân Sûresi, 25/73-76)

Muhterem Müslümanlar!

Mümin, bir gönül eridir. Mümini tanımak isterseniz, onu kendi davranışları içinde değerlendirmeniz lazımdır. Mümin, kendi davranışlarıyla kendisine mümin dedirten kimsedir.

Gönlü aydın, içi aydın, duyguları canlı, kafası işleyen, terkip kabiliyetinde insandır. O, Rabbi hesabına O’ndan gelen fermanları dinlediği zaman körler, sağırlar gibi kulağının üzerine yatmaz. Rabbimin beyanıdır, diye gerekli tazimat ve tekrimatı gösterir. Rabbinden gelen her şey, pratikte ve hayatta onda hemen karşılığını bulur.

O, söylemekten daha çok yaşamaya dikkat eder. Sözleri yaşadıklarına yer yer tercüman olsa bile, yaşadıkları söylediklerinden daha fazladır.

Bu bezm ve bu devran, öyle müminlere şahit olmuştur ki, hayat boyu onların sarf ettikleri sözleri, cümleleri toplasanız mümin olduktan sonra beş yüz cümleye varmaz. Fakat öyle şeyler yapmışlardır ki binlerce cilt kitabı bir araya getiren insanın yaptığı iş dahi onların onda birine varamaz.

Mesela on sekiz yaşında, düğün evine girer gibi İslamiyet’e giren Mus’ab b. Umeyr’in, o yaşından sonra vefat edeceği âna kadar, bütün hayat boyu konuştukları belki beş yüz kelimeye varmamıştır.

Onlar hakikat erleri, davranış erleridir. Hakikat erleri, fikir erleri ve fikrini yaşayan erlerdir. Biz davranışlarımızla müminiz. Davranışlarımızla mümin olmayı bıraktığımız günden bu yana derbeder ve perişan bulunuyoruz.

Müslümanlığı, debdebeli muhteşem sözler içinde, çalım satarcasına başkalarına anlatmaya kalktığımız günden bu yana, nefsimize anlatmayı terk ettiğimiz günden bu yana, ona çekidüzen verme işini bıraktığımız günden bu yana derbeder ve perişan olduk, pâyimaliz, ayaklar altındayız.

Müslüman, davranış insanıdır.

Bir Müslümanın, namaz kılarken secdede iki defa inlemesi, bir nasihatçinin elli defa kükremesinden daha fazla tesir icra eder.

Bir müminin, Rabbin huzurundayken titreyip ürpermesi çok daha fazla müessir olacaktır. Nice ehl-i velayet vardır ki Rabbinin adını, peygamberinin yüce ismini duyduğu zaman hıçkıra hıçkıra ağlayan ümmî ninelerin verdiği dersi veremez. Çünkü onlar Rabbinin adını duyduğu zaman bulgur gibi kaynarlar. “Hazreti Muhammed” denildiği zaman renkleri sararıp solar. Siz endişe edersiniz, başını secdeye koyar da kalkamaz bu kadın, diye. Pek çok veli, böyle ümmî bir kadın kadar nasihatçi olamaz.

Bizler kendi cemaatimize nasihatçi ve vaiz olamadıysak eğer, bu bizim kendi iç boşluğumuzdan, gönül eri olamayışımızdandır.

Nerede bu Müslümanlık?

Demek ki içte büyük bir boşluk var.

Demek ki biz, hak ve hakikate kâmet-i kıymetine uygun tercüman olamıyoruz. Olsaydık böyle mi olurdu bu insanlığın hali? İç sesimizi duyuramıyoruz. Gönül heyecanlarımızı insanların vicdanlarına duyuramıyoruz. Çünkü onlardan mahrumuz. Bu mevzuda perişan ve derbeder olduğumuz için bu perişanlık ve derbederlik bütünüyle içtimaî hayatımıza aksetmektedir.

Sadece konuşan, felsefi diyalektik yapan bir yığın lafazan ve gafil insan, bir asırdan beri bizi aldattı. Hakikat eri olamayan bu insanlar bizi aldattı ve omuzlarımızın üzerinde yükseldiler.

Nerede iç yakıcı bir nağme tutturulduysa arkasından cüzdanların doldurulması hesap edildi. Ve yığın yığın kurban verildi.

