3. ZEKÂTIN FERT VE TOPLUMA KAZANDIRDIKLARI

Zekât, eda edilmesi gerekli bir fariza olmasının yanında, tatbik edildiğinde birçok problemi kendiliğinden halledecek büyük bir kuvvete sahiptir. O, bu özelliği itibarıyla hem vereni hem de alanı maddî-mânevî huzura sevk eder. Böylesi fertlerden müteşekkil bir toplum da bir huzur cemiyeti hâline gelir. Zira bu toplumda zengin, kendi üzerine düşeni yapmış, fakir de Allah’ın kendisi için takdir ettiği hakkı elde etmiştir ve böylece olması muhtemel birçok içtimaî huzursuzluğun önü alınmıştır. Zekât gibi bir sosyal dayanışmanın uygulama sahası bulamadığı cemiyetlerde karşılaşılacak hazin tablolara ise koskoca bir dünyanın acınası hâli buna en canlı misaldir!

Zekât, zengine mal ve mülkün hakiki sahibini hatırlatmakta, Allah’ın mülkünden bir tevziat (dağıtım) memuru gibi verirken, fakire yukarıdan bakma gibi yanlış mülâhazalardan zekât vereni korumaktadır. Ayrıca fakirin, zenginlerin kapısına gidip el açmasının önüne geçilmiş, fakirlik yerinde tespit edilerek ihtiyaçlar giderilmiş olmaktadır.

Böyle bir ortamda zengin, Allah’ın kendisine verdiği mülkte yine Allah’ın istediği şekilde tasarruf etme imkânına sahip olduğu için ellerini açar ve “Bana verdiğin malı, Senin istediğin yerlerde tasarruf imkânı da verdiğin için Sana hamd ederim Allahım! Zira mülk Senin olduğu gibi hamd de Sana aittir.” diyerek şükrünü Rabbine takdim eder.

Zekât, Allah’la irtibatı ciddi ve sağlam tutmanın bir ifadesidir. Her şeyden önce insan, ibadetlerinde başını secdeye koyup, سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلَى “Senin şanın ne yücedir! Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim.” dediğinde, bir kudsî hadis-i şerifin ifadesiyle, Allah (celle celâluhu) ona yaklaşır ve onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli.. olur.191 Aynı şekilde, hâlis niyeti ortaya koyup, canın yongası dediğimiz malını gerçek sahibine vermekle kulun ulaşacağı mertebeleri kestirmek de mümkün değildir. Bu ancak, gizli-açık her şeyin ortaya döküldüğü ahiret gününde belli olur.

Bu yönüyle zekât, malı-mülkü, hakiki mâlik ve melikine iade etmek suretiyle ebedileştirmenin adıdır. Bununla insan, sahip olduğu mülkü yeri ve zamanı geldiğinde tereddütsüz verebildiğini göstermekte ve kalben dünyayı terk ettiğini anlatmaktadır.

A. Zekâtın Ferde Kazandırdıkları

Zekât, çok yönlü bir ibadettir; onunla fertler, bir taraftan vazifelerini eda ederlerken, diğer taraftan da maddî ve mânevî birçok arızadan korunmuş olurlar. Zekâtın ferde kazandırdıklarıyla ilgili şunları söyleyebiliriz:

1. Veren Açısından

Dünya tohum atma yeridir. Atılan tohumun hasadı, ahiret yurdunda gerçekleşecektir. Bu dünya cehd, hasbilik ve diğergâmlık yurdu olmasına mukabil, bu civanmertliklerin karşılığının eksiksiz verileceği yer ise ahirettir.

Mal kelimesinin –bir tevcihle– “meyl”den türediği düşünülecek olursa, ona fıtrî bir meyille bağlı bulunan insan, canının yongası malından tasaddukta bulunduğunda, Allah’ın bizden istediklerini, nefsinin arzu ve isteklerine tercih etmiş olacaktır. Böyle bir tercihin mükafatı ise ancak görüldüğünde anlaşılabilecek bir değere sahiptir.

Böyle bir tercihle eda edilen zekâtın, onu verene kazandırdıklarını birer başlık altında şöyle sıralamamız mümkündür:

a. Allah’a Yaklaştırır

Kul, Rabbinin kendisi için takdir buyurduğu zekât mükellefiyetini yerine getirmekle O’na yaklaşma yoluna girmiş demektir. Yukarıda da işaret edilen kudsi hadis bu kurbeti şu şekilde açıklar:

وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ، وَمَا يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ، وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا وَإِنْ سَأَلَنِي لَأُعْطِيَنَّهُ وَلَئِنِ اسْتَعَاذَنِي لَأُعِيذَنَّهُ

Kulumun bana kurbet yolunda yapacağı en güzel ve önemli şey, benim kendisine farz kıldığım ibadetlerdir. Farzlardan sonra nafile ibadetler de eda etmek suretiyle Bana yaklaşmaya devam eder, neticede ben onu severim. Sevdiğim bir kulumun da işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse veririm, Bana sığınırsa sığındığı şeyden onu muhafaza ederim.”192

Zekâtın kalbî ve ruhî hayatımız açısından Allah’a yaklaştırıcılığı, farz bir ibadet olmasının yanında, aynı zamanda hiss-i semahatin de (cömertlik) bir ifadesi olması itibarıyladır. Zira Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadislerinden anladığımız gibi cömertlik, insanı Allah’a yaklaştıran en önemli hususlardan biridir:

السَّخِيُّ قَرِيبٌ مِنَ اللهِ قَرِيبٌ مِنَ الجَنَّةِ قَرِيبٌ مِنَ النَّاسِ بَعِيدٌ مِنَ النَّارِ وَالبَخِيلُ بَعِيدٌ مِنَ اللهِ بَعِيدٌ مِنَ الجَنَّةِ بَعِيدٌ مِنَ النَّاسِ قَرِيبٌ مِنَ النَّارِ وَالْجَاهِلُ السَّخِيُّ أَحَبُّ إِلَى اللهِ عَزَّ وَجَلَّ مِنْ عَابِدٍ بَخِيلٍ

“Cömert; Allah’a yakın, Cennet’e yakın, insanlara yakın, Cehennem’den uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzak, Cennet’ten uzak, insanlardan uzak, Cehennem’e yakındır. Cimri âbiddense, cömert cahil Allah katında daha sevimlidir.”193

Cömertlik, Allah’ın “Cevâd” (Cömert) ismiyle rezonansa geçmenin adıdır. İnsan, yaptığı işlerde ne ölçüde esma-i ilâhiye ile münasebet hâlinde ise, neticede elde ettiği faydalar da aynı nispette olacaktır. Bir hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

إِنَّ اللهَ جَوَادٌ يُحِبُّ الْجَوَادَ وَيُحِبُّ مَعَالِيَ الْأَخْلَاقِ وَيَكْرَهُ سَفْسَافَهَا

“Allah cömerttir, cömert olanı sever, yüksek insani vasıfları sever, süfli huyları sevmez.”194

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’tan uzaklığın remzi olan şirk bataklığına sapmışları zikrettiği bir yerde onların ayırıcı sıfatları olarak, ahirete inanmamalarının yanında zekât vermemelerini zikreder:

وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِكِينَ ۝ الَّذِينَ لاَ يُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ بِالآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ

Müşriklerin vay haline! Zekât vermez, ahirete de inanmazlar.”195

Vermek Allah ahlâkıdır. Allah ahlâkıyla ahlâklanmak ise, her zaman ve her yerde ayağın daima sağlam zemine basılması demektir.

Demek ki zekât, fakiri zengine yaklaştırdığı gibi zengini de Ganiyy-i Mutlak olan Allah’a yaklaştırmakta, kul ile Rab arasındaki münasebeti de temin etmektedir.

b. Zekât Bir Yatırımdır

Dünya hayatının çalışma, tohum ekme ve çabalama yeri olduğu üzerinde bir nebze durmuştuk. Bütün bunların tastamam karşılığının verileceği yer ise, şüphesiz ahiret âlemidir. Orada Allah’ın şaşmaz ve şaşırtmaz terazileri işleyecek ve herkes burada yaptıklarının karşılığını mutlaka görecektir. Burada hayırlı işler yapıp yümünlü bir hayat sürenler orada hayırlara gark olurken, hep şerrin peşinde dolaşıp şirretliği fazilet sayanlar da şerirlerle beraber Cehennem’in şerarelerinde çığlık çığlık yardım feryatlarında boğulacaklardır. –Öyle bir duruma dûçar olmaktan Rabbim muhafaza buyursun– Kur’ân’ın ifadesiyle;

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ۝ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

“Her kim zerre miktar hayır işlerse, mutlaka orada onu görecektir. Zerre kadar şerre bulaşan da orada onu mutlaka görecektir.”196

Mademki dünya çalışma, hâlis, katışıksız amellerde bulunma ve cömertlik sergileme yeridir. Öyleyse fırsat geçmeden sahip olduğumuz imkânları bu istikamette kullanmalı ve bütün bu civanmertliklerin karşılığının verileceği bir günün mutlaka geleceği inancıyla ahiret adına yatırımlar yapmalıyız.

Madem Kur’ân’ın ifadesiyle, yaptıklarımızın karşılığını orada tastamam görecek ve ahiret hayatımız adına kazanç ufkuna ulaşacağız. Öyleyse bugünden elimizi tez tutup, malımızla ahiret hayatımız için bir şeyler takdim etmeli ve orası adına yatırımlarımızı sağlam yapmalıyız. Bunun yolu da Allah’ın bize ihsan ettiği imkânlarla elde ettiğimiz mallarımızın bir kısmını, yine O’nun istediği yerlere harcamaktan geçmektedir. İşte zekât, ahiret adına böyle büyük bir yatırımın ifadesidir.

c. Cimriliği Ortadan Kaldırır

Mal sevgisi ve cimrilik duyguları, diğer duygular gibi, belli hikmetler için insan fıtratına konulmuştur. İnsan, sahip olduğu latife ve duyguları yerinde kullandığı takdirde önemli faydalar elde edecek olsa da, bu konuda ifrat ve tefrite düştüğünde kendisi için önemli kayıpların söz konusu olacağı bir yola girmiş olacaktır. İnsanın mala düşkün yaratılmasını da bu çerçevede düşünebiliriz.

Kur’ân, وَأُحْضِرَتِ الْأَنْفُسُ الشُّحَّ “Nefislere, “şuhh” (hırs, mal sevgisi) yerleştirilmiştir.”197 şeklindeki âyetiyle, dünya nimetlerine tamahın, hırsın, cimriliğin insanın mayasına yerleştirildiğini bildirmektedir. Fakat bu duygu, insana, malını koruması ve malıyla mülküyle dünyayı imar etmesi için verilmiştir. Evet, bu duygu, Rabbimiz tarafından takdir buyrulan sınır ve çerçeve içinde değerlendirildiği sürece dünyalar imar olur. İfrat ile sınırını aştığında ise nice ümranların yıkılmasına sebebiyet verir. Dünyaya karşı aşırı hırsları sebebiyle helâk olan geçmiş ümmetlerin durumu dediklerimizi teyit eden birer ibret örneğidir. Bu noktada Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

إِيَّاكُمْ وَالشُّحَّ فَإِنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ بِالشُّحِّ أَمَرَهُمْ بِالْبُخْلِ فَبَخِلُوا وَأَمَرَهُمْ بِالْقَطِيعَةِ فَقَطَعُوا وَأَمَرَهُمْ بِالْفُجُورِ فَفَجَرُوا

“Dünya malına karşı hırslı olmaktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, bundan dolayı helâk oldular. Mal hırsı onları cimriliğe sevk etti de vermeleri gerekli olanı vermediler; akrabalık bağlarını kesmeye sevk etti de kestiler; yine fısk u fücura, günah işlemeye sevk etti, onlar bunu da yaptılar.”198

Zekâtın emredildiği âyetlerden birinde, خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِمْ بِهَا “Onların mallarından sadaka al ki o sadaka vasıtasıyla onları temizleyesin, kirlerinden arındırasın.”199 ifadesi vardır. Bu âyetten hareketle zekâtın, fakiri kin ve nefret gibi duygulardan, zengini de cimrilik hastalığından temizleyeceğini söylemek mümkündür.

Kazanç içinde başkalarının da hakkının bulunduğu düşüncesini kabul ettiren zekât müessesesi, aynı zamanda insandaki maddeperestlik duygusunu da temizler. Gerçek mülkün sahibini idrakla insana, “Allah’ın mülkünden yine Allah’ın emriyle, O’nun tayin ettiği yerlere veriyorum.” dedirtir ve böylelikle cimrilik fikrini ortadan kaldırır. Bir insandan cimrilik düşüncesinin uzaklaşması ise, onun Allah’a yaklaşmasını, kurtuluşunu netice verir. Zira Allah şöyle buyurur:

وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Kim nefsinin hırslarından, cimriliğinden kurtulursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”200

Bunun aksine, Cenab-ı Allah’ın bize ihsan ettiği nimetleri başkalarıyla paylaşmamak ise, insanın ebedî hayatı adına tehlikeli bir zeminde dolaşması demektir ki,

وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمُ اللهُ مِنْ فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلِلهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ

“Allah’ın kendilerine lütfu ile bol bol verdiği nimetlerde cimrilik edip harcamayanlar, sakın bu hali kendileri için hayırlı sanmasınlar. Hayır! Bu, onların hakkında şerdir. Cimrilik edip de vermedikleri malları, kıyamet günü boyunlarına dolandırılacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır (Bütün mülk O’na aittir ve O’na kalacaktır). Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”201 mealindeki âyet bu akıbeti hatırlatmaktadır.

d. Rahmete Vesiledir

Zekât, kulu Rabbine yaklaştırmasının yanında O’nun rahmetine nail olmaya da en büyük bir vesiledir. Malumdur ki Allah’ın (celle celâluhu) rahmetine en çok nail olanlar, O’nun emirleri doğrultusunda hareket edenlerdir. Başkalarına merhamet edip ihtiyaçlarını gidermek, ilâhî rahmete çıkarılmış bir davetiyedir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),

الرَّاحِمُونَ يَرْحَمُهُمُ الرَّحْمَنُ ارْحَمُوا مَنْ فِي الأَرْضِ يَرْحَمْكُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ

“Birbirlerine merhamet duygularıyla muamele edenlere Rahmân merhamet eder. (Öyleyse) siz, yeryüzündekilere merhamet edin ki Allah da size merhamet etsin.”202 derken bu hakikati ifade etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim, zekâtın, Allah’ın rahmetini celbettiğini şu ifadeleriyle anlatır:

وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالَّذِينَ هُمْ بِآيَاتِنَا يُؤْمِنُونَ

“Rahmetim her şeye şamildir. Onu, takva dairesinde yaşayanlara, zekât verenlere ve âyetlerimize inananlara nasip edeceğim.”203

Buna benzer diğer bir âyet-i kerime de şu şekildedir:

وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

“Namazı kılın, zekâtı verin, Resûle de itaat edin ki, merhamete mazhar olasınız.”204Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, şu hadisleriyle yoksulun elinden tutmanın, zayıflara, muhtaçlara yardım etmenin, anne-babaya infakta bulunmanın Allah’ın rahmetine vesile olduğunu ifade buyurmuştur:

أرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ نَشَرَ اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ رحمَتَهُ وَأَدْخَلَهُ الجَنَّةَ: مَنْ آوَى مِسْكِينًا وَرَحِمَ الضَّعِيفَ وَرَفِقَ بالمَمْلُوكِ وَأَنْفَقَ عَلَى الوَالِدَيْنِ

“Şu dört özelliği kendisinde toplayanı Allah (celle celâluhu) rahmetiyle kuşatır ve onu Cennetine kor: Yoksulu koruyan, zayıfa merhamet eden, köleye yumuşak davranan ve anne-babasının ihtiyaçlarını karşılayan.”205

Aynı zamanda zekât, belâ ve musibetlere karşı bir siperdir ki, bu da rahmet-i ilâhiyenin ayrı bir tecellisidir. Zekât farizasının yerine getirilmediği durumlarda, Allah’ın rahmetinin de kesileceğini yine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bildirmektedir:

لَمْ يَمْنَعْ قَوْمٌ زَكَاةَ أَمْوَالِهِمْ إِلَّا مُنِعُوا الْقَطْرَ مِنَ السَّمَاءِ وَلَوْلَا الْبَهَائِمُ لَمْ يُمْطَرُوا

“Mallarının zekâtını vermeyen topluluğa semadan rahmet kapıları kapanır, bir damla yağmura hasret kalırlar. Şayet masum hayvanlar da olmasaydı onların yağmurdan hiç nasipleri olmazdı.”206

Demek oluyor ki hem dünya hem de ukba adına Merhameti Sonsuz’un rahmetini celbedecek en önemli hususlardan birisidir zekât. Zekât müessesesinin bulunduğu yere ilâhî rahmet sağanak sağanak gelir. Olmadığı yerler ise bir damla rahmete muhtaç gider.

e. Zekât Temizliktir

Zekâtın kelime anlamı, ‘temizlik’tir. Evet, zekât umumi bir temizliktir. Zekâtın farziyetini bildiren âyet, bu temizlenmeyi hedef olarak gösterir:

خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِمْ بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلاَتَكَ سَكَنٌ لَهُمْ

“Onların mallarından bir sadaka al ki bu sadaka vasıtasıyla onları temizlemiş, kirlerinden arındırmış olasın. Ve onlara dua et. Senin hakkındaki duan, onlar için huzur vesilesidir.”207

Evet, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’minlerden aldığı sadaka ve yaptığı dua ile onları maddî-mânevî kirlerden temizlemiş ve onlara, maddî-mânevî huzura giden yolları açmıştır.

