28. Müminin Haysiyetini Koruma

يَآ اَيُّـهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّـقُوا اللهَ حَقَّ تُـقَاتِه۪ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْـتُمْ مُسْلِمُونَ ۝ وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَم۪يعاً وَلَا تَـفَـرَّقُواصوَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُـنْـتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّـفَ بَـيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِـنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَاناًۚ وَكُـنْـتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْـقَذَكُمْ مِنْهَاۘ كَذٰلِكَ يُـبَـيِّـنُ اللهُ لَـكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّـكُمْ تَهْتَدُونَ

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekirse öylece sakının! Ona layık olduğu tazimi gösterin ve ancak O’na teslim olan Müslümanlar olarak can verin! Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz. Bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size âyetlerini böylece açıklıyor, ta ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/102-103)

Muhterem Müslümanlar!

Huzurlu bir toplum, emniyet ve güven vaat eden bir toplum ancak yüce ahlâk ile bezenen insanlardan oluşacaktır. Toplumda ahlâk adına gördüğümüz bir kısım arızalar aynı zamanda o toplumdan huzuru da alıp götürür, itminanı da alıp götürür, saadeti de alıp götürür, emniyeti de alıp götürür.

Toplumumuzun evvela ahlâk adına bazı eraciften temizlenmesi, sonra da Cenab-ı Hakk’ın methettiği, Kur’ân’ıyla bize ferman buyurduğu ahlâk ile bezenmiş olması lazımdır. Böylesi bir topluluk gökteki cemaatin yerdeki misalidir ve Allah’ın yeryüzünde matmah-ı nazarıdır. Allah, kâinat nizamını o topluluk için devam ettirir. Böyle bir topluluk yok olduğu zaman kâinatın, semaların ve arzın da manası kalmayacağından ötürü Allah onların da hepsini beraberinde yıkar.

Binaenaleyh her ferde düşen ilk vazife, böylesine salih bir topluluğu meydana getirmek, bu salih topluluğu ilmek ilmek dokumak, böyle bir topluluğa sahip olmak ve bu mevzuda ciddi bir gayret içinde bulunmaktır.

Etrafımızdaki arızaları gidermek ve toplumumuzda bu anlayışı meydana getirmek suretiyle bu sıhhatli topluluğu oluşturmaya çalışacağız ki bu bize ait vazifenin bir yönüdür. Vazifeyi yaparken başkalarının kusurlarıyla uğraşmak, onları serrişte edip halkın arasında fâş etmek bu vazifedeki ifratın göstergesidir.

Her fert, kendi insanına karşı böyle bir vazifeyi yapmakla mükelleftir. Fakat bu vazifeyi yaparken aynı zamanda başkalarının ırzıyla, namusuyla, haysiyetiyle oynamamakla da mükelleftir. Onları kendi ırz, haysiyet ve namusu gibi hassasiyetle korumak zorundadır.

İşte bu anlayış içinde kusurların ortaya dökülmemesine, şahısların mahcup edilmemesine, ırz ve haysiyet meselesinin pâyimâl olmamasına (ayaklar altına alınmamasına) dikkat ederek, Müslümanlığın ve Müslüman cemaatin haysiyetini korumakla mükellefiz. Buna sırat-ı müstakim diyoruz. Vazife mutlaka yapılacak ama Müslümanların gizli ahvali de araştırılmayacak.

Seyyidina Hazreti Ömer Şam’a, Ebû Cendel’e mektup yazmıştı. Zira Ebû Cendel’in bir kısım şeyler karıştırdığı şayiası kulağına kadar geldi.

