3. KUR’ÂN – GÖNÜL İLİŞKİSİ

Tebliğ insanının gönlü Kur’ân’a göre ayarlanmalıdır. Kur’ân bu hususu ifade ederken şöyle buyurur:

إِنَّ فِي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ

“Bu Kur’ân, kalbi ona açık olanlar ve gözünü Kur’ân’a dikip ona kulak verenler için bir öğüttür.”1

Evet, Kur’ân bir nasihat, bir hatırlatma, bir zikir ve bir uyarıcıdır. Ne var ki Kur’ân’ın bu yönlerinden istifade edebilmek için, gönüllerin ona karşı açık olması şarttır. Gönlün açık olabilmesi için de, her insanın gözünü Kur’ân’a dikmesi ve kulağını Kur’ân’a vermesi gerekir. İşte bu, bütünüyle Kur’ân’a yönelmek demektir ki, başka türlü de istenen ölçüde Kur’ân’dan istifade edilmesi imkânsızdır. Çünkü tavrını bu istikamette ayarlayamayan bir insanın bakışı, Kur’ân’ın, o ışıl ışıl yanan mucizevî yönünü kat’iyen göremez. Göremeyince de, onun nazarında, Allah kelâmıyla herhangi bir beşer kelâmı arasında fark kalmaz.. ve artık düşünce seviyesi bu derekeye düşmüş bir insanın Kur’ân adına yapacağı hiçbir şey yoktur; olamaz da. Onun içindir ki: ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ “Şu kitapta şüphe yoktur.” denildikten sonra: هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “O, Allah’tan korkanlara hidayettir.”2 buyrulur. Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır, bunda şüphe yok. Fakat o Kur’ân’dan ancak müttakiler istenen ölçüde istifade edebilirler. Müttaki, şeriat-ı fıtriyeyi en iyi bilen insandır. Laubali insanın müttaki olamayacağı gibi, onun Kur’ân’dan istifadesi de düşünülemez. Zira onun kalbi artık ölmüştür. Bir âyet, bu tip insanların Allah Resûlü’ne karşı tavırlarını şöyle özetler:

يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ نَظَرَ الْمَغْشِيِّ عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَأَوْلٰى لَهُمْ

“Onlar sana, üzerine ölüm çökmüş insanların baygınlığı içinde bakarlar. Korktukları başlarına gelsin!”3 Bakışı bu olan insan, Kur’ân’dan ve onun tebliğcisi olan Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne anlayabilir ki!. Hiçbir şey. Hâlbuki kalbini Kur’ân’a göre akort eden bir insan, kâinatın nabzı gibi atıp duran hâdiseleri, kendi kalbinin atışları içinde duyar. Neden? Zira kâinat ile kendi arasında bir birlik kurmuştur da ondan.

Evet, hâdiselerin nabzını elinde tutamayan insanların, irşad adına fazla bir şey yapacakları da söylenemez. Aslında bu, biraz da Kur’ân’a bir bütün olarak bakabilme keyfiyetiyle alâkalıdır.

Aynı meseleye bir başka zaviyeden yaklaşacak olursak; âfâkî ve enfüsî âyetleri, Kur’ân âyetlerine tatbik edip ondan bir terkip yapma, tebliğcinin hiçbir zaman müstağni kalamayacağı bir ön şarttır. O, tebliğinde, bu sahada başarılı olduğu nispette başarılıdır. Aksi hâlde gerisi, hem kendisi hem de muhatapları için bir vakit israfıdır. Evet, tebliğ adamı bütünüyle İslâmî sıfatlarla muttasıf olmalı ve hep farklılığı ve fâikiyetiyle oturup kalkmalıdır.

Âfâkî ve enfüsî âyetleri tahlile tâbi tutup terkip yapabilmek, oradan nezaket, nezahet, şefkat, disiplin… gibi temelde bir mü’mini, tam anlamıyla kâmil mü’min yapan tüm sıfatlar, tebliğ insanının lâzım-ı gayr-i mufârık vasıfları olmalıdır. Bir başka ifadeyle arz edecek olursak; aslında her kâfirin her sıfatı kâfir olmadığı gibi, her mü’minin her sıfatı da mü’min değildir.4 Ve belki de kâfirlerin bugün dünya çapında, o değişik alanlardaki başarılarının altında da onların mü’minlere ait sıfatlarla muttasıf olmaları yatmaktadır. Ve tabiî ki bizim mağlubiyetimizin altında da kâfir sıfatları ile kirlenmiş olmamız! Hâlbuki her mü’min, mü’minliğe ait hemen her sıfata fevkalâde önem vermelidir. Hele tebliğ insanları, bunları temsil etmede sıradan mü’minlerin birkaç kadem daha önünde bulunmalıdırlar. Meselâ, mü’min nezaket insanıdır, nezahet insanıdır, şefkat âbidesidir. O bunlarla kâinatı bir merhamet beşiği, bir kardeşlik eşiği hâlinde görür ve görmelidir de. Onun hayatı bütünüyle disiplindir. Dolayısıyla onun her anı nurlu ve aydınlık geçer. O, vakit israfını en korkunç bir kayıp olarak değerlendirir. Müslümanın kahvehane hayatı yoktur. Çünkü Resûlullah’ın, hayatında öyle bir mekâna uğradığı söz konusu değildir. Hanesinin dışında Müslümanın mekân anlayışı mescitler, mâbetler ve eğitim yuvalarıdır. O, bilgi ve irfan yüklüdür. Gelişigüzel yapılan hareketlerden çok uzaktır; Müslüman daima bir plân ve programın adamıdır. Sebep ve neticeler arasındaki münasebetlere vâkıf ve eşyanın ruhuna da alabildiğine nafizdir.

Yukarıda beyan ettiğimiz gibi günümüzün Batı dünyası, Müslümanlara ait bu sıfatları aldıklarından dolayı, bugün hep zirvelerde dolaşmaktadırlar. Hâlbuki İslâm âlemi, bütünüyle onlara ait kötü sıfatların hamalı hâline gelmiştir. O, mescide gelirken onlara ait sıfatları bir urba gibi sırtına geçirmiş öyle gelmiş, diğeri de Müslümanlara ait sıfatlarla kiliseye koşmuştur. Demek oluyor ki, bugün galip olan Batının kendisi değil; onlardaki Müslüman sıfatlarıdır. Mağlup olan da Müslümanlar değil; batıdan alıp taklit ettikleri kâfir sıfatlarıdır. Bu itibarla da kurtuluşumuz bütünüyle Kur’ân’la bütünleşmemize bağlıdır.

1 Kaf sûresi, 50/37.

2 Bakara sûresi, 2/1-2.

3 Muhammed sûresi, 47/20.

4 Bediüzzaman, Sözler s.792 (Lemeât).

-+=
Scroll to Top