Zekât, çok yönlü bir manevi temizlenmenin adıdır. Onunla hem zekâtı verilen mal, hem veren hem de alan muhtemel pek çok kirden arınmış olur.

Bir hadiste Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zekât ve sadakanın başta kendisi olmak üzere bütün âline (soyuna) haram olduğunu bildirdiği yerde, إِنَّ هَذِهِ الصَّدَقَاتِ إِنَّمَا هِيَ أَوْسَاخُ النَّاسِ لَا تَحِلُّ لِمُحَمَّدٍ وَلَا لِآلِ مُحَمَّدٍ “Şüphesiz ki bu zekât ve sadakalar, insanların kirlerinden ibaret olup onlar, Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun ailesine helâl değildir.”208 demekle dolaylı olarak insanların elinde bulunan malların kirini sadaka ve zekâtın temizleyeceğine işaret etmektedir.

Yine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ اللهَ لَمْ يَفْرِضِ الزَّكَاةَ إِلَّا لِيُطَيِّبَ مَا بَقِيَ مِنْ أَمْوَالِكُمْ “Allah, zekâtı, malınızın geri kalanını temizlesin diye farz kıldı.209 derken de aynı noktaya dikkat çekmektedir. Bu demek ki, zekâtı verilen mal, bu kirli kısım ayrıldıktan sonra temiz hâle gelmektedir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi zekât veren şahıs, Kur’ân ve hadislerde çirkinliği ortaya konan mal sevgisi, dünya hırsı, cimrilik gibi hastalıklardan kurtulmakta ve böylece bunlar sebebiyle gelen günahlardan temizlenmiş olmaktadır. Ayrıca zekât, dünyada ebedî kalma ve devamlı mal biriktirme gibi duygularla beslenen tûl-i emeli de ortadan kaldıran önemli bir faktördür.

Alan el durumunda bulunan kimseler de zenginlere karşı içlerinde beslemeleri muhtemel kin ve nefreti, cömertlik hissiyle coşup kendilerine el uzatanların bu civanmertlikleri karşısında eritirlerken, aynı zamanda Allah’a isyan duygularının yeşermesine müsait bir iklim olan fakirlikten ve muhtemel bir psikozdan kurtulmuş olurlar.

f. Malı Bereketlendirir

Zekâtı verilen mal zahiren eksiliyor gibi görünse de aslında Rahmeti Sonsuz’un bereketine mazhar olduğu için artar. Zira bütün kevn ü mekân elinde olan Allah (celle celâluhu), zekâtını veren insana malını artırma yollarını ilham eder ki, bu hükmü destekleyen –bilhassa esnaf arasında meşhur olmuş– birçok misal ve mesel vardır. Evet, kalbler elinde olan Allah (celle celâluhu), istediği ve hikmeti iktiza ettiği zaman kalbleri, emrini yerine getirip zekâtını veren kimselere meylettirir de o insanın ticaretinde sürpriz canlanmalar görülür.

Dahası, zekât ve sadaka olarak verilen miktarın malı eksiltmeyeceğini, bilakis artıracağını Cenab-ı Allah vaat buyurmuştur:

وَمَا آتَيْتُمْ مِنْ رِبًا لِيَرْبُوَ فِي أَمْوَالِ النَّاسِ فَلَا يَرْبُو عِنْدَ اللهِ وَمَا آتَيْتُمْ مِنْ زَكَاةٍ تُرِيدُونَ وَجْهَ اللهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُضْعِفُونَ

“Mallarınızın artması için alıp verdiğiniz faizin Allah katında artırdığı bir şey yoktur. Fakat Allah’ın rızasını dileyerek zekât verenlere gelince işte onlar, (sevap ve mallarını) kat kat artıranlardır.”210

Bu âyet-i celile, artırma düşüncesiyle mallarını faize yatıranların, gerçekte maksatlarının aksiyle tokat yiyeceklerini, Allah’ın rızası istikametinde tasaddukta bulunanların ise, verdiklerinden daha fazlasıyla berekete nail olacaklarını anlatır. Bu mânâyı destekleyen başka bir âyet-i kerimede ise şöyle buyrulmaktadır: يَمْحَقُ اللهُ الرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ “Allah, faizi (faiz kaynaklı paranın değerini, bereketini) azaltır, kıymetsizleştirir. Sadakaları ise nemalandırır, bereketlendirir.”211

Bir başka âyette ise infakta bulunanlar için, قُلْ إِنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ لَهُ وَمَا أَنْفَقْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ “De ki, ‘Rabbim kullarından dilediğine rızkını bol, dilediğine de az verir. O’nun yolunda infak ettiklerinizin yerine Allah başkasını ihsan eder ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”212 teminatı vardır.

Sadaka ve zekât verme konusunda, şeytan ve nefs-i emmarenin menfi baskısının rolü büyüktür. Her ikisi de zekât ve sadakanın malda eksikliğe sebep olacağını ve neticede fakirlik gibi bir problemle karşı karşıya gelineceğini telkin eder. Mevlâ-yı Müteâl Hazretleri, onların bu türden aldatıcı telkinlerine mukabil bizlere şu uyarıda bulunarak işin gerçek mahiyetini haber vermektedir:

الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُمْ بِالْفَحْشَاءِ وَاللهُ يَعِدُكُمْ مَغْفِرَةً مِنْهُ وَفَضْلًا وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur (fakir düşeceğinizi söyleyerek sadaka vermekten geri kalmanızı ister) ve size çirkin şeyleri yapmayı salıklar. Allah ise size kendi katından mağfiret ve lütuf vaat ediyor. Şüphesiz Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilendir.”213

Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadaka ve zekâtın malı eksiltmediğini, bilakis onun artmasına sebep olduğunu, مَا نَقَصَتْ صَدَقَةٌ مِنْ مَالٍ “Sadaka (zekât), maldan hiçbir şey noksanlaştırmaz.”214 sözleriyle anlatmaktadır. Evet, sadakası çıkartılan mala Allah bereket verir, dolayısıyla zahirdeki noksanlaşma telafi edildiği gibi fazlası da gelir. Öte yandan, Allah yolunda infakın uhrevi getirisinin büyüklüğü sebebiyle, az fedakârlıklarla çok büyük sevap kazanmak mümkün olur.

Şu hadis-i şerif de bu mânâyı desteklemektedir:

مَنْ أَدَّى زَكَاةَ مَالِهِ طَيِّبَ النَّفْسِ بِهَا يُرِيدُ بِهَا وَجْهَ اللهِ وَالدَّارَ الْآخِرَةَ فَلَمْ يُغَيِّبْ شَيْئًا مِنْ مَالِهِ

“Kim, malının zekâtını gönül hoşnutluğuyla ve Allah’ın rızasını ve ahireti düşünerek eda ederse, malından hiçbir şey kaybolmaz.”215

Zekâtın hem Hak katında hem de halka karşı bir teminat olduğunu yine Muhbir-i Sadık Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğreniyoruz:

حَصِّنُوا أَمْوَالَكُمْ بِالزَّكَاةِ وَدَاوُوا مَرْضَاكُمْ بِالصَّدَقَةِ وَأَعِدُّوا لِلْبَلَاءِ الدُّعَاءَ

Mallarınızı zekâtla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedavi edin, belâlara karşı dualarla hazırlıklı olun.”216 Yani fakirin gözü zenginin malında olmayacak.. eli ve dili, kendisine verilen zekâtla ulaşılan sosyal dayanışma sayesinde servet sahiplerine uzanmayacak.. ve siz, başkaldırmaya müheyya bir sınıfın önünü, daha aklına kötü duygular gelip taht kurmadan evvel kesmiş; malınızı, sağlam kale ve surların koruması altına almış, güvene kavuşturmuş olacaksınız.

Bir kudsî hadiste Allah’ın, يَا ابْنَ آدَمَ أَنْفِقْ أُنْفِقْ عَلَيْكَ “Ey Âdemoğlu, infak et ki, Ben de sana infakta bulunayım.”217 sözünü nakleden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sadakanın Allah tarafından nasıl artırılıp çoğaltılacağını da şu sözleriyle anlatmaktadır:

مَا تَصَدَّقَ أَحَدٌ بِصَدَقَةٍ مِنْ طَيِّبٍ وَلَا يَقْبَلُ اللهُ إِلَّا الطَّيِّبَ إِلَّا أَخَذَهَا الرَّحْمَنُ بِيَمِينِهِ وَإِنْ كَانَتْ تَمْرَةً فَتَرْبُو فِي كَفِّ الرَّحْمَنِ حَتَّى تَكُونَ أَعْظَمَ مِنَ الْجَبَلِ كَمَا يُرَبِّي أَحَدُكُمْ فَلُوَّهُ أَوْ فَصِيلَهُ

“Helal malından –ki Allah helalden başkasını kabul etmez– sadaka veren birisinin sadakasını Rahman olan Allah alır. Bu tek bir hurma tanesi bile olsa Rahman’ın elinde öyle büyür, bereketlenir ki Uhud dağından daha büyük olur. Nasıl siz bir tayı ya da deve yavrusunu alır büyütürsünüz, işte aynen öyle.”218

Görüldüğü gibi zekâtı verilen mal, Allah’ın teminatı ve Resûlü’nün müjdeleriyle, eksilme değil, bilakis artma durumundadır ve zekâtını tastamam verenlerin nail oldukları ihsanlar bunun açık delilidir.

Aynı zamanda böyle bir malın artması için her gün meleklerin dua etmeleri de mevzubahistir ki, bunu da yine Allah Resûlü’nün şu sözünden öğrenmekteyiz:

مَا مِنْ يَوْمٍ يُصْبِحُ الْعِبَادُ فِيهِ إِلَّا مَلَكَانِ يَنْزِلَانِ فَيَقُولُ أَحَدُهُمَا اَلّلهُمَّ أَعْطِ مُنْفِقًا خَلَفًا وَيَقُولُ الْآخَرُ اَلّلهُمَّ أَعْطِ مُمْسِكًا تَلَفًا

Her sabah gökten iki melek iner de biri, ‘Allahım, infak edene daha fazla ver.’ diye dua ederken, diğeri, ‘Allahım, malını elinde tutup başkalarıyla paylaşmayanın malını telef et.’ diye beddua eder.”219

g. Mala Ebediyet Kazandırır

Dünya fani ve içindekiler de fenaya gitmektedir. Dünyada hiçbir şey ebedî olmadığı gibi, dünyanın kendisi de fenanın kollarında ademe mahkûmdur. Sahip olunan mal ve onu elde edenlerin burada kalıcı olmadığı da muhakkaktır.

Demek ki dünya bir uğrak yeridir ve burada kalmanın sınırlı bir zamanı vardır. Kişi ne kadar çok mal elde ederse etsin ancak bu sınırlı vaktin müsaadesi nispetinde ondan istifade edebilecektir. Bununla birlikte insanda bulunan ebediyet arzusu bir realitedir ki, ebedî âleme iştiyak için insanın mahiyetine dercedilmiş bir müşevviktir. Bunun içindir ki insan mal biriktirir durur. Bu arzunun sevkiyle elde edilen mâmelek ise, onu hiçbir zaman tatmin edememekte ve derdine çare olamamaktadır.

Aslında bu bir çıkmaz değildir; insan elde ettiği şeyleri ebedî hayatı adına değerlendirdiğinde, bu hissini müspet yola kanalize etmiş ve büyük yatırımın adımlarını atmış sayılır. Bu yatırıma esas teşkil eden iki önemli husus vardır. Bunlar, mal ve canın Allah yolunda kullanılması ve yeri geldiğinde bu uğurda feda edilmesidir. Bu yapıldığı takdirde, mal ve cana ebediyet kazandırılmış ve karşılığında büyük mükâfatlar elde edilmiş olacaktır. Malı ebedileştirmenin yolu, bütün çeşitleriyle infak; canı ebedileştirmenin yolu da Allah yolunda mücahededir. Nitekim Allah (celle celâluhu) Yüce Beyanında şöyle buyurur:

إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

“Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını Cennet mukabilinde satın almıştır.”220

Akabe biatları esnasında, Allah Resûlü’nün tekliflerine “evet” dediklerinde, karşılık olarak elde edecekleri şeyin ne olacağını soran ensara, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Cennet” cevabını vermiştir.221 Evet Cennet, mal ve canın Allah yolunda kullanılmasına mukabil, ebedî âlemde verilecek mükâfattan başka bir şey değildir.

Sadaka ve zekâtın, daha dünya hayatında, ahiret adına malı ebedileştirme fonksiyonunu Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu ifadelerinde de görmek mümkündür:

يَقُولُ ابْنُ آدَمَ مَالِي مَالِي وَهَلْ لَكَ يَا ابْنَ آدَمَ مِنْ مَالِكَ إِلَّا مَا أَكَلْتَ فَأَفْنَيْتَ أَوْ لَبِسْتَ فَأَبْلَيْتَ أَوْ تَصَدَّقْتَ فَأَمْضَيْتَ

Âdemoğlu ‘malım, malım!’ der durur. Hâlbuki ey Âdemoğlu! Malım dediğin şey, ya yiyip tükettiğin, ya giyip eskittiğin ya da tasadduk edip ebedileştirdiğin şeyden başkası değildir.”222

Demek ki şu fani âlemde sahip olunan malın, baki âleme ait bir sermaye hâline getirilmesi mümkündür ve bunun yolu da zekât ve sadaka gibi infak çeşitlerinden geçmektedir.

h. Malı “Kenz” Olmaktan Kurtarır

Sözlükte hazine, define anlamlarına gelen “kenz”; İslam ıstılahında, zekâtı verilmeyen, gerekli yerlere sarf edilmeyip bir yerde yığılıp bekletilen mal demektir.

Bilindiği gibi mal biriktirip stoklar meydana getirme, iktisadî hayatta ciddi krizlere yol açmaktadır. Bunun neticesinde halkın büyük bir çoğunluğu mağdur olmakta ve sonuçta içtimaî hayatta kutuplaşmalar meydana gelmektedir. İşte İslâm, bu ve benzeri sebeplerle stokçuluk, ihtikar ve karaborsacılığı yasaklamıştır. Malın belirli kimseler tarafından stok edilerek piyasadan çekilmesi, sun’i fiyat artışlarına sebep olur ve birkaç kişi veya kurum, büyük menfaatler elde ederken, alma gücü sınırlı olan büyük bir kitle ciddi sıkıntılara sürüklenir. Elbette bu bir zulümdür ve cemiyet içinde ciddi rahatsızlıklar meydana getireceği âşikârdır. İslâm, zekât ve sadaka gibi mükellefiyetlerle bu tür rahatsızlıkların daha baştan önünü alır.