Evvela herkesi bir dinledi. Daha önce Sa’d b. Ebî Vakkas’ı veya Selman-ı Farisî’yi şikâyet edenleri dinlediği gibi Ebû Cendel’i şikâyete gelenleri de dinledi. Baktı ki şikâyetlerin devamı geliyor, meseleyi fâş etmeyecek şekilde Ebû Cendel’e şöyle bir mektup yazdı:

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
حٰمٓۘ ۝ تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ مِنَ اللهِ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۙ ۝ غَافِرِ الذَّنْبِ وَقَابِلِ التَّوْبِ شَد۪يدِ الْعِقَابِ ذِى الطَّوْلِۘ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۘ اِلَيْهِ الْمَص۪يرُ

“Kitabın indirilişi, Azîz ve Alîm, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, hem cezalandırması şiddetli hem lütfu bol olan Allah’ın katındandır. O’ndan başka ilah yoktur, dönüş yalnız O’nadır.” (Mümin Sûresi, 40/1-3)

Başka bir şey de yazmadı. “Sen şunu irtikâp etmişsin; bunu işlemişsin.” demedi. Bir süre sonra Ebû Cendel’in durumunu sorduğu zaman dediler ki: “Yâ Ömer, ne olduğunu bilemiyoruz fakat falan haftadan sonra bıçakla kesilir gibi kötü davranışları bitiverdi.”

Hazreti Ömer, hassas hareket ediyordu. Onu bu hassasiyete sevk eden bir faktör vardı ki ben dikkatinizi esas ona çekeceğim: Meseleyi herkese duyurmadan önleme, ortaya dökmeden istikamete hizmet etme. Bir mümine düşen ilk vazife, Hazreti Ömer gibi bu işi bir dinlemektir. Var mı? Arkası geliyor mu? Hakikaten bu dedikodu bahis mevzuu mu? Daha sonra açığa vurmadan çözmeye çalışmak gerekir.

Hazreti Ömer, bir gün yanındaki bir sahabiyle gezerken çölde kulübeciği içinde üzüm üsaresi, nebiz, koruk ya da nefsine mağlup olup şarap içen birisini görür. Hemen kapıdan içeri dalıverir. Adam karşısında halife-i rûy-i zemini görünce, hele Hazreti Ömer gibi cemalin ve celalin kendisinde müştereken tecelli ettiği bir zatı görünce mehabet ve mehafet karşısında iki büklüm olur.

Hazreti Ömer, “Nedir senin bu vaziyetin?” der. O da canını dişine takar ve der ki: “Ey Ömer, ya nedir senin bu hâlin? Müminlerin gizli hâllerini mi gözetliyorsun? Kur’ân diyor ki, “Ve lâ tecessesû!” (Casusluk yapmayın; halkın gizli şeylerini gözetlemeyin!). Oysaki sen benim evimin içine giriyorsun.”

Sahabi diyor ki: “Ömer ellerini başına koydu. Kendine veyl okuyarak mescide geldi. Durmadan ağlıyor, “Ey Ömer sen ne yaptın? diyordu. “Müminlerin kusurlarını araştırdın, ne yaptın?” diyordu. Mescide kapandı ve kimseye bir şey söylemedi.

Bir zaman sonra o adam mescide geldi. En arka saflarda duruyordu. Uzun boylu Ömer kendisini görecek, çağıracak, halkın arasında kızacak, ayıbını söyleyecek diye ödü kopuyordu. Mescitten içeriye girer girmez korkudan ayaklarının bağı çözüldü de çöküverdi. Bir süre sonra Seyyidina Hazreti Ömer ona işaret edip yanına çağırdı. Kulağına eğildi ve şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki seni gördüğüm o manzarayı kimseye haber vermedim.” Bu sefer adam Hazreti Ömer’in kulağına eğildi ve şöyle dedi, “Allah’a yemin ederim ki ben de o dakikadan itibaren o şeyi ağzıma sürmedim.”

Fenalıklar işte böylesine önleniyor, bir cemaat böylesine ilmek ilmek örülüyor, fakat bu arada sürçmüş, düşmüş, zelleye, hataya, günaha maruz kalmış Müslümanın haysiyetinin korunmasına da dikkat ediliyordu. İşte bu, sırat-ı mustakimin ifadesiydi.

Dine davet edenlere, din-i mübin-i İslam’a çağrıda bulunanlara, Kur’ânî hayatı insanlara tavsiye edenlere, sahabinin yaşadığı bu hususu gösteriyoruz.