Hevesine kurban gidenler… Midesine kurban gidenler… İkbaline kurban gidenler… Debdebeye kurban gidenler… İhtişamın kulu ve kölesi olanlar… Size nasihat edenler gaflete daldılar ve hakikate tercüman olamadılar.

Müslümanlık bir hâldir. Müslümanlık bir havadır. O havayı estirmeniz gerekir.

Bırakın yalanı! Bırakın davranışlarınızdaki sun’îliği! Siz davranışlarınızla hakikat gamzedin. Söz söylemenize lüzum yoktur. Göreceksiniz, o zaman insanlar bir hâle gibi etrafınızda toplanacaktır.

Mus’ab, Resûl-i Ekrem’in bezmine girmiş bir delikanlıydı. Hevesatına takılacağı günlerde girmişti. Anası, her gün onu kapıda beklerdi. Saçlarını okşar, ona kuş tüyünden döşekler sererdi. Adeta üzerine titrerdi.

Hayatın kendisine güldüğü, bütün rehavetiyle çepeçevre kendisini sardığı ve âdeta bütün rehavetiyle bir atmosfer hâlinde kendisini boğacağı zaman Mus’ab birdenbire Habbab b. Eret vasıtasıyla Resûl-i Ekrem’in sesini ve soluğunu duydu. Beyninden vurulmuş gibi İbn Erkam’ın evine koştu. O günden sonra da bir daha peşinden ayrılmadı.

Sessiz infiali içinde O’nun huzurunda hep el pençe divan dururdu. Söz yoktu onda. Bir gün Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona “Habeşistan’a git!” dedi; o da gitti ve vazifesini yaptı. Hıristiyanlar içinde icra-i faaliyette bulundu. Kur’ân konuştu, Kur’ân düşündü, Kur’ân’a tercüman oldu. Kur’ân koktu, Kur’ân aksetti. Yumuşak döşekleri, önüne inip kalkan sofraları terk etmiş bu feragat sahibi özverili insan, Mekke-i Mükerreme’den ayrılığa dayanamadı ve gün geldi, hasbîliği içinde yine postuna sarılıp döndü.

Medine’ye hicret fermanı çıkınca bu defa da oraya hicret etti. Ana, yurt, yuva, yumuşak döşekler ve sofralar her şey terk edilmişti. Yine samit infiali içinde hareket ediyordu.

Mescid-i Nebevî…

Kerpiçten yapılmış duvarlarıyla, hurma elyafıyla kaplanmış tavanıyla, hurma ağacından kaideleriyle sade Mescid-i Nebevî.. Maddî yapısı itibariyle bu kadar sade fakat Arş-ı Âzam kadar âlî Mescid-i Nebevî…

Resûl-i Ekrem o mescitte parmağını kaldırıyor ve Mus’ab’ı göstererek, “Şunu görüyor musunuz?” diyordu. “Mekke’de gezerken panjurlar açılır da genç kızlar ona bakardı. Hayatında bir rahat ve rehavet vardı. Bir de şu hâline bakın. Elbisesi bile kalmamış, bir posta sarınmış burada duruyor. Emir bekliyor. Emir ver de yapalım ey Resûlullah diyor.”

O, verilen emirleri hep sâmit infiali içinde yapmıştı. Nihayet Uhud sarpına kadar gelmişti. Uhud öyle çetindi ki o orada mücadele edecek ve iradesinin hakkını verecekti. O gün sırtında teberrüken Resûl-i Ekrem’in cübbesini taşıyacaktı. Kanatlanmış uçuyor gibiydi. Yine sessizdi. Yine sâmit infial içindeydi. Resûl-i Ekrem’e karşı kılıç kullananlar, orada Mus’ab’ı görünce Resûl-i Ekrem’e ulaşamayacaklarını anlayıverdiler. O sessiz adam orada ateş kesilmişti. İbn Kamie, onun üzerine yürümüş, o ise Resûl-i Ekrem’i korumak için vücudunu bir kalkan gibi kullanmıştı. Kolu, bacağı budanmış; yere kapanmıştı. Yere kapanırken de yine sessizdi. Yüzünü saklarcasına kuma gömmüştü.