Evde veya bankada pasif hâlde duran paranın hiç kimseye bir faydası yoktur. Onun faydası ancak kullanıldığı ve tedavüle sokulduğu takdirde ortaya çıkacaktır. Bu sebepledir ki İslâm, tasarruf etme, herhangi bir iş için sermaye oluşturma veya muhtaç durumdaki insanlara yardım etme gibi herhangi bir maksat gözetmeksizin biriktirilen mala “kenz” ismini vermiş ve Müslümanları bundan kaçınmaları noktasında şiddetle uyarmıştır. Piyasada suni daralmalara ve fiyat artışlarına sebep olmak ve böylece daha çok para kazanmak için mal stoklamak, İslâm nazarında çok kötü bir fiildir.

Evvelâ Kur’ân-ı Kerim, bu hususta oldukça sert ikazlarda bulunur:

وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ ۝ يَوْمَ يُحْمَى عَلَيْهَا فِي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوَى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْ هَذَا مَا كَنَزْتُمْ لِأَنْفُسِكُمْ فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ

“Altını gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele! Yığılan bu altın ve gümüş Cehennem ateşinde kızdırılarak, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara: ‘İşte!’ denilecek, ‘İşte biriktirdiğiniz mallar! Şimdi mal yığmanın vebalini tadın bakalım’”223

Mal biriktirme, mal stoklama, neticeyi düşünerek daha fazla maddî güce sahip olma düşüncesiyle yapılır. Sonuç itibarıyla stokçuluk, bu işi yapanın, bir gün bunun üzerinden büyük kârlar elde edeceği düşüncesini mayalamakta ve kişiyi o “müjdeli gün” için beklentiye sevk etmektedir. İşte Kur’ân, bu hırsla mal biriktirip kenz yapanlara, beklentilerine göre hitap ederek şimdiden “müjde” veriyor.. veriyor ama vaat edilen müjde hiç de onların bekledikleri gibi değil.. bu müjde, beraberinde sevinç çığlıkları değil ızdırap iniltileri getirmekte.. elemle karışık, insanı hacalet ve sıkıntıdan iki büklüm eden bir azabın müjdesi…

Zekâtı verilmeyen altın, gümüş ve diğer emtianın, ahirette sahibine verecekleri eziyeti hadis-i şerifler de anlatmaktadır. Hadislerden anladığımız kadarıyla, zekâtı verilmeyen altın ve gümüş, kızdırılmış levhalar hâlinde sahibinin vücuduna bastırılacak ve onlarla sahiplerinin vücutları dağlanacaktır. Yine zekâtı verilmeyen deve, sığır, koyun gibi hayvanlar, olduklarından daha büyük hâle getirilip sahiplerine eziyet edeceklerdir.224

Daha fazla mal ve mülke sahip olma hırsıyla biriktirilen ve içinden Allah’ın hakkı çıkarılıp gerekli yerlere harcanmayan mâmelek, bütünüyle sahibine ızdırap vermiş; onu, dünya lezzetlerini elde etme hırsının altında her türlü lezzetten mahrum bırakmıştır. Netice itibarıyla dünyada stokçuluk yaparak zengin olacağını zanneden ancak varlık içinde yokluk çeken bu şahıs, ahirette ‘kendi ameli cinsinden ceza’ ile karşılığını görecek, burada ektiklerini orada biçecektir.

Diğer bir hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), zekâtı verilmeyen malın kıyamet günü kocaman bir yılan şekline girerek sahibine eziyet vereceğini anlatmaktadır.225

Hadisin Buhârî’deki rivayetinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yılanın, sahibini elmacık kemiklerinden ısıracağını ve “Ben senin malınım, ben senin kenzinim.”226 diyerek azap edeceğini anlatır ve arkasından da şu âyeti okur:

وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمُ اللهُ مِنْ فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

“Allah Teâlâ’nın fazl u kereminden kendilerine verdiği malda cimrilik edenler, sakın bu yaptıklarını kendilerinin hayrına sanmasınlar. Bilakis o, onlar için şerdir. Cimrilik edip de zekâtını, sadakasını vermedikleri o mal, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.”227

Bütün bunlar elbette inanan insanların, hiç malının olmaması gerektiği mânâsına gelmez. O da mal sahibi olabilir, olmalıdır da. Ancak inanan bir insan, malını yalnızca nefsi, hevası ve dünyalık lezzetler için kullanamayacağını, malın mülkün hakiki sahibi tarafından kendisine verilen bu mal ile eda edeceği uhrevi vazifelerinin de olduğunu idrak etmelidir. Bu noktada zekât, Müslümanın yapmakla mükellef olduğu en önemli vazifelerdendir. O, malı kenz olmaktan çıkarır ve sahibini, bahsini ettiğimiz tehditlerden korur:

كُلُّ مَالٍ أَدَّيْتَ زَكَاتَهُ وَإِنْ كَانَ تَحْتَ سَبْعِ أَرَضِينَ فَلَيْسَ بِكَنْزٍ، وَكُلُّ مَالٍ لَا تُؤَدِّي زَكَاتَهُ فَهُوَ كَنْزٌ وَإِنْ كَانَ ظَاهِرًا عَلَى وَجْهِ الْأَرْضِ

“Zekâtını ödediğin mal yerin yedi kat altında gömülü bile olsa kenz değildir. Zekâtını ödemediğin mal açıkta da olsa kenzdir.”228

مَا بَلَغَ أَنْ تُؤَدَّى زَكَاتُهُ فَزُكِّيَ فَلَيْسَ بِكَنْزٍ

“Zekâtı verilecek miktara ulaşıp da zekâtı verilen mal kenz değildir.”229

مَنْ أَدَّى زَكَاةَ مَالِهِ فَقَدْ أَدَّى الْحَقَّ الَّذِي عَلَيْهِ وَمَنْ زَادَ فَهُوَ أَفْضَلُ

“Zekâtını eda eden, üzerindeki hakkı eda etmiş demektir. (Farz olan miktardan) daha fazla vermek ise daha faziletlidir.”230

إِذَا أَدَّيْتَ زَكَاةَ مَالِكَ فَقَدْ أَذْهَبْتَ عَنْكَ شَرَّهُ

“Malının zekâtını eda ettiğinde, onun şerrini kendinden savmış olursun.”231

إِذَا أَدَّيْتَ زَكَاةَ مَالِكَ فَقَدْ قَضَيْتَ مَا عَلَيْكَ

“Malının zekâtını eda ettiğinde, üzerine düşeni yapmış olursun.”232

Hâsılı, malının zekâtını veren kimse, Hak katında malını kenz olmaktan kurtardığı gibi, böyle bir şahsa halk da mal yığan cimri insan nazarıyla bakmayacaktır. Zira o, Allah’ın kendisine verdiğinin hakkını vermiş, fakir ve yoksulu gözetmiş, böylece kendi üzerine düşeni yerine getirdiğinden dolayı da mesuliyetten kurtulmuştur.

i.Tûl-i Emeli İzale Eder

İnsan ebede namzet yaratılmıştır ve onda bulunan birçok duygu ebediyeti istemektedir. Ebediyetin ukba buudu kavranamadığında mesele dünyaya hasredilmekte, bunun neticesi olarak da dünyaya aşırı bağımlılık ortaya çıkmaktadır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanın bu hâlini şu hadisleriyle çarpıcı bir şekilde ifade buyurur:

لَوْ أَنَّ لِابْنِ آدَمَ وَادِيًا مِنْ ذَهَبٍ أَحَبَّ أَنْ يَكُونَ لَهُ وَادِيَانِ وَلَنْ يَمْلَأَ فَاهُ إِلَّا التُّرَابُ وَيَتُوبُ اللهُ عَلَى مَنْ تَاب

Âdemoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, iki vadi olmasını ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah, tevbe edenlerin tevbesini kabul eder.”233

Bir başka hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle der:

يَكْبَرُ ابْنُ آدَمَ وَيَكْبَرُ مَعَهُ اثْنَانِ حُبُّ المَالِ وَطُولُ العُمُرِ

Âdemoğlu büyüdükçe onunla birlikte iki özellik daha büyür: Mal mülk sevgisi ve tûl-i emel.”234

Bir başka hadis:

قَلْبُ الشَّيْخِ شَابٌّ عَلَى حُبِّ اثْنَتَيْنِ: طُولُ الْحَيَاةِ، وَحُبُّ الْمَالِ

“İnsan yaşlanır da onda iki şey genç kalır: Uzun yaşama arzusu ve mal sevgisi.”235

Dünya sevgisi ve tûl-i emel, insana dünyayı imar etmesi, dünya adına yapacağı işlerde boşvermişliğe girmemesi için verilmiştir. Bu duyguda istikamet tutturulamadığında ifrata ve tefrite düşülerek; bir tarafta dünya tamamen terk edilmekte, diğer tarafta da her şey dünyadan ibaret görülüp ahiret düşüncesine yer verilmemekte ya da unutulmaktadır. Hâlbuki İslâm, her iki durumu da tasvip etmemekte; dünyaya dünya, ukbaya da ukba kadar kıymet verilmesini istemektedir.

Hiç şüphesiz ferde bu dengeyi kazandıracak âmillerden birisi zekâttır. Cenab-ı Allah’ın verdiği malın, O’nun emrettiği nispette ve gösterdiği istikamette verilmesi demek olan zekât, ebedî âlemi hatırlatmakta, insan fıtratındaki dünya sevgisi ve tûl-i emeli ebedî âleme göre şekillendirmekte ve bu duyguların yüzünü ahirete çevirmektedir. Çünkü âyet ve hadisler, Allah yolunda verilen her şeyin ukbada karşılığının verileceği konusunda bizi temin etmektedir. Bu ise yapılanların, dünyanın dar çerçevesini aşıp ukbanın sınırsız buudlarına göre yapılmasını gerektirmektedir. Zekât, malın fani, ömrün sınırlı, dünyada ebedî kalmanın imkânsız ve ahirete gidişin mecburi olduğunu hatırlatarak insanı ebedî âleme hazırlar. Ve bu yönüyle de ahiret için teşvikçi olur. Bu da insan için büyük bir kazançtır.

Değişik hikmetlere mebni olarak dünya ve içindekiler insana cazip göstermiş fakat Kur’ân-ı Kerim’de bu fani şeylerin değil de Allah nezdinde olanların güzelliğine dikkat çekilmiştir:

زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَآبِ

“Kadın, çoluk çocuk, yığın yığın altın ve gümüş, salma atlar, hayvanat ve mahsulat sevgisi insanların içine yerleştirilmiş ve bunlara duyulan arzu onlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının vaad ettikleridir. Ulaşılacak en güzel şeyler ise Allah katındadır.”236

Bu âyet-i kerime, Allah’ın insana verdiği fıtrî özellikleri anlatmakta, sonra da ahireti nazara vererek, yaratılıştan gelen bu fıtrî meyillerin tevcih edileceği ciheti nazara vermektedir. Yani bir tarafta insan fıtratına konulan dünya sevgisi ve hırs, öbür tarafta ise bunu itidale çekecek zekât gibi dinî ahkâm söz konusudur. Âyet-i kerimede sayılan dünyevî güzellikler karşısında istikameti koruyabilmek için sahip olunması gereken hususlardan biri, malik olduğumuz şeylerde başkalarının da hakkının bulunduğu gerçeğini göz ardı etmemektir.

Mal hırsı ve dünya sevgisi lüks ve şatafat içinde yaşama tutkusunu da beraberinde getirir ki bu da israfa açılan kapıdır. İsraf da çoğu zaman insanın gayrimeşru yollara kaymasına sebebiyet verir. Zira çoğu zaman eldeki imkânlar, tahayyül edilen hayatın teessüsünde yetersiz kalır. İşte zekât, bu türlü komplikasyonların önüne geçerek insanın bitme-tükenme bilmeyen mal sevgisini ve tûl-i emel duygusunu kırmakta ve onun istikamet çizgisi üzerinde kalmasını temin etmektedir.

j. Duaya Vesiledir

Zekât, çok yönlü olarak duaya vesile olur. Kur’ân’ın ifadesiyle o, başta Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasına vesile olduğu gibi, zekâtı alanın duasına da vesiledir. İhtiyaç içinde olan kimsenin elinden tutan bir zengin için, ihtiyacı giderilen şahıs da, onun yakınları da dua edeceklerdir. Bütün bunların yanında zekât, meleklerin duasına da vesile olmaktadır.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın, zekât ve sadaka verenlerle ilgili Allah Resûlü’ne tavsiyesi şudur:

وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلَاتَكَ سَكَنٌ لَهُمْ

Onlara dua et; çünkü Senin duan, onlar için huzur vesilesidir.”237

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenab-ı Hakk’ın emrine imtisal etmemesi düşünülemez. Abdullah İbn Ebî Evfâ (radıyallahu anh) anlatıyor:

Birileri sadakalarını, zekâtlarını getirdiği zaman Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o zata, ailesine dua eder, “Yâ Rabbi! Filanlara rahmetinle muamele eyle!” derdi. Babam da zekâtını getirdiğinde Allah Resûlü bizim için de dua etti:

اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى آلِ أَبِي أَوْفَى

“Allahım, Ebû Evfâ’nın ailesine merhametinle muamele eyle.”238

Birçok âyette olduğu gibi buradaki dua etme emri de, sadece Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsına münhasır değildir. Bilakis bütün Müslümanları içine almaktadır. Kaldı ki sadaka ile, zekâtla başkalarının yardımına koşanlar için dua etmek, insanî hislerin ve fıtratın bir gereğidir. Hiçbir kimse, ihtiyaç içinde kıvrandığı bir sırada kendisine yardım eden ve elinden tutan biri için “Allah razı olsun” demeyi çok görmez. Belki de bu, gayriihtiyarî olarak lisanın fıtrata tercüman olmasıdır. Sadaka ve zekâtla ihtiyaçları giderilen aile, veren şahsa dua ederlerken, çoğu zaman o aileyi tanıyan kimselerin de bu dualara iştirak edecekleri unutulmamalıdır.

Sadaka ve zekâtın vesile olduğu dualardan biri de meleklerin duasıdır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hususu, daha önce de zikrettiğimiz şu ifadeleriyle anlatmıştır:

مَا مِنْ يَوْمٍ يُصْبِحُ الْعِبَادُ فِيهِ إِلَّا مَلَكَانِ يَنْزِلَانِ فَيَقُولُ أَحَدُهُمَا اَلّلهُمَّ أَعْطِ مُنْفِقًا خَلَفًا وَيَقُولُ الْآخَرُ اَلّلهُمَّ أَعْطِ مُمْسِكًا تَلَفًا

“Her sabah gökten iki melek iner de biri, ‘Allahım, infak edene daha fazla ver.’ diye dua ederken, diğeri, ‘Allahım, malını elinde tutup başkalarıyla paylaşmayanın malını telef et.’ diye beddua eder.”239

Görüldüğü gibi zekât, çok yönlü olarak duaya vesile olmaktadır ve dua, mü’min için, Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmaya ve rahmetini celp etmeye vesilelik edecek en önemli bir kredidir.

k. Günahlara Kefarettir

Cenab-ı Hak, kullarına olan rahmetinin neticesi olarak, yapılan ibadetleri kurbete vesile kılarken, aynı zamanda onları, hata ve kusurların affına da birer sebep kabul etmektedir. Abdest, namaz, oruç gibi ibadetlerin, getirdikleri sevaplar yanında, günahlara kefaret olduklarını, değişik âyet ve hadislerden –doğrudan veya dolaylı olarak– öğreniyoruz.