İşte sırat-ı müstakim anlayışı budur. İnsanların hatalarını ve sürçmelerini teşhir etmek, gizli yerlerde işledikleri günahları anlatmak, bir Müslümanın baş aşağı yıkılmasıyla iftihar etmek, öğünmek, “düştü de çok iyi oldu” demek ve buna sevinmek değildir. Zira bu namertliktir, insanlıkla bağdaşmaz.

Bir Müslümana yakışır keyfiyet şudur: Mümin, kardeşinin sürçtüğünü, günah işlediğini duyunca onu setretmeye çalışacak, hemen onu korumaya geçecektir. Efendimiz bu hususta şöyle buyuruyor:

مَنْ رَدَّ عَنْ عِرْضِ أَخِيهِ رَدَّ اللهُ عَنْ وجْهِهِ النَّارَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

“Bir kimse mümin kardeşinin ırzını (onun gıyabında) korursa Allah da kıyamet günü onun yüzünü ateşten korur.”43

Mümin, kul hakkı içermeyen şahsi bir kusuru gördüğü zaman birkaç defa gözünü silecek ve hakikaten gözüyle gördüğü gibiyse “Allah’ım, bu kardeşimizin düştüğü şeye beni düşürme.” deyip dua ve istiğfarda bulunacak.

Aziz Müslümanlar!

Günümüzde sudan, havadan daha çok Kur’ân’ın, ahlâkımız adına bize telkin ettiği şeylere ihtiyacımız vardır. Kur’ân’ın bize tavsiye buyurduğu ahlâkı ve anlayışı yaşamadığımız sürece içtimaî hayatta sadece yarayı ve yamayı genişletmiş olacağız.

Müslümanların sinesinde kaktüs gibi yetişen bir şirzime-i kalîl (küçücük bir topluluk), onların haysiyet ve kaderiyle oynamaktadır. Bunun karşısında kuvvetli ve güçlü bir alternatif olsaydı bu şekilde olmazdı. Demek ki bunların karşısında güçlü bir alternatiften bahsetmek mümkün değildir. Demek ki Müslümanlar birbirleriyle uğraşmakla meşgul. Demek ki Müslümanlar birbirlerinin ayıplarını araştırmakla meşgul.

Müslüman kendi davasının muhabbetiyle yaşasın, onu neşretmeye kendisini versin, o yolda çalışsın. İşte o zaman –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– Müslümanın yüzü yerde kalmayacak, onuru muhafaza edilecek, gururu muhafaza edilecek ve salihler zümresi arasına iltihak edecektir. Rabbim bizi salihlerin arasına ilhak buyursun, onlarla payidar eylesin.

Cenab-ı Hak, bu mevzudaki icraat-ı sübhaniyesini bize anlatırken şöyle buyurur:

يَآ اَيُّـهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّـقُوا اللهَ حَقَّ تُـقَاتِه۪ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْـتُمْ مُسْلِمُونَ ۝ وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَم۪يعاً وَلَا تَـفَـرَّقُواصوَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُـنْـتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّـفَ بَـيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِـنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَاناًۚ وَكُـنْـتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْـقَذَكُمْ مِنْهَاۘ كَذٰلِكَ يُـبَـيِّـنُ اللهُ لَـكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّـكُمْ تَهْتَدُونَ

O Allah ki siz bir uçurumun kenarındayken kalplerinizi telif etti, O telif etmeseydi siz bir araya gelemezdiniz, O birleştirmesiydi birleşemezdiniz, O sizi millet yapmasaydı millet olamazdınız, O haysiyetinizi korumasaydı koruyamazdınız.

Haysiyetimizin kırıldığı, ufkumuzun karardığı, nasiyemizin (alnımızın) sarardığı şu günlerde Rabbim yeniden kalplerimizi telif buyursun, böylece bizi aziz eylesin.

Âmin.

13 Haziran 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir


43 Tirmizî, birr ve sıla 20; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 450.

-+=
Scroll to Top