Mev’ize kitaplarında şöyle bir vak’a anlatılır: Resûl-i Ekrem, Mus’ab’ı göstererek ashâbına sorar: “Biliyor musunuz, Mus’ab niçin yüzünü sakladı? Niçin kimseye yüzünü göstermek istemedi? “Bilmiyoruz yâ Resûlallah.” derler. “O, kendisi benim önümde bir sütre, bir perde olarak yıkıldıktan sonra bana da bir şey olacağını düşündü. Benim gözüm göre göre Resûl-i Ekrem’e bir şey yaparlarsa kolum yok ki kılıç kullanayım, elim yok ki sancak tutayım, başım yok ki kalkandır diye onu kullanayım. Ve ben bu hâlimle Allah’ın huzuruna gidersem, Rabbim bana ‘Mus’ab, Resûlullah’a dokundular sen neredeydin?’ derse ben ne derim? İşte onun için yüzünü sakladı.”

Sessiz insan, dağ kadar iş yapıyor. Mus’ab’ın işini Kafdağı’na yükleseniz eritir Kafdağı’nı.

Yirmi beş yaşındaki delikanlı…

Daha bıyıkları yeni terleyen delikanlı…

Kur’ân, “Bana omuz ver.” dediği vakit “lebbeyk” deyip Kur’ân’a omuz vermeye koşan delikanlı…

Resûl-i Ekrem’in önünde yine sessizliği içinde yıkılıp gidiyor.

Onda lafazanlık yoktu.

Onda davranış vardı.

Yapayım da Müslümanlık nasılmış görsünler! İşte onu yapıyordu. Mümin de onu yapacaktır aziz Müslüman!

Lafla değil mesele; davranışlarla… İç heyecanıyla ve gönülden meseleye dilbeste olmakla… İktiza ettiği yerde haysiyet ve namusu dâhil her şeyi orada dökmekle…

İkbal hırsı bizi öylesine kıskıvrak yakalamış ki vatanın birliğini ve muhafazasını üzerine alan delikanlılar dahi bu ikbal hırsıyla her gün birbirlerine düşüyor, birbirlerini vuruyorlar.

Demek ki gönüllerde Allah ve Resûlü yok…

Demek ki Kur’ân’a dilbeste olmak yok…

Demek ki davranışlarda Müslümanlık yok…

Bizi dilgir ve tedirgin eden, işte içinde bulunduğumuz bu hal ve bu vaziyettir. Bu işi götürecek hakikat erleri kalmadı. Lafazan ve gevezeler var sokaklarda. İşi, duvarlara yazı yazmak olan bir kısım gafil ve nâdanlar var sokaklarda. Bununla kendi milletlerine ve vatanlarına bir şey yapacaklarını zanneden, gönülden ve histen mahrum, zavallı kılıflar, kalıplar var sahnede.

Öyleyse iş bitmiş diyeceğim, fakat Rabbimin rahmet ve inayetinden intizar ediyorum ki bu meseleye gönül verecek, bel bağlayacak insanlar ihsan eylesin! Mütemerrit gönüllerimizi uyarsın; hakikati ona duyursun ve doyursun ve bizi manevî açlıktan halas eylesin.

Aziz Müslüman!

Şunu arz etmek istedim. Dil, insanı Cennet’e götüren bir vasıtadır, bir vesiledir. Dil aynı zamanda insanı baş aşağı Cehennem’e de götüren bir vasıta, bir vesiledir.

Yerinde tutulan dil, insanı âlâ-i illiyyîn-i kemâlâta çıkarır. Yerinde de konuşan dil insanı âlâ-i illiyyin-i kemalata çıkarır. Dil, Kur’ân’a tercüman olursa; dil, hakikat adına tercüman olursa insanı âlâ-i illiyyîn-i kemâlâta ulaştırır. Fakat dil lafazanlıkta kullanılırsa, onunla diyalektik yapılırsa, aldatma için kullanılırsa o dil insanı baş aşağı Cehennem’e götürür. Rabbim kötü dile sahip olmadan bizi muhafaza buyursun.

Unutmayalım ki; insandaki en mübarek ama aynı zamanda en tehlikeli uzuv dildir. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Dilinize sahip olun, Cennet’e gireceğinize kefil olurum.” buyuruyor. Onu güzel kullanın. İrşad ve tebliğde kullanın. Hakikate aşina gönüllerinize tercüman olmada kullanın. Ben size kefil olurum, buyuruyor.

Rabbim bizi iki cihanın derbederliğinden halas eylesin. Aziz ve şerefli eylesin.

Âmîn.

30 Mayıs 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir

-+=
Scroll to Top