Bir âyette Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

لَئِنْ أَقَمْتُمُ الصَّلَاةَ وَآتَيْتُمُ الزَّكَاةَ وَآمَنْتُمْ بِرُسُلِي وَعَزَّرْتُمُوهُمْ وَأَقْرَضْتُمُ اللهَ قَرْضًا حَسَنًا لَأُكَفِّرَنَّ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَلَأُدْخِلَنَّكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ

“Eğer namazlarınızı kılar, zekâtlarınızı verirseniz; peygamberlerime inanıp onlara destek çıkarsanız ve Allah adına karz-ı haseni yaygınlaştırırsanız, elbette günahlarınızı affeder ve sizi, altlarından ırmaklar akan Cennetlere yerleştiririm.”240

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, şu sözleriyle, yapılan ibadetlerin günahlar için birer kefaret vesilesi olduğunu ifade buyurmuştur:

فِتْنَةُ الرَّجُلِ فِي أَهْلِهِ وَوَلَدِهِ وَجَارِهِ تُكَفِّرُهَا الصَّلاَةُ وَالصَّدَقَةُ وَالأَمْرُ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّهْيُ عَنِ المُنْكَرِ

“Kişinin evi, ailesi ve komşusuyla alakalı maruz kalacağı fitnelere karşı namaz, zekât, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker kefarettir.”241

Şüphe yok ki bu konuda serdedilebilecek daha pek çok âyet-i kerime ve hadis-i şerif mevcuttur.

l. Emniyeti Temin Eder

Zekât vermekle mü’min, bir taraftan vazifesini yapıp Allah’a karşı kulluk mükellefiyetini yerine getirmenin huzurunu yaşarken, diğer yandan da başına gelmesi muhtemel arzî ve semavî felâketlere karşı kendini koruma altına almış olur.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen ilk vahyin ardından, üzerinin örtülmesini isteyip endişe izhar edince, Hazreti Hatice Validemizin O’nu teselli etme adına söylediği şu sözler çok manidardır: “Allah’a yemin olsun ki O Seni asla zayi etmeyecektir. Zira Sen, akrabalarını ziyaret eder, hep doğru söyler, başkalarının yüküne omuz verir, yardım eder, misafir ağırlar ve sıkıntıya dûçar olanlara yardımcı olursun.”242

Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Habeşistan’a hicret için yola çıktığında yolda İbn Dağınne ile karşılaşır. İbn Dağınne ona, nereye gittiğini sorar. Hazreti Sıddık, “Kavmim bana eziyet edip, hayatı yaşanmaz hâle getirmekle beni Mekke’den çıkardılar.” cevabını verir. Bunun üzerine İbn Dağınne, “Nasıl olur! Allah’a yemin olsun ki sen, akrabalık bağlarını gözetir, ihtiyacı olanların imdadına koşar, güzel işler yapar ve herkese maddî-mânevî destek olursun. Geri dön, bundan sonra benim güvencem altındasın.” diyerek Hazreti Ebû Bekir’i Mekke’ye geri çevirir.243

Örneklerden de anlaşılacağı üzere, maddî-mânevî iyilik ve ihsanlar, Hak katında da halk katında da büyük değer ifade etmektedir. Her çeşidiyle sadaka ve zekât da bu iyilik yollarının başında gelmektedir.

m. Maddenin Esiri Olmaktan Kurtarır

Zekâtın başka bir faydası da, kişiyi maddeperestlik ağından kurtarmasıdır. Zaten İslâm, insanların sadece Yüceler Yücesi Allah’a yönelmesini, O’nun dışındaki her şeyin esaretinden sıyrılıp tevhide ermesini istemektedir. Şayet insan, maddenin hâkimi durumundayken onun mahkûmu olursa, yaratılış gayesinden sapmış sayılır.

Aslında dünyadaki her şey insan için yaratılmıştır. O, eşyayı, İslâm’ın kendine çizdiği yol istikametinde kullanmaya memurdur. Aksi takdirde madde –hâşâ– mabud seviyesine çıkarılarak duygu, düşünce ve fiillerde sapmalar meydana gelecektir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde bu hastalığa işaret ederek şöyle buyurmaktadır:

تَعِسَ عَبْدُ الدِّينَارِ وَالدِّرْهَمِ وَالقَطِيفَةِ وَالخَمِيصَةِ إِنْ أُعْطِيَ رَضِيَ وَإِنْ لَمْ يُعْطَ لَمْ يَرْضَ

“Altın, gümüş, kadife ve ipeğin kullarına yazıklar olsun! Bunlara nail olduklarında hoşlarına gider, sevinirler; nail olamamayı ise hazmedemezler.”244

Bu hastalığın en önemli çaresi yine zekâttır. Zira zekât, onu eda eden şahsın kalbindeki mal sevgisini ebedî âleme endeksli olarak dizayn etmekte, onu maddenin esiri olmaktan kurtarmaktadır.

Zekâtın faydaları adına buraya kadar zikrettiğimiz hususlar, ilk plânda idrak edilebilen maslahatlar olarak değerlendirilebilir. Onun burada zikredemediğimiz daha nice fayda ve maslahatları olduğu gibi, ilerleyen zamanın yorum ve tefsirleri, kim bilir daha nice hikmet ve faydalarını ortaya koyacaktır. Ayrıca maddî plânda idrak ufkumuzu aşan şeylerin yanı sıra, mânâ itibarıyla yakalayamadığımız hususların da olabileceğini hatırda tutmak gerektir.

2. Alan Açısından

Bir ibadet olarak zekâtın, verene dünyevi-uhrevi faydaları olmasının yanında, alana bakan da pek çok fayda ve hikmetleri vardır. Bunlardan bazılarını belirtmek gerekirse:

a. İhtiyaçların Esiri Olmaktan Kurtarır

Zenginlerden alınıp fakirlere verilmek suretiyle içtimaî hayatta büyük boşluk ve uçurumların kapanmasına vesile olan zekât, insanları ihtiyaçlarının esiri olmaktan kurtardığı gibi, onları, fakirlikle birlikte gelmesi muhtemel olan hırsızlık ve gasp gibi suçlardan da uzak tutar. Evet, toplumda adi suç olarak bilinen birçok problemin altında, fertlerin, ihtiyaçlarını karşılayacak maddî imkânlara sahip olamamaları yatmaktadır. Buna, fertlerin, kendilerini kontrol altında tutacak seviyede bir imana sahip olmayışı da eklenince insanları bu türlü suçları işlemekten uzak tutacak çok fazla mani kalmamış demektir. Bugün dünyanın pek çok yerinde bunun çok çarpıcı misallerini görebiliriz. Hatta hırsızlık bir tarafa, buralarda, cüz’i bir meta için cinayet bile irtikâp edebilecek sayısız insanlara rastlanmaktadır.

İslâm’ın ortaya koyduğu zekât müessesesi bütün unsurlarıyla işletildiği takdirde bu türden bütün suçların zeminini ortadan kaldırma adına çok önemli bir tedbir alınmış olur. Evet, zekât emrine uyulan bir toplumda zengin, kulluğunu yerine getirmenin huzurunu yaşarken, fakir de fakr u zaruret hâlinin ebedî olarak devam etmeyeceğini bilmenin verdiği rahatlığı yaşayacaktır. Dolayısıyla toplum içindeki ihtiyaç sahipleri, zenginler tarafından aranan birer insan hâline gelecek ve itibar göreceklerdir. Zira kendisine zekât farz olan kişi, bu farizayı yerine getirebilmek için fakirin varlığına muhtaçtır. Aynı zamanda verdiği malın hakiki sahibinin Allah olduğunun, kendisinin bu hususta sadece vasıta olduğunun şuurunda olan bir zengin, verirken fakire minnet etmeyecek, bilakis onu, farizasını yerine getirme noktasında iş ortağı gibi görecek ve aziz bilecektir.

Öte yandan, sağlıkla ilgili arızalardan salim bir kimse için fakirlik, arızî bir durumdur ve ilk fırsatta o durumdan kurtulmanın yollarını araştırmalıdır. İşte zekât ve zekâtla açılan kapılar, fakr u zaruret içinde kıvranan kimseler için bir çıkış yolu olma potansiyeline sahiptir. Zira fakir, zekât müessesesi kanalıyla kendisine ulaşan malla maddi açıdan bir nebze rahatlayacağı gibi, o malı iyi değerlendirebildiği takdirde fakirliğin ağından tamamen kurtulma şansını da elde edebilecektir.

Meselenin bir de mânevî boyutu vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gelip başa çatmadan önce sakınılması gereken yedi husustan birisini de, Rabbi unutturan fakirlik olarak saymaktadır.245 Çünkü insan, yokluğun cenderesinde can çekişirken çoğu zaman yaratılış gayesini unutmakla karşı karşıya kalır. Bu ise dünyada çekilen perişaniyet yanında ahiret perişanlığına da sebep olacaktır. İşte zekât kurumu, fakirleri böylesi bir kötü akıbetten de kurtarmaktadır.

b. Çalışma Gücü Kazandırır

Zekât, nasıl malın stok edilmesini önlemek suretiyle ona ayrı bir canlılık kazandırıyorsa, aynı zamanda maddî imkânsızlıklardan dolayı cemiyette atıl hâlde duran bir kesimi de iş yapabilen kimseler hâline getirir.

İslâm’ı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde onun, tembellik ve boş oturmanın karşısında olduğunu, fertleri devamlı zinde ve canlı olmaya teşvik ettiğini müşahede ederiz. Dinin bu noktadaki irşatlarıyla beslenen bir ferdin eline, atlama taşı olarak kullanabileceği imkânlar verildiğinde, elde ettiği çalışma gücüyle memleket ekonomisine büyük katkılar sunacak ve bu da netice itibarıyla iktisadi hayatta ciddi bir hareketlenmeye yol açacaktır.

Evet, zekâtla memleket çapındaki bütün ölü noktalara hayatiyet üflenen bir ülkede üretim hızla ivme kazanacak ve böyle bir ülke pek çok problemini aşabilecek bir potansiyele sahip olacaktır. Ne var ki bugün, eline imkân verilip yol ve yordam gösterilmediği için genç nüfusun kahve köşelerinde heder edildiğine şahit olmaktayız.

c. Çalışmaya Teşvik Eder

Zekât; fakir, miskin ve borcu olanlar için sermaye teşkil ederek onları maddî sıkıntılarından kurtarmanın yanında, çalışmaya olan iştiyaklarını da yenileyen, artıran önemli bir dinamiktir.

Zekât, kimi sığ fikirli kimselerin zannettiği gibi fakirleri tembelliğe sevk eden bir faktör değildir. Aksine o, fertleri çalışmaya teşvik eden bir ibadettir. Nitekim, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanları alan el olmaktan sakındırmış ve daima vermenin saygıya layık olduğunu şu şekilde ifade etmiştir:

اليَدُ العُلْيَا خَيْرٌ مِنَ اليَدِ السُّفْلَى

Yukarıdaki el aşağıdaki elden hayırlıdır.”246 Yukarıdaki elden kasıt, veren el; aşağıdakinden kasıt ise alan eldir. Vermeyi ifadede, “yed-i ulyâ” denerek Türkçemizdeki lafız ve mânâda ‘ulvî’ sözcüğüyle aynı kökten türemiş bir kelimenin, almayı ifadede ise “yed-i süflâ” denerek yine Türkçemize de geçmiş ‘süflî’ sözcüğüyle aynı kökten gelip aynı mânâyı ifade eden bir kelimenin kullanılmış olması da ayrıca manidardır. Alan el kim olursa olsun, ‘yed-i süflâ’dır. Demek ki alma, –zaruri haller dışında– İslâm’ın tasvip etmediği bir hareket tarzıdır. Zira o, çalışıp kendi el emeğini yemeyi teşvik etmekte ve hatta bunu, kişinin niyetine göre sevap kazanmaya vesile saymaktadır.

Bu hadisleriyle Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) veren eli üst, alan eli de alt olarak tavsif etmiş, sevap ve fazilet bakımından veren elin alandan daha üstün olduğunu söylemiştir. İnsanın şeref ve haysiyeti açısından bunlardan biri “ulvilik” ise, diğeri “süflilik”tir. Selim tabiatları vermeye teşvik etme ve almadan uzak tutma bakımından hadisteki üslup fevkalâde beliğ ve bu üsluba esas teşkil edecek malzeme de başka ifadelerle değiştirilemeyecek şekilde yerli yerindedir.

Hadiste “Alan el şerlidir.” şeklinde bir üslup kullanılmaması da, ihtiyaç hâlinde alma durumunda kalmanın mahzursuzluğuna işaret etmektedir ki bu da Nebi beyanının inceliğine ayrıca delalet eder.

Bütün bu mânâlar mahfuz olmakla beraber, bu hadisi, “Veren el, alan elden üstündür.” şeklinde tercüme etmek de eksik olur. Zira hadiste kullanılan kelimeler, yukarıda zikredilen mânâların karşılığıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mecazi bir üslup tercih etmiştir. Onun için sadece “veren el” veya “alan el” ifadeleri, olsa olsa bu mânâlardan bir tevcih olabilir; fakat katiyen anlatılmak istenilenin bütünü değildir.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu sözleriyle âdeta bize şu tavsiyelerde bulunmaktadır: “Kendinizi daima aziz tutunuz. İstemekle, alan olmakla, dahası dilencilikle kendinizi hor ve hakir kılmayınız. Hem fert plânında hem de devlet bazında, hiçbir zaman alan el durumuna düşmeyin; her zaman veren el olma durumunu korumaya çalışın. Böylece hep üstte olur ve izzetinizi korursunuz. Şunu unutmayın ki üst daima emniyet içinde döküp saçar; alt ise endişeyle toplar, endişeyle yaşar. Siz, hâkim el olun; mahkûm el olmayın.”

Bu hadis, devletlerarası münasebetlerde de yanılmaz ve yanıltmaz bir ölçü durumundadır. Eğer biz, “üst el” olabilirsek devletlerarası muvazenede bize de bir yer düşecektir. Bu prensibe uygun hareket edildiği takdirde hâkim bazı güçler tarafından sömürülen devletler/milletler, bellerini doğrultma fırsatı bulacak ve başkalarının esiri olmaktan kurtulacaklar; aksi durumda, hep sömürülen, hep hakir görülen olarak kalmaya mahkûm olacaklardır.

Günümüzde umumi manzara, arz ettiğimiz hususların en açık delilleriyle doludur. Öyleyse hem fert hem de toplum plânında mü’minlere düşen şey, çalışma, gayret gösterme ve bütün İslâm âleminin, bütün insanlığın onlardan beklediklerini yapıp ortaya koymaktır.

Evet, zekât, arızî olarak alan el durumunda olan fakire, izzet-i insaniyeye muhalif durumunu hatırlatmak suretiyle, onu da veren el olmaya teşvik eder. âdeta ona, “Neden bu durumda kalasın ki? Sen de çalış ve veren konumuna yüksel; başkalarından almak yerine başkalarına veren ol!” demektedir.

d. İtibar Kazandırır

Zekâtın, kimlerden ve hangi tür mallardan alınıp nerelere verileceğini bizzat Kur’ân ve Sünnet tayin etmektedir. Bunlar dışında bir yere verilen zekât, insanın üzerinden zekât borcunu düşürmez. Dolayısıyla zekâtın verilebileceği fakiri, ihtiyaç sahibini araştırıp bulmak, zekâtların, ehil olmayanlara gitmemesine çalışmak önem kazanır ki böylece fakir, aranan kimse konumuna yükselmekte ve toplum içinde itibar kazanmaktadır.

Görüldüğü gibi zekât, fakirleri bir köşede unutulma bahtsızlığından kurtarıp aranan şahıslar hâline getirmektedir. Bilhassa cemiyet olarak zekât müessesesi işlerlik kazandığında –Ömer İbn Abdülaziz döneminde olduğu gibi– zekâtı kabul edecek şahıs veya müesseseleri bulma, büyük problemler arasına girecektir. Böyle bir ortamda fakir, zenginin peşinde dolaşmaktan kurtulacak, aksine zengin fakiri arar hâle gelecektir. Zira zenginin elinde hakkını vermesi gerekli bir malı vardır ve bunu ancak vasıfları onu almaya müsait kimselere verebilecektir.

Zenginin nazarında fakir, Allah’ın verdiği mülkü yine O’nun istediği istikamette sarf etmeye sebep olduğundan dolayı, hayırla yâd edilir bir keyfiyet ve mertebeye ulaşacaktır.

e. Kıskançlıktan Korur

Bir tarafta fakir ihtiyaç içinde kıvranırken, diğer tarafta zenginin lüks bir hayat yaşaması, çok defa fakirlerin kıskançlık damarlarının kabarmasına sebep olur. Daha ileri safhada bu, zenginlere duyulan kin ve nefrete dönüşür. Buna bir de zenginin maddî imkânları itibarıyla kendisinden aşağı seviyede olan kimselere yüksekten bakması ve onlara insan olarak değer vermemesi eklenirse, arada telafisi mümkün olmayan uçurumlar meydana gelir. Neticede bu durum, fakir kesimde servet düşmanlığı şeklinde kendini gösterir.

Fakirdeki kin ve nefreti söküp atmanın tek çaresi, zenginin, kendine düşen vazifeyi yaparak onun elinden tutması ve vermekle mükellef olduğu zekâtını ona vermesidir. Bu durumda fakir, zengine, ihtiyacı olduğunda ona yardım elini uzatan bir dost nazarıyla bakacak, onun malında gözü olmayacak, kendine verilenle iktifa edecek ve sıkıntıdan kurtulmasına sebep olduğu için onu imdadına gönderen Allah’a hamd edecektir. Zengin de üzerindeki mükellefiyeti edaya vesile olduğundan dolayı fakire, üstten bakma bir tarafa ihtiramla nazar edecektir. Böylece fertler arasında tam bir kardeşlik şuuru yerleşecek, cemiyetin kavga ve gürültüden uzak bir huzur toplumu haline gelmesi için en sağlam adımlardan biri atılmış olacaktır.

Öte yandan insan, ihsanın kuludur. “Şerrinden korktuğun kimseye iyilik et.” sözü, insan fıtratındaki bir özelliği dile getirmekte ve ona yaklaşım tarzını göstermektedir. Malında gözü olan fakire zekâtını veren zengin, artık fakirden gelmesi muhtemel kötülüklerin önünü büyük ölçüde almış demektir. Zira o, bu hareketiyle fakirin içinde tutuşan kin ve nefret ateşlerini söndürmüş, yerine sevgi ve muhabbet tohumları ekmiştir. Zenginin fakire yardımcı olmadığı yerde ise bu ortamı bulmak katiyen mümkün değildir. İşçi hareketleri gibi huzursuzlukların başında, zamanında müdahele edilmeyen maddî problemler gelmektedir. Çünkü bu hareketlerin altında yatan sebeplerin veya sebep olarak gösterilen meselelerin altında, maddî açıdan tatminsizlik ve bunun yanında belli bir kesimin maddeye hâkimiyeti ve ondan tek taraflı istifade etme düşüncesi yatmaktadır.

B. Zekâtın Topluma Kazandırdıkları

Zekâtın hem alan hem de veren adına fertlere sağladığı faydaların her biri, aslında topluma da racidir ve azımsanmayacak maslahatları haizdir. Zira toplum, fertlerin huzur ve güveni ile, fertler arasındaki birlik şuurunun tesisi nispetinde huzur bulur. Bu açıdan bakıldığında zekât, zengin ve fakir adına oluşturduğu atmosferle cemiyetteki problemleri halletme adına önemli fonksiyonları yüklenmiş bir ibadet olarak karşımıza çıkmaktadır.

Zekâtın, özellikle toplumu doğrudan ilgilendiren fayda ve maslahatlarını ana hatlarıyla, sınıf kavgalarını önlemesi, orta sınıfı kuvvetlendirmesi, içtimaî bir kısım hastalıkların önünü alması ve toplumu faiz belâsından kurtarması şeklinde özetlemek mümkündür.

1. Sınıf Kavgalarını Önler

Cemiyetteki sosyal dayanışmanın temin ve devamı, kitleler arasında kavgayı körükleyecek boşluklar bırakılmamasına, tabakalar arasında uçurumlar meydana gelmemesine bağlıdır. Yani aristokrat kesim halktan uzak düşmemeli, zenginle fakirin arasındaki bağ kopmamalıdır ki, toplumda kopukluklar yaşanmasın, anarşiye zemin hazırlanmasın. Cemiyetteki sosyal tabakalar arasında bu irtibatı temin eden en önemli dinamik, hiç şüphesiz yardımlaşmanın yaygınlaşmasıdır.

Yardımlaşmanın olmadığı bir cemiyette, tabakalar arasındaki uçurumlar büyüyecek, aşağı tabakadan yukarı tabakaya saygı ve muhabbet yerine kin ve nefret çığlıkları yükselecek; yukarı tabakadan da aşağı tabakaya merhamet ve ihsan yerine zulüm, tahkir ve tahakküm yağacaktır.

Tarihte, sosyal hayatı tabakalara ayırarak yaşamaya çalışan hiçbir devletin, uzun ömürlü bir saadet dönemi göremediğine şahit olmaktayız. Muvakkat bir zaman diliminde nail oldukları zahirî saadetleri ise, genelde kuvvetin disipline edilmesinden kaynaklanmış; sosyal problemler patlama noktasına geldiğinde ise o devlet, tarih sahnesindeki yerini bir başkasına bırakmış, aradığı saadeti bulamama bir tarafa, onun enkazı altında can vermiştir. İnsanlık tarihi, bu tür sosyal hadiseler neticesi yıkılıp gitmiş devletlerin, devletçiklerin mezarlığı gibidir.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), الزَّكَاةُ قَنْطَرَةُ الْإِسْلَامِ “Zekât, İslâm’ın köprüsüdür.”247 buyurmakla, fertler arasındaki uçurumları ortadan kaldırmada zekâtın önemini vurgulamaktadır. Yani zekât, fertleri ve hasbelkader oluşmuş tabakaları birbirine bağlayan, aralarında bağ kuran bir köprü mesabesindedir. İçtimai hayatta bu köprü teşekkül ettiğinde cemiyet, sınıflar arasındaki kavgalardan kurtulmuş ve sahil-i selamete ulaşmış olacaktır. Zira bu köprü, fakirliğin bir uçta, zenginliğin de diğer uçta kalmasının önüne geçecek, servetin daima belli ellerde toplanmasına mani olacak, bir orta sınıf meydana getirecek ve bunlar neticesinde sosyal hayatın huzura kavuşmasına sebep olacak sağlam bir bağdır.

2. Orta Sınıfı Kuvvetlendirir

İslâm, zekât prensibiyle içtimaî hayattaki kutuplaşmaları önlerken aynı zamanda merkezde, orta sınıf tabir edilen kesimin kuvvetlenmesini hedeflemiştir. İçtimaî hayatta, imkânı olmadığından dolayı iş yapamayan kimselere zekât verilmek suretiyle yeniden onlara iş yapabilme imkân ve fırsatı veren İslâm, cemiyette tufeyli ve asalak olarak başkalarının sırtından geçinen kimselere müsaade etmemekte; bilakis onları yeni ve zinde güçler olarak cemiyete kazandırmaktadır.

İslâmî prensipler itibarıyla orta sınıfın güç kazanması, sadece sadaka ve zekâta da bağlı bırakılmamış; bunun için başka yollar da ihdas edilmiştir. Mesela savaş dönemlerindeki ganimetlerin taksimi ile ilgili bir âyette, malın zenginler elinde dolaşan bir meta olmamasının hedeflenmesi vurgusu yapılmaktadır:

مَا أَفَاءَ اللهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاءِ مِنْكُمْ

“Allah’ın, peygamberine verdiği, fethedilen yerlerin ganimetleri, Allah’a, Resûlü’ne, (sadaka ve zekât almaları haram olan O’nun) yakın akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve (yolda kalan) yolcuya aittir. Ta ki (o mallar), yalnız zenginler arasında dolaşan bir güç/servet olmasın.”248

Para veya emtianın sadece zenginlerin elinde dolaşması, zengin sınıfı daha zengin, fakirleri de daha fakir hâle getirir. Hâlbuki Cenab-ı Allah, malı yalnız bir sınıfın faydalanması için değil, bütün insanların istifade etmesi için yaratmıştır. Eline para geçenler, bu paranın sadece kendilerine ait olmadığını, onda başkalarının da hakkı olduğunu bilecek ve malında tasarrufta bulunurken bunu gözetecektir. Evet, zekât mükellefiyeti, mal sahiplerine âdeta şunu söylemektedir: “Elindeki malın hepsi senin mülkün değil. O, bir kısmını kendin ve ehl ü iyalin için, diğer kısmını ise Allah’ın bildirdiği başka ihtiyaç sahipleri ve toplum için kullanacağın bir şeydir. Hepsini kendin için kullanmaya hakkın yoktur. Kendi hakkın olanın dışında kalanlarda sen sadece bir vasıta ve emanetçisin. Emanete hıyanet edemezsin. Onu sahibine ulaştırmakla mükellefsin. Her hak sahibine hakkını vermeden elindeki mal kirli kalır, temizlenmez.”

İşte zekât vesilesiyle orta sınıf kuvvet kazanmakta, zengin ve fakir olmak üzere iki uç noktada kalanlar arasında köprü kurulmakta ve böylece cemiyet huzur soluklar hâle gelmektedir.

3. İçtimaî Hastalıkları Yok Eder

İnsanların toplum içinde huzurlu bir atmosfer oluşturup beraberce yaşamalarına mâni olan en önemli hususlardan biri, maddeye dayalı sınıf farklılıklarının oluşmasıdır. Zenginlerin yoksulları görmezlikten geldiği bir cemiyette ihtiyaç içinde olanların kin ve nefret duygularından salim olarak zenginlere bakmaları mümkün değildir ve bu durumda toplumun fertleri arasında ciddi kavgalar zuhur edeceği kesindir. Bu kuru bir iddia değil, cihan çapında gerçekleşen sayısız tecrübelerin neticesi insanlığın idrak ettiği bir hakikattir.

Allah’ın ihsan ettiği maldan bütün insanların faydalanamadığı, başka bir tabirle sınıf farklılıklarının doğurduğu olumsuzlukların ortadan kalkmadığı, yani imkân ve güç bakımından üst tabakanın alt sınıfa olan tazyiklerinin giderilemediği cemiyetlerde madde, hiçbir zaman mutluluk getirmemekte; aksine huzursuzluğun menşei olmaktadır. Böyle bir durumda ne fakir, ihtiyaçlarının giderileceğinden, ne de zengin, malını koruyabileceğinden emindir. Yardım eli uzatılmayan fakir için, kendince bulduğu bir kısım yanlış metotlarla o malı elde etmek artık bir alternatif olmuştur. İhtiyaçlarını meşru yollardan gideremeyen bir insanın –hele bu insan imandan ve ahlâkî değerlerden yoksun ise– gayrimeşru yollara sapacağına yeryüzü çok şahit olmuş ve hâlen de olmaktadır.

İşte zekât, insanları gayrimeşru zeminlerde arayışa girmekten koruyan, onların sıkıntılarını meşru çizgide çözüme ulaştıran bir sistemdir.

Bu mânâya işaret eden bir âyette şöyle denilmektedir:

وَأَنْفِقُوا فِي سَبِيلِ اللهِ وَلَا تُلْقُوا بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ

“Ey iman edenler, Allah yolunda infakta bulunun, (infakta bulunmamak suretiyle) kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”249 Evet, âyet-i kerime, “İnfak etmemek suretiyle kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” diyor. Konuya, âyetin sebeb-i nüzulüyle ilgili olarak anlatılan hadisenin ışığında bakmak, âyeti daha doğru anlamamızı sağlayacaktır:

İslâm orduları, nebevî müjdeye nail olmak için İstanbul önlerindedir. Karşılarında koca bir Rum ordusu vardır. İslâm ordusu da sayı olarak ondan az değildir. Müslüman askerlerden biri tek başına düşman ordusuna hamle yapar, ta aralarına kadar girer. Bunu gören diğer Müslümanlar, yukarıdaki âyete telmihle, “Sübhanallah! Kendini tehlikeye atıyor!” derler. “Mihmandâr-ı Nebi” Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri de oradadır. Allah yolunda mücahedeye doymamış, ilerleyen yaşına rağmen orduyla beraber oralara kadar gelmiştir. Bu sözü duyunca şöyle der: “Kardeşlerim! Âyeti yanlış anlıyorsunuz! O âyet, biz Ensar topluluğu hakkında nâzil oldu. Allah İslâm’ı aziz kılıp dine omuz verenler çoğalınca, Peygamber Efendimiz’den gizli kendi aramızda şöyle konuştuk: ‘Mallarımızla ilgilenemedik, zayi oldu gitti. Ama artık Allah İslâm’ı galip kıldı, davayı sahiplenenler arttı, dolayısıyla bize çok fazla ihtiyaç kalmadı. Artık biraz malımızla mülkümüzle ilgilensek, bağımıza bahçemize baksak.’ İşte biz tam bu kabil düşüncelere dalmıştık ki Allah, Peygamber’ine bu âyeti indirdi ve bizim ağzımızın payını verdi. Âyetteki “kendini tehlikeye atma”, cihadı bırakıp mala mülke dönme arzumuz idi.”250

Bu şuuru benliğinin derinliklerine kadar hisseden Hazreti Ebû Eyyub, bir daha memleketine dönemedi, dönmeyi de istemedi. İstanbul önlerinde vefat etti ve o gün bugündür o mübarek şehrin manevi tapusu olarak orayı şereflendirmektedir.

Yine Sahabe efendilerimizden Hazreti Huzeyfe de (radıyallâhu anh) aynı hükmü tasdik eder ve âyetin, Allah yolunda infak ile ilgili olarak nâzil olduğunu söyler.

Görüldüğü gibi kendi elimizle kendimizi tehlikeye atmamıza sebep olarak gösterilen mesele, Allah yolunda infakta bulunmayışımızdır. Bu ise, Allah yolunda maddî-mânevî cihaddan geri durup benlik merkezli bir hayatın tercih edilmesinin insanı ve toplumu nasıl büyük bir tehlikenin kucağına ittiğini göstermektedir.

Kendilerine zekât verilecek yerler arasındaki tek bir sınıfın bile ihmalinde ciddi tehlikeler zuhur eder. Bu tehlikelerin hemen ilk etapta akla gelenleri, sınıflar arasındaki mesafenin büyümesi neticesinde anarşinin hâkimiyeti, düşmana karşı hazırlıklı olamama ve bunun neticesinde de caydırıcı gözükememedir. Böyle bir toplumun başkalarının iştahını kabartacağında ise şüphe yoktur. İnfak düşüncesi yerleşmemiş toplulukların, düşmeleri durumunda tekrar ayağa kalkmaları ve kaybettikleri mücadele ruhunu yeniden kazanmaları ise çok zordur.

Anarşi ve huzursuzluğun en önemli sebeplerinden birisi, hiç şüphesiz ki aristokrat sınıfın sorumsuzca yaptığı aşırı harcamalardır. Bunların yaşadığı lüks ve şatafatlı hayat, toplumun bir kesimini anarşiye sevk etmekte ve böylece cemiyetteki huzuru dinamitlemektedir. Zira bu tarz yaşam, muhtacın iştahını kabartmakta ve zenginin malına nefretle baktırmaktadır. Bu ise fakirin, zengini bulunduğu konumdan alaşağı etmek için her türlü hareketi meşru görmesine sebep olmaktadır.

Evet, muhtaç insanların gecekondularda hayat sürmesine mukabil, zenginin mevsimlik ev değiştirmesinin veya fakirlerin evlerine servis araçlarında balık istifi gitmesine karşılık, zenginlerin son model arabalarla dolaşmasının işçiyi tahrik etmeyeceğini düşünmek, hayatın ne demek olduğunu bilmemenin ifadesidir.

İşte fakirin, serveti sebebiyle kendisine düşmanlık beslediği zengin, elinin altındaki servetinden vermek suretiyle fakirin yüzünü güldürecek ve böylece onun nefretini muhabbete çevirecektir. Kendisine öfkeyle bakan insana semahat ve inayet elini uzatmakla zengin, onunla kardeş olduğunu hissettirecek ve mübarezede tebessüm eden adam gibi kin, nefret ve düşmanlığa galip gelecektir.

Meseleye daha farklı bir açıdan baktığımızda, Allah’ın kendisine verdiği imkânlardan infak etmeyen kimse, haklarını vermemek suretiyle muhtaçlara zulmettiği gibi, vazifesini yapmadığından dolayı da kendine zulmetmiş olacaktır. Evet, Allah (celle celâluhu), zalimi sevmez. Bu durumda Allah’ın gazabını celbedici tavrı ortaya koyan bizler, kendi kendimize zulmediyoruz demektir.

إِنَّ اللهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا وَلَكِنَّ النَّاسَ أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

“Allah, hiçbir şekilde insanlara zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmetmektedirler.”251 hakikati bize bunu ifade etmektedir.

Vermemek suretiyle kendine zulmedene Allah (celle celâluhu) başkalarını musallat edecek ve onun için hayat yaşanmaz hâle gelecektir. Hadis diye meşhur olmuş bir söz bunu ne güzel ifade eder:

الظَّالِمُ عَدْلُ اللهِ فِي الأَرْضِ يَنْتَقِمُ بِهِ ثُمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ

“Zalim, Allah’ın yeryüzündeki adaletidir; onun eliyle cezayı hak edenleri cezalandırır, sonra döner onu da cezalandırır.”252 Allah (celle celâluhu), vazifesini yapmayan zengin güruha fakiri musallat eder ve onun için cemiyeti yaşanmaz hâle getirir. Berikinin yaptığını da karşılıksız bırakmayıp, ondan da bu hareketinin hesabını sormayı ihmal etmez. Evet, Allah (celle celâluhu), imhal eder (mühlet verir) ama asla ihmal etmez; yeri ve zamanı gelince zalimin hesabını, bir daha iflah etmeyecek şekilde görüverir.

Evet, mal sevgisinden dolayı zekât vermeyip onu fakirden sakınanlar, yaptıkları bu zulüm sebebiyle maksatlarının aksiyle tokat yiyecek ve mallarını kendi başlarına belâ edeceklerdir.

İşte zekât, her toplumda olması muhtemel bu türlü içtimaî hastalıkları, daha baştan tedavi etmek suretiyle peşin olarak önlemekte ve bununla da içtimaî hayatın kıvamını temin etmektedir. Şunu da ifade etmek gerekir ki, şayet zamanında fakirlerin elinden tutulsa ve onlara sahip çıkılsaydı, günümüzde birçok devletin başını ağrıtan gailelerin önü daha baştan alınmış olacak ve hali hazırdaki pek çok sosyal problem zuhur etmeyecekti.

4. Toplumu Faizden Kurtarır

Faiz, mutlu azınlığın daha fazla servet ve mala kavuşmaları adına, vazgeçemedikleri bir sömürü şekli olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Tarihte nice milletler, faiz illetinden kurtulamadıkları için kıvrım kıvrım kıvranmış ve bilhassa fakirlerin iliklerine kadar sömüren bu belânın tasallutu altında ademe mahkûm olmuşlardır.

Gelecek adına ideal bir toplum olma ümidini taşıyanlar, hiss-i semahati coşturup cemiyette cömertlik havasını hâkim kılamaz, diğer yandan da öldürücü bir zehir olan faiz illetinden kurtulamazlarsa, problemler ve handikaplar devam edip gidecektir. Yani böyle bir cemiyetin çekeceği daha çok çile var demektir.

Fakirin daha da fakir, zenginin de daha zengin olmasını netice veren faizi Allah (celle celâluhu), bütün çeşitleriyle haram kılmış ve aslında faizle malda herhangi bir artışın mümkün olmadığını beyan buyurmuştur. Zira faiz, bereketsizliği beraberinde getiren bir sistemdir ve o sistemin karşısında Allah ve Resûlü’nün sistemi vardır. Allah ve Resûlü’nün getirdiği sistemi bir kenara bırakıp, bu tür şeytanî sistemlerin peşinde koşanlar da Kur’ân’ın ifadesiyle Allah ve Resûlü’ne harp ilan etmişler demektir.253

Kur’ân’da faiz yasağı ele alınırken onun karşısına hep Allah yolunda infak, zekât sadaka konmuştur. Faizle alakalı âyetler hep infak ayetlerinin arasında gelmiştir. Kur’ân’da faizden bahsedilmeden hemen önce, bahis esnasında ya da hemen sonrasında hep infak vurgusu vardır.254 Bundan anlıyoruz ki bu iki şey birbirinin rağmına gelişir, birbirinin mukabili, zıddı, alternatifidir. Faizin çaresi yani bir toplumdan faizi kaldırmanın yegâne vesilesi, insanları Allah için vermeye, başkalarına iyilik yapmaya, başkaları için yaşamaya, ahireti dünyanın önünde tutmaya alıştırmaktır. Tersten söyleyecek olursak, bir yerde infak, sadaka, zekât müessesesi yoksa orada faiz gibi, tefecilik gibi cemiyeti temelinden sarsacak problemlerin olması kaçınılmazdır.

Nâzil olduğu dönemde yaygın olan bu illetten mü’minleri kurtarmayı hedefleyen Kur’ân, bunu, tedrîcîlik prensibine uygunluk içinde yapmış, insanlığı bu illetten kurtaracak ahkâmı dört merhalede vaz etmiştir.

1. Merhale: Faizin haram kılınmasına giden süreçte ilk adım daha Mekke devrinde atılmıştır. İlk olarak, Mekkî sûrelerden olan Rum sûresinde, fazla mülk elde etmek gayesiyle yapılan faizli muamelelerin, aksi netice vereceği söylenmiş, bu hususta zekâtla mukayese yoluna gidilmiştir:

وَمَا آتَيْتُمْ مِنْ رِبًا لِيَرْبُوَ فِي أَمْوَالِ النَّاسِ فَلَا يَرْبُو عِنْدَ اللهِ وَمَا آتَيْتُمْ مِنْ زَكَاةٍ تُرِيدُونَ وَجْهَ اللهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُضْعِفُونَ

Başkalarının parasının içinde artsın diye faizle verilen paranın Allah katında bir artışı olmaz. Ama Allah’ın hoşnutluğunu dileyerek zekât verenler var ya, işte asıl artan mal, onların malıdır.”255

Evet, faize yatırılan mal, zahiren artıyor gibi görünse bile aslında bereketi olmayacağından noksanlaşacaktır. Zira Allah, onun bereketini almış, mal sahibi farkına varsın veya varmasın, rahat yaşayayım derken kendi rahatının temeline dinamit koymuştur.

Meseleye âyette kullanılan ifadeler zaviyesinden baktığımızda, kelimelerin her birinin tam bir mutabakat içinde bu temayı kuvvetlendirdiğini, faiz yüzünden malın bereketinin gideceğini ve miktarının azalacağını, sadakayla da nemalanıp artacağını ifade ettiklerini görmekteyiz. Bir tarafta Allah (celle celâluhu), riba (faiz) ile malın bereketsizliğe maruz kaldığını ifade ederken, diğer yanda aynı kökten gelen bir kelimeyle sadakanın berekete vesile olduğunu âşikâr bir şekilde anlatmaktadır. Demek ki esas olan zahirî artış değil, ilk bakışta ve görünüşte malda bir artma olmamasına rağmen hakikatte Allah’ın vereceği berekettir.

Madem vaat eden O’dur, O vaadinden asla dönmez. Sadakalara sağanak sağanak bereket yağdıran O’dur. Bugüne kadar yaşanan ve hâlen yaşanmakta olan, gelecekte de çok misalini göreceğimiz binlerce örnek de bunun açık delilidir. Cemiyetin huzur ve saadet içinde yaşaması, faizi terk edip zekât ve sadakaya sarılmasına vâbestedir.

Âyet, zekât ve sadaka yolunu tercih etmeyip faiz patikalarında saadet arayanların, arzu ettikleri şeyleri asla elde edemeyeceklerini ortaya koymaktadır. Riba, zahiren bir artış ifade eder; ancak bu zahirî fazlalık, aslında malın eriyip gitmesinin üzerine çekilen örtüdür. Zira kendilerine verilen para karşılığında belli oranda faiz veren kişi ve kuruluşlar, aslında elde ettikleri bu parayı değerlendirerek yüksek meblağlar kazanmakta ve bunun da ancak küçük bir miktarını para sahiplerine vermektedirler. Meseleye naslar açısından değil de sadece iktisadî prensipler zaviyesinden baktığımızda bile, realitede paranın nasıl değer kaybettiği ortaya çıkmaktadır. Fertlerden faiz karşılığı para toplayıp yaptığı yatırımlarla palazlanan nice müesseseler vardır ki, piyasaya arz ettikleri ürünlerin fiyatının üzerine, insanlara verdikleri faiz fazlalığını da koymak suretiyle nasıl çift yönlü kâr içinde olduklarını bilmek için iktisatçı olmaya gerek yoktur.

Üzerinde durmaya çalıştığımız bu âyet-i celilede faizle zekât karşılaştırılarak birinde bereketsizlik ve yokluğun, diğerinde ise mükâfat ve bereketin vurgulanması, zekâtın, cemiyette faizi kaldırıp bereket ekonomisini hâkim kılmada yüklendiği önemli misyona da işaret etmektedir.

2. Merhale: Bu merhalede, Yahudilerin, kendilerine yasak olduğu hâlde faiz alıp-vermeleri sebebiyle, aslında helâl olan birçok nimetten istifadeden mahrum kaldıklarını anlatan Kur’ân, aynı zamanda faizin İslâm nazarında da çirkin bir şey olduğu imasını yapıyor ve Nisâ sûresindeki bu âyetle mü’minleri nihâî hükme biraz daha hazırlıyordu:

فَبِظُلْمٍ مِنَ الَّذِينَ هَادُوا حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ أُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَنْ سَبِيلِ اللهِ كَثِيرًا ۝ وَأَخْذِهِمُ الرِّبَا وَقَدْ نُهُوا عَنْهُ وَأَكْلِهِمْ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ مِنْهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا

Yahudilerin, zulümleri, insanları Allah yolundan alıkoymaları, kendilerine yasaklanmış olmasına rağmen faiz almaları, haksız yere başkalarının mallarını yemeleri yüzündendir ki Biz, kendilerine daha önce helâl kılınan bazı temiz nimetleri haram kıldık ve içlerinden kâfir kalanlara can yakıcı bir azap hazırladık.”256

3. Merhale: Bu üçüncü merhalede Kur’ân, ilk defa olarak mü’minleri faiz yemekten açık bir şekilde menediyor ve bunu, Cahiliye Arapları’nın faiz muamelelerini hatırlatarak yapıyordu. Ama Âl-i İmran sûresindeki bu âyet henüz faizin ahiretteki feci encamından bahsetmiyor ve onu son merhaleye saklıyordu:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا الرِّبَا أَضْعَافًا مُضَاعَفَةً وَاتَّقُوا اللهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

“Ey iman edenler! Kat kat artıp duran faizi yemeyin, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.”257

4. Merhale: Bu son merhalede artık yasak, daha kuvvetli ifadelerle dile getiriliyor ve Bakara sûresinin şu âyetleri, hâlâ faizle iştigal edenler için büyük tehditler ihtiva ediyordu:

الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لَا يَقُومُونَ إِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا إِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا وَأَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا فَمَنْ جَاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّهِ فَانْتَهَى فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللهِ وَمَنْ عَادَ فَأُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimse gibi kalkacaklardır. Bu, onların, ‘Alışveriş de faiz gibidir (Faizin alışverişten ne farkı var?).’ demeleri yüzündendir. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. Kendisine Rabbinden öğüt erişip faizden vazgeçen kimsenin önceden aldığı onundur ve işi Allah’a kalmıştır. Faize tekrar dönenler ise, Cehennemliktirler ve orada ebedî kalacaklardır.”258

Peşi sıra gelen âyet-i kerimelerin ifadeleri, bu yasağı iyice zihinlere kazımıştır:

يَمْحَقُ اللهُ الرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ وَاللهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ أَثِيمٍ ۝ إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ۝ يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَذَرُوا مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ ۝ فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا فَأْذَنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللهِ وَرَسُولِهِ وَإِنْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُءُوسُ أَمْوَالِكُمْ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ

“Allah, faizle geleni yok eder, sadakaları ise artırır, bereketlendirir. Allah, günahkâr ve inkârcıları sevmez. İman edip yararlı işler işleyen, namaz kılan ve zekât verenlerin mükâfatları Rableri nezdindedir. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve daha önceden kalan faiz alacaklarınızı da bırakın! Mü’min iseniz bunu yapın. Şayet böyle yapmazsanız, Allah ve Peygamberi tarafından açılacak bir savaş ile karşı karşıya kalacağınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.”259

Görüldüğü gibi son âyet-i kerime, faizli muamele yapmayı, Allah ve Resûlü’ne harp ilanı olarak değerlendirmektedir. Allah’a karşı harp ilan etmenin neticesi ise, O’nun rahmet ve mağfiretinden mahrum kalmaktır. O’na ilk isyan bayrağını çeken, başkaldırıp mübareze etmeye kalkışan, أَأَسْجُدُ لِمَنْ خَلَقْتَ طِينًا “Balçıktan yarattığın birine secde mi edeceğim?”260 diyen şeytan olmuştur. Haddini bilmeden Allah’a karşı meydan okuma tavırlarına girmek, ancak şeytana yakışan bir fıtrat deformasyonudur. O, خَلَقْتَنِي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طِينٍ “Onu balçıktan, beni ateşten yarattın.”261 felsefesinin arkasına sığınarak, kadr ü kıymeti yüksek ateşin, ayaklar altında hor ve hakir toprağa secde etmeyeceği diyalektiğine dayanıyor; kibir, enaniyet ve gururunun altında, Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmasına davetiye çıkarıyordu. Neticede lanet damgasını yiyecek, hor ve hakir olarak rahmet-i ilâhiyeden ebediyen uzaklaştırılacaktı.

Meseleye, âyette veriliş keyfiyeti açısından baktığımızda, haram olduğunu bildiği hâlde hâlâ faizle iştigal edenlerin de, rahmet-i ilâhiyeden kovulmalarının söz konusu olduğunu anlıyoruz. Zira faizde ısrar eden, Allah’a, daha doğrusu O’nun emirlerine karşı bir mübareze ve mücadele içine girmiş demektir. Böyle bir haddini aşmışlığın neticesi ise gayet açıktır: Allah’ın haram kıldığı böyle bir meselede hâlâ ısrar edip faiz yemeye devam eden kimse, şeytan çarpmış gibi yaşayacak, şeytan çarpmış gibi haşrolacak, şeytan çarpmış gibi emekleye emekleye Allah’ın huzuruna getirilecek ve mahkeme-i ulyâ’da kaçıp saklanacak delik arayacaktır.

Onların bu hâle düşmelerinin sebebi, haram kılınan faizi, helal kılınan alışverişle aynı görmeleridir. Bakış ve görüş açısı değişince, eşya ve hâdiseleri değerlendirmede denge de bozulmakta ve ortaya işte böylesi garabetler çıkıvermektedir. Kur’ân’ın ifadelerine dikkat edecek olursak, onların mesele hakkındaki sözlerinin bu fıtrat deformasyonunu nasıl ele verdiğini görme imkânına kavuşuruz. “Alışveriş de faiz gibidir.” Bu sözleriyle onlar, faizi alışverişe benzetmeyip, aksine, alışverişi faize benzetiyorlardı. Yani sanki faiz asıl, alışveriş tâbi idi. Bir başka deyişle, “alışverişin meşruiyetinde şüphe olur da faizin meşruiyetinde olmaz” dercesine bir ifade tercihleri vardı. Hâlbuki Cenab-ı Allah, aradaki farkı kesin bir hükümle, net ifadelerle ortaya koyuyordu: “Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır.”

Kur’ân’ın ifadesi, cemiyet içinde çok yönlü bir içtimaî dengenin kurulmasını ön görmekte, bir tarafta hazır yiyici tabakayı çalışmaya teşvik ederken diğer yanda ihtiyaç sahibi kimselerin korunmasını temin etmektedir. Allah, ribanın yani günümüz ifadesiyle faizin, içtimaî hayatı öldüren bir zehir olduğuna hükmetmiş, ona bulaşanların er-geç ayaklar altında payimal olacaklarını bildirmiştir. Ona bulaşan insanlar, muvakkaten gün yüzü görseler bile, bir gün mutlaka karanlıklar içinde bir leyl-i yeldâda çaresiz kalacaklar ve doğmasını bekledikleri şafağı bir türlü göremeyeceklerdir.

Bir diğer yandan faiz ve tefecilik, insanların malına tecavüz mânâsına gelmektedir. İslâm’da mal da, can ve ırz gibi muhteremdir ve korunması gerekir. Bilindiği üzere bu, bütün dinlerde ve hukuk sistemlerinde de üzerinde hassasiyetle durulan bir husustur. “Usûl-ü hamse” (Beş Temel Esas) tabir edilen din, can, akıl, mal ve neslin korunması, İslâm ahkâmının ana maksatları kabul edilir. كُلُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ حَرَامٌ دَمُهُ وَمَالُهُ وَعِرْضُهُ “Müslümanın Müslümana kanı, malı ve namusu haramdır.”262 hadisi de bunu anlatmaktadır. İşte faiz ve tefecilik, korumakla mükellef olduğumuz mala karşı tecavüz mânâsını taşımaktadır ve insanı, başkasının sırtından kazanmaya sevk etmektedir. Dolayısıyla bu, Allah ve Resûlü’nün muhterem saydığı mala tecavüz mânâsı taşımaktadır.

Ayrıca bunlara ruhsat verme, bütün nevileriyle sanat ve üretime ve hatta sanata vurulacak bir darbedir. Çünkü insanlarda cibilli olarak dünya sevgisi, dünya malına karşı tama, kısa yoldan daha çok kazanma isteği vardır. Hâlbuki Allah, insanlara bu arzuyu, dünyayı imar ve ihya etmeleri için vermiştir. İşte faizle bu duygu sû-i istimal edilmekte, parayı faize yatırıp onun nemasıyla geçinme düşüncesi insanları hazır yiyiciliğe sevk etmekte, sonuç olarak da nice kabiliyetlerin körelip gitmesine sebebiyet vermektedir.

Öte yandan faiz, İslâm’ın ruhunda olan ve sosyal yaraları saran “karz-ı hasen” (herhangi bir maddî beklentiye girmeden, sırf Allah rızası için, insanların ihtiyacını giderme düşüncesiyle borç verme) gibi yardımlaşma duygularını da köreltmektedir. Fertler arasında olması gereken bağları yok etmekte ve her ferdi, sadece kendini düşünmeye sevk etmektedir. Böylelikle sosyal bir varlık olarak içtimaî hayata katkıda bulunması gereken insan, diğerlerinden kopuk olarak müstakil bir hayatın peşine takılmakta ve neticede asosyal bir güruh ortaya çıkmaktadır. Böylesi bir ortamda kimse kimseden borç para alamamakta, küçük müdahalelerle izale edilebilecek arızalar, ancak büyük gürültüler kopardıktan sonra fark edilebilmektedir.

Hâlbuki Kur’ân’ın ifadesiyle verilen borçtan kat kat fazla olarak insana sevap kazandıran, bir ahiret yatırımı olan karz-ı hasen, Kur’ân’ın konu edinerek üzerinde hassasiyetle durduğu bir sistemdir.263 Elinde imkânı olan herkes, kapısına gelen muhtaç kimselere ya hibe ya da karz-ı hasen olarak yardımda bulunacak ve borç verdiği takdirde verdiği miktarın dışında bir fazlalık beklemeyecektir. O, bu fazlalığı, her şeyi kudret elinde evirip çeviren Zat’tan (celle celâluhu) bekleyecektir. Çünkü o, yapılan yardımları çok daha fazlasıyla sahiplerine iade edecektir. Kullarından vermelerini O talep ettiğine göre, mutlaka onları memnun edecektir.

Çok faziletli ve insan onurunu da gözeten karz-ı hasen müessesesi, basit dünyevi hesaplara kurban gitmemelidir. Bu yüzden mü’min bu konuda çok hassas olmalıdır. Zira Kur’ân, iman edenlere şöyle hitap eder:

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُوا عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللهَ

“İyilik ve takvada birbirinize destek olun, günahlarda ve başkalarının hukukunu çiğnemede değil. Allah’tan korkun!”264 Hayır veya şer adına bir işe sebebiyet vermenin, en az o fiili yapanınki kadar sevap veya günahı vardır.

Sosyal hayatta tefeciliği kabul etmek, fakiri kendi dertleriyle baş başa bırakmak demektir. Bu ise, Allah’ın rahmaniyet ve rahimiyet sıfatlarına zıttır. Çünkü Allah (celle celâluhu), bir taraftan zengine mal-mülk verirken diğer tarafta fakiri de kollamakta, nimetlerinden aynı ölçüde istifade imkânı bulamayanları da zekât, sadaka, karz-ı hasen gibi müesseselerle himaye etmektedir. Anadolu tabiriyle, zengine yan çıkıp fakiri problemleriyle baş başa bırakmak, Allah’ın umumi icraatına muhalif bir tavırdır.

Buraya kadar zikrettiklerimiz, faizin haram olmasının hikmetleridir. Mesele bu zikredilenlerle de sınırlı değildir. Burada sayılan ve sayılamayan bütün hikmetlerin ötesinde çok daha önemli bir husus vardır, o da, Allah’ın faizi haram, alışverişi helâl kılmış olmasıdır. Zira bizim hareketlerimize yön verecek olan, bir kısmını bilebildiğimiz, bir kısmını bilemediğimiz hikmetler değil, esas itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın emir veya yasaklarıdır. Çünkü Allah’a karşı vazife ve kulluğumuzun temelinde O’nun emirleri ve yasakları vardır. Dolayısıyla biz, hikmetleri tali derecede düşünür, evvelen ve bizzat Cenab-ı Hakk’ın rızasını, yine O’nun vaz ettiği ahkâmına uyma yoluyla elde etmeyi hedefleriz. İmam Eş’arî’nin anlayışı içinde, Allah’ın yasakladığını çirkin görüp reddeder, O’nun emrettiği ya da mubah kıldığını da güzel görür, sinemize basarız.

Yümün ve bereket vesilesi olan ve aynı zamanda rahmet hazinelerinin çağlayanlar gibi coşup bize doğru akmasına davetiye çıkaran şey, bütün nevileriyle sadakadır. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın muciznüma ifadeleri içinde bu denge vurgulanarak, bir tarafta insanı Allah’a yaklaştıran, onu Cennet’e ehil hâle getiren, toplumun diğer fertleriyle diyaloğu temin eden ve insanı şeytandan ve Cehennem’den alabildiğine uzaklaştıran bu hayır müessesesi nazara verilirken; diğer tarafta mü’mini Allah’tan uzaklaştıran, Cennet’le aralarını açan, insanlarla arasına mesafe koyan, ama Cehennem ve şeytana yaklaştıran ribanın çok yönlü zararına dikkat çekilmektedir.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin de ısrarla üzerinde durduğu gibi içtimaî hayatı temelinden yıkmaya yönelik “Sen çalış ben yiyeyim.” ve “Ben tok olduktan sonra başkaları açlıktan ölse bana ne!” şeklinde kendini gösteren iki gayri insanî düşünce tarzını Kur’ân, “Allah, faizle geleni mahveder, sadakaları ise artırır.” veciz ifadesiyle ele alarak kökünden söküp atmakta ve hastalık zuhur edecek yerden şifa pınarları akıtmak suretiyle insanî olanı salık vermektedir. Bunun gerçekleşmesi, her çeşidiyle hayır müesseselerini hayata geçirip, faiz başta olmak üzere şer kapılarını kapatmaya bağlıdır.

Fiilî duruma baktığımızda da ribanın gerçek mânâda bir artışa sebebiyet vermediği, sayısız misaliyle gözler önündedir. Tam köşeyi dönme hesapları yaparken batanların, yatlarında uzanıp sefa sürme hesapları yaparken iflas edenlerin ve artık bir daha sırtının yere gelmeyeceğini düşünürken can ve malından olanların sayısı hiç de az değildir. Sadakayla mal-mülk yanında kitlelerin gönlünü de kazananların, dolayısıyla kâr üstüne kâr edenlerin sayısı da sayılamayacak kadar çoktur. Evet, riba, sosyal dengeyi yıkıcı, sükûneti mahvedici, fertleri ve toplumları derinden etkileyen bir veba; verme ve iyilik etme hisleriyle dolu bulunma da, sosyal hayatı huzur içinde ayakta tutacak önemli bir iksirdir.

Bakara sûresinin, faiz yasağını nihai olarak bildiren âyetleri, son nazil olan âyetlerdendir. Hatta İbn Abbas Hazretleri’nin (radıyallâhu anhumâ) kanaatine göre bu âyetler, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâzil olan en son âyetlerdir.265 Dolayısıyla faizin kesin ifadelerle haram kılınması, risaletin son dönemlerine rastlamaktadır. Faizle ilgili son sözü Veda Haccı’nda söyleyen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), aynı zamanda bunun ilk tatbikatını yapmış ve tesirinin daha büyük olması için ilk olarak, kendi yakın çevresinden birinin, amcası Hazreti Abbas’ın alacağı olan faizi kaldırmıştır. Ümmetiyle veda mânâsı da taşıyan bu hutbesinde Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), kan davası gibi Cahiliye âdetlerinin kaldırıldığını belirttikten sonra sözü faize getirmiş ve şöyle buyurmuştur:

أَلَا كُلُّ شَيْءٍ مِنْ أَمْرِ الْجَاهِلِيَّةِ تَحْتَ قَدَمَيَّ مَوْضُوعٌ وَرِبَا الْجَاهِلِيَّةِ مَوْضُوعٌ وَأَوَّلُ رِبًا أَضَعُ رِبَانَا رِبَا عَبَّاسِ بْنِ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ

“İyi dinleyin! Cahiliyeye ait bütün uygulamalar, şu iki ayağımın altındadır ve kaldırılmıştır. Cahiliye faizi kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım faiz de, Abbas İbn Abdülmuttalib’in alacağı faizdir.”266 Hazreti Abbas dâhil hiç kimse bu meselede tereddüt göstermemiş, alacakları çuvallar dolusu da olsa faiz terettüp eden miktarı almaktan vazgeçmişlerdi.

Yalnız onların endişesi, bu hüküm gelmeden önceki muamelelerinin durumu ve akıbetiydi. Onlar ancak, endişelerine cevap mahiyetinde gelen bir fermanla rahat nefes alabildiler:

فَمَنْ جَاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّهِ فَانْتَهَى فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللهِ

“Kime Rabbinden bir öğüt geldiğinde (faizle muameleyi) bırakırsa, (haram kılınmadan) önce aldığı onundur. İşi de Allah’a kalmıştır.”267

Bir başka âyet-i kerimedede de Cenab-ı Hak, inanıp salih ameller peşinde koşanların, Müslüman olmadan önce yaptıklarından mesul tutulmayacaklarını şu ifadelerle anlatıyordu:

لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا طَعِمُوا إِذَا مَا اتَّقَوْا وَآمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ثُمَّ اتَّقَوْا وَآمَنُوا ثُمَّ اتَّقَوْا وَأَحْسَنُوا وَاللهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

“İman edip amel-i salih içinde olanlara, Allah’ın yasak ettiği şeylerden kaçınarak iman ettikleri ve güzel işler yaptıkları, sonrasında da çirkin şeylerden sakınıp iman ettikleri, günahlara karşı tavır alıp, yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde, (haram kılınmadan önce) yiyip içtiklerinden dolayı günah yoktur. Allah, ihsan sahiplerini sever.”268

Yasaktan önceki uygulamaların durumu böyledir. Ama bundan sonrası için yapılacak şey, Cenab-ı Hakk’ın hükmüne tabi olmaktan başkası olamaz. Bununla ilgili olarak müfessirlerin,

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَذَرُوا مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ

“Ey iman edenler! Ribadan geriye kalanı bırakın. Eğer mü’minseniz böyle yapın!”269 mealindeki âyetin sebeb-i nüzûlü olarak zikrettikleri şu hâdise oldukça dikkat çekicidir:

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’nin fethini müteakip Medine’ye dönerlerken Mekke valisi olarak Attab İbn Esîd’i tayin buyurmuşlardı. Faizin haram kılınmasından sonra Mekke’deki bazı oymaklar Attab’a gelmiş ve İslâm’a girmeden önceki faiz alacaklarının tahsilini yapma hususunda ruhsat sormuşlardı. Hazreti Attab konuyu Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) yazmayı uygun gördü. Allah Resûlü cevaben, “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve daha önceden kalan faiz alacaklarınızı da bırakın! Mü’min iseniz bunu yapın. Şayet böyle yapmazsanız, Allah ve Peygamberi tarafından açılacak bir savaş ile karşı karşıya kalacağınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.”270 âyetlerini de içeren bir mektup yazdı ve faizle ilgili bütün alacak vereceklerin bırakılmasını, inanan bir insanın artık faiz illetinden tamamen uzaklaşması gerektiğini, aksi takdirde Allah ve Resûlü’ne savaş açmış olacaklarını net bir dille bildirdi. Böylelikle bu tür düşüncelerin önü, şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kapatılmış oldu.271 Bakara sûresi 275. âyetin karakteristik ifadelerinden, faiz yiyenlerin, canlarından bezmiş, sa’y etmediklerinden dolayı hayatlarından gayrimemnun, tufeyli gibi başkalarının sırtından geçindikleri için hep tedirgin ve aynı zamanda miskin kimseler olduklarını anlıyoruz. Dünyada böyle yaşayanların, ötedeki akıbetleri de ayniyet arz edecek, sarhoş gibi bir hayat yaşamanın neticesini, şeytan çarpmış gibi haşrolmakla acı acı yaşayacaklardır. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), misal âlemine ait bir tabloyu aktarırken kullandığı ifadeler de, bununla ilgili bize enteresan ipuçları vermekte, faizle iştigal edenlerin ahirette maruz kalacakları acı durumu dile getirmektedir.272

Evet, bu akıbet, şeytanın yoluna giren kimselerin içinde bulundukları atmosferin götüreceği noktadır. Nasıl olmasın ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), faiz alana ve verene Allah’ın lanet ettiği gibi, o işe şahitlik yapanın da, kitabet vazifesini yapıp bürokrasisini yürütenin de aynı akıbete dûçar kalacağını, bu lanetten nasibini alacağını anlatmaktadır.273 İşte Allah ve Resûlü’ne harp ilan etmenin neticesi.. ve işte kazanma hırsının altında kaybetmenin acı faturası!

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), irtihal-i dâr-ı beka buyurmalarına seksen gün kala Müzdelife’de, etrafında toplanan mahşerî kalabalığa hitap ederken, artık dinin tamam olduğunu, Cenab-ı Allah’ın ümmet-i Muhammed’e olan nimetlerini tamamladığını ve O’nun rızasının, ancak İslâm’la elde edilebileceğini bildirmişti. Böylelikle Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kamil ve mükemmel dinin esaslarını, kemalde ufuk bir cemaate tebliğ etmiş oluyordu. Ribadan kaçınıp zekâtını vermek de, kalb ve ruh itibarıyla tekemmül etmiş insanların işiydi. Yirmi üç senelik bir olgunluk süreci yaşamış sahabe cemaati de bu olgunluğu gösteriyor ve hiç tereddüt etmeden kemalinin gereğini yerine getiriyordu.

Demek ki cemaat kemale ermeden, menfilikleri kamilen izale etmek mümkün değildir. İnsanlık, teknoloji alanında baş döndürücü bir mesafe katetse veya iktisadî müşkillerini halledip refah seviyesini yükseltmekle sırça saraylara terfi etse bile, zahiren mesut ve bahtiyar görünen bu cemiyetin ömrü sanıldığı gibi uzun olmayacak ve bir kısım sosyal çalkantılar karşısında teslim-i silah edecektir. Bugün için dünyanın imrenerek baktığı bir takım mesut gibi görünen devletlerin, bu içtimai kemale ulaşmadıkları sürece, uzun süre aynı şekilde devam edeceklerine ihtimal verilmemelidir.

Emareleriyle ortada olan bir meselenin varacağı nokta hakkında beyanda bulunmak kehanet olarak değerlendirilmezse şunu söylemek mümkündür: Bir gün gelecek, dünyadaki bütün devletler, bütün iktisadi sistemler aslan görmüş zebralar gibi ribadan kaçacaklardır. İçtimaî bir kanser olan faizin büyük ölçüde, insanların ensesinde bekleyen tehdit unsuru olmaktan çıkacağını ve bunun da yakın bir gelecekte görüleceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Zira yapılanlar, beşer tabiatına terstir. Hilkatin aksini dayatan her sistemin, geçici bir ışık saçsa bile, uzun süre etrafını aydınlatması mümkün değildir. Devamlılığı olacak yol, ancak nebilerin tutup gittiği, sıddıkların yürüdüğü, enbiya ve evliyanın boy gösterdiği yoldur. Bu yol, Kur’ân-ı Kerimde,

وَاللهُ يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلَامِ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

“Allah, selam yurduna davet ediyor ve istediğini sırat-ı müstakime hidayet ediyor.”274 âyetiyle işaret edilen yanılmaz ve yanıltmaz bir şehrahtır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu âyetlerin şerhini bizzat kendisi yaparak yanlış anlamaların önünü tıkamıştır. Böyle olmasına rağmen, faiz âyeti son inen âyetlerden olduğu, bundan dolayı da pratikteki uygulamalarıyla ilgili bazı detaylara henüz Sahabe’nin bütünü tarafından muttali olunmadan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) irtihal-i dâr-ı beka buyurduğu için Hazreti Ömer gibi hassas insanlar, endişelerini ortaya koymuşlar ve “Keşke faiz hakkında daha fazla malumat öğrenmiş olsaydık!” temennilerinde bulunmuşlardır.275 Onun bu sözleri dinin tamamiyetiyle ilgili değildir. Bilakis bu, insanların bu hükümleri algılamada farklılığa düşmemeleriyle ilgili bir duyarlılıktır. Nitekim Hazreti Ömer’e de ondan sonra aynı endişeleri yaşayanlara da yol gösterici bir hadislerinde Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَا لَا يَرِيبُكَ “Sana şüpheli gelen şeyleri terk et; şüphesiz olanları al.”276 buyuracaklardır.

Başka bir hadislerinde de Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), helâl ve haramın açık ve net olduğunu, fakat bunların arasında bazı şüpheli şeyler bulunduğunu, dinî hayatını tehlikelerden uzak tutmak isteyenin bu şüpheli şeylerden kaçınması gerektiğini vurgulayacak ve kalbî hayata dikkat çekecekti.277 İhtimal, Hazreti Ömer’in arzusu, sınırlardaki mayınlar gibi hassasiyet gerektiren şüpheli şeyler hakkında da bir kısım sınırların konulması, bu konularda sarih ifadelerin bulunması ve insanların, hevalarının esiri olup onlara girmekten kurtulmaları yönündeydi.

Şayet insanlık, kanını emen bu illetten kurtulmak istiyorsa, öncelikle imanın aydınlık dünyasına uyanmalı, emir ve nehiyleriyle Yüce Yaratıcı’nın ifadelerine kulak vermelidir. Bunun akabinde yapılacak şey, bütün üniteleriyle alternatif sistemler oluşturmak, insanların uygulayageldikleri muamele sistematiğinde boşluklara meydan vermemektir. Böylelikle yeni yeni yardımlaşma ve dayanışma müesseseleri tesis edilerek, muhtaçların elinden tutulacak ve fakir-fukara, tefecilerin elinde can çekişmekten kurtarılmış olacaktır.

Netice itibarıyla zekât ve faiz iki zıt kutuptur. Zekâtta fakirin hakkı gözetilip zulmün önü alınırken, faizde zenginin daha da zengin olması yanında fakirin, yoksulluğun kollarında daha fazla perişaniyete itilmesi vardır. İşte İslâm, fakirin ezilmesine engel olduğu gibi, zengine de malından korku ve endişe duymadan istifade etme yollarını göstermektedir. Zekât müessesesinin bütün unsurlarıyla işletildiği bir cemiyette faiz ortadan kalkacak, beraberindeki olumsuzluklar bertaraf edilecek ve topluma huzur ve saadet hâkim olacaktır.

5. Toplumu Potansiyel Suçlardan Kurtarır

Toplumun bir tabakası sadece kendi behîmî arzularını tatmin istikametinde müreffeh bir hayat sürerken, diğer yanda fakr u zaruret içinde kıvranan insanların olması, toplumda huzursuzluğun kaynağını oluşturan potansiyel bir tehlikedir. Süslü-püslü vitrinler, çeşit çeşit leziz ve iştah kabartan maddelerle tezyin edilip fakiri yutkunduracak hâlde arz-ı endam ettiğinde, sosyal patlamaların koparacağı gürültü korkunç boyutlara ulaşacaktır. Bir tarafta istediği her şeyi sınırsızca elde etmenin keyfini çıkaran gamsızlar sefa sürerlerken, diğer yanda yiyecek bir parça ekmek bulamayıp başkalarının yuttuğu lokmalarla yutkunanların varlığı, kopacak bu kıyameti haber vermektedir.

Buna bir de iki ucuyla toplumun birbirinden uzaklaşması eklenince, hâdisenin boyutunun daha da büyük olduğu anlaşılacaktır. İslâm’ın, insanların dünyevi ve uhrevi yararına olarak ortaya koyduğu içtimaî prensipler ihmal edildiği sürece bu kavga ve huzursuzluk devam edip gidecektir. Ne zaman ki insanlık, İslâm’ın takdim ettiği çizgiye gelecek ve hareketleriyle kul olduğunu gösterecek, işte o zaman beşerin ağlayan çehresinde tebessümler belirecek ve beklediği huzura kavuşacaktır. Aksi hâlde her iki tarafta odaklaşan kitleler, bir kısım kötü niyetli kimseler tarafından istismar edilerek dejenerasyon bombardımanına maruz bırakılmaya devam edecektir.

Hâlbuki Kur’ân ve Sünnet’te, zikredilen bu toplumsal problemlerin önünü alabilecek pek çok prensip yer almaktadır. Bütün bunlardan yalnızca iki tanesi olan; لَيْسَ بِالْمُؤْمِنِ الَّذِي يَبِيتُ شَبْعَانَ وَجَارُهُ جَائِعٌ إِلَى جَنْبِهِ “Yanı başındaki komşusu aç iken tok yatan, hakiki mü’min olamaz.”278 ve مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.”279 hadis-i şerifleri, İslâm’ın bu konudaki genel karakterini yansıtması adına yeterli olacaktır. Aynı şekilde Kur’ân ve Sünnet’in ortaya koyduğu yardımlaşma düsturları, içtimaî hayatta, fertleri ve taifeleri birbirine yaklaştırmada büyük önem arz etmektedirler. İslâm, bir hayat nizamıdır ve onun prensipleri bir bütün olarak değerlendirilmelidir.

Mü’min, hem çalışma ve kazanmada hem de harcama ve tüketimde, Allah’ın kendisine verdiği ölçüler içinde dengeli olacaktır. Allah’ın helâl kıldığı dairede dolaşacak ve bunun keyfe kâfi geldiği şuuruyla yaşayacaktır. Böylelikle elde ettiklerinde duruluğu yakalayan mü’min, diğer yandan da malını hayır yollarına harcamakla toplumda ortaya çıkması muhtemel problemlerin önlenmesine vesile olacaktır.

Buna ilave olarak zekâtın toplum hayatında içtimaî bir sigorta olması, kitleler arasındaki hoşgörü ve diyaloğu temin etmede önemli bir rol alması, ekonomiye hareketlilik getirerek cemiyeti zinde bir güç hâline getirmesi ve bir taraftan dünya için çalışmanın lüzumunu ima ederken diğer yandan ahiret hayatını hatırlatarak dünya-ukba dengesini kurması gibi birçok husus, zekâtın toplum hayatına kazandırdıkları arasındadır.

Daha önce zikrettiğimiz, zekâtın fertler açısından mevzubahis olan maslahat ve faydalarının hepsini de burada hatırlatmakta fayda vardır. Zira bunların hepsi aynı zamanda cemiyet hayatını imara yönelik olumlu gelişmelerdir.

Bir kez daha ifade edelim ki burada zikrettiklerimiz, birer fikir vermeye vabeste hususlar olup daha söylenebilecek nice fayda ve maslahatların olduğunda şüphe yoktur. Allah (celle celâluhu), asla abes iş işlemez; O, her türlü noksanlıktan münezzehtir. Madem zekâtı cemiyette hâkim kılmayı emreden O’dur. Öyleyse bunda mutlaka pek çok maslahat gizlidir ve zamanla her biri teker teker ortaya çıkacaktır.


191 Buhârî, rikâk 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 6/256.

192 Buhârî, rikâk 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 6/256.

193 Tirmizî, birr 40; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/27.

194 İbn Ebî Şeybe, Musannef, 5/332.

195 Fussilet sûresi, 41/6-7.

196 Zilzâl sûresi, 99/7-8.

197 Nisâ sûresi, 4/128.

198 Ebû Davud, zekât 46.

199 Tevbe sûresi, 9/103.

200 Teğâbün sûresi, 64/16.

201 Âl-i İmrân sûresi, 3/180.

202 Ebû Dâvud, edeb 58; Tirmizî, birr 16.

203 A’râf sûresi, 7/156.

204 Nûr sûresi, 24/56.

205 el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, 4/50.

206 İbn Mâce, fiten 22.

207 Tevbe sûresi, 9/103.

208 Müslim, zekât 167; Ebû Dâvûd, harac 20; Nesâî, zekât 95.

209 Ebû Dâvud, zekât 32; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/567, 2/363; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/83.

210 Rûm sûresi, 30/39.

211 Bakara sûresi, 2/276.

212 Sebe sûresi, 34/39.

213 Bakara sûresi, 2/268.

214 Müslim, birr 69; Tirmizî, birr 82.

215 İbn Huzeyme, es-Sahîh, 4/52; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/137; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 23/287.

216 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 10/128; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/536.

217 Buhârî, nafakât 1; Müslim, zekât 36, 37.

218 Müslim, zekât 63; Tirmizî, zekât 28.

219 Buhârî, zekât 27; Müslim, zekât 57.

220 Tevbe sûresi, 9/111.

221 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 3/222; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 8/146.

222 Müslim, zühd 3; Tirmizî, zühd 31, tefsir 88; Nesâî, vasâyâ 1.

223 Tevbe sûresi, 9/34-35.

224 Buhârî, zekât 3; Müslim, zekât 24-27.

225 Müslim, zekât 28.

226 Buhârî, zekât 3.

227 Âl-i İmrân sûresi, 3/180.

228 el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/82; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 8/163.

229 Ebû Dâvûd, zekât 3; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/82.

230 el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/141.

231 İbn Huzeyme, es-Sahîh, 4/13, 110; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/354; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/547.

232 Tirmizî, zekât 2; İbn Mâce, zekât 3.

233 Buhârî, rikâk 10; Müslim, zekât 116-119.

234 Buhârî, rikâk 5; Müslim, zekât 114.

235 Buhârî, rikâk 5; Müslim, zekât 114.

236 Âl-i İmrân sûresi, 3/14.

237 Tevbe sûresi, 9/103.

238 Bkz.: Buharî, zekât 64, megâzî 53, daavât 19, 32; Müslim, zekât 176.

239 Buhârî, zekât 27; Müslim, zekât 57.

240 Mâide sûresi, 5/12.

241 Buhârî, mevâkît 4, zekât 23, savm 3, fiten 17; iman 231, fiten 26.

242 Buhârî, bedü’l-vahy 1; Müslim, iman 252.

243 İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/11.

244 Buhârî, cihâd 70, rikâk 10; İbn Mâce, zühd 8.

245 Bkz.: Tirmizî, zühd 3.

246 Buhârî, zekât 18, vesâyâ 9; Müslim, zekât 94-97

247 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 8/380; el-Beyhakî, Şuabu’l-iman, 5/20.

248 Haşir sûresi, 59/7.

249 Bakara sûresi, 2/195.

250 Tirmizî, tefsîru sûre (2) 19; Ebû Dâvûd, cihâd 22.

251 Yûnus sûresi, 10/44. Aynı aynı mânâyı ifade eden başka âyetler için bkz.: Bakara sûresi, 2/57, Âl-i İmrân sûresi, 3/117, A’râf sûresi, 7/160, Tevbe sûresi, 9/70, Nahl sûresi, 16/33, Ankebût sûresi, 29/40, Rûm sûresi, 30/9.

252 el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 2/49. (Mânâ olarak bu sözü destekleyen bir hadis için bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 3/346)

253 Bkz.: Bakara sûresi, 2/279.

254 Bkz.: Bakara sûresi, 2/261-281; Âl-i İmrân sûresi, 3/130-136; Nisâ sûresi, 4/160-162; Rûm sûresi, 30/36-45.

255 Rûm sûresi, 30/39.

256 Nisâ sûresi, 4/160-161.

257 Âl-i İmrân sûresi, 3/130.

258 Bakara sûresi, 2/275.

259 Bakara sûresi, 2/276-279.

260 İsrâ sûresi, 17/61.

261 A’râf sûresi, 7/12.

262 Müslim, birr 32; Ebû Dâvûd, edeb 35; Tirmizî, birr 18.

263 Bakara sûresi, 2/245; Mâide sûresi, 5/12; Hadîd sûresi, 57/11, 18; Teğâbün sûresi, 64/17; Müzzemmil sûresi, 73/20.

264 Mâide sûresi, 5/2.

265 Buhârî, büyû 25, tefsir (4) 53.

266 Müslim, hacc 147; Ebû Dâvûd, büyû 5; İbn Mâce, menâsik 76, 84.

267 Bakara sûresi, 2/275.

268 Mâide sûresi, 5/93.

269 Bakara sûresi, 2/278.

270 Bakara sûresi, 2/278-279.

271 Ebû Ya’lâ, el-Müsned, 5/74; et-Taberî, Câmiu’l-Beyan, 6/23.

272 Buhârî, cenâiz 92, fezâilü’l-Kur’ân (92) 3-7, edeb 120, kader 4, tevhîd 54; Müslim, kader 6-7.

273 Müslim, müsâkât 106; Tirmizî, büyû 2; Ebû Dâvûd, büyû 4; İbn Mâce, ticârât 58; Nesâî, ziynet 25.

274 Yûnus sûresi, 10/25.

275 Buhârî, eşribe 5; Müslim, tefsir 32-33.

276 Buhârî, büyû 3; Tirmizî, kıyâmet 60; Nesâî, eşribe 50.

277 Buhârî, imân 39, büyû 2; Müslim, müsâkat 107.

278 el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/15.

279 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 1/151, 7/270; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4/356.

-+=
Scroll to Top