34. Huzurlu Bir Toplumun İnşası
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَانَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ نُزُلاًۙ
“İman edip salih ameller yapanlara gelince, onlara da konak olarak Firdevs cennetleri hazırlandı.” (Kehf Sûresi, 18/107)
اَلَّذ۪ينَ يُـنْـفِقُونَ فِى السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَـيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۘ وَاللهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ
“O müttakiler ki bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davrananları sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/134)
Muhterem Müslümanlar!
Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinin gelebilmesi için –içinde yaşadığımız dünyaya göre– bazı şartlar ve sebepler vardır. Her nimet bu şart ve bu sebebi bulunca gelir. Ve biz o şart ve sebebi yerine getirdiğimiz, o şart ve o sebeple istediğimiz zaman o nimete mazhar oluruz.
Rabbimizin, bu âna kadar olduğu gibi bundan sonra da bize fevkalâdeden, karşılıksız olarak sonsuz lütuflarını bahşedeceği düşünülebilir. Fakat Rabbimiz, lütuflarının geliş yollarını, onlardan istifade yöntemlerini, kaideleri bize göstermektedir. Ancak bunlar gerçekleştiğinde bize lütfedeceğini ifade buyuruyor. Allah, Cennet’i bize şöyle vaat ediyor:
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
“Onlar ki iman ettiler; salih amel yaptılar.”
كَانَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ نُزُلاًۙ
“Firdevs cennetleri onlar için konacak bir yer olur, konak olur.”
Muhabbet-i ilahîyi istiyorsunuz. İstiyorsunuz ki Allah sizi sevsin. Allah’ın rahmeti sizinle beraber olsun. Bu sevgiyi elde etmek için Rabbimiz’in koyduğu bir şart vardır:
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدّاً
“İman edip salih amel yapanları Allah (celle celâluhu) sevdiği gibi Mele-i A’lâ’nın sakinleri de sever. Yerde de hüsn-ü kabul vaz’ edilir onlar için. Onlar için yeryüzünde bir sevgi vaz’ edilir, yani insanlar da sever.” (Meryem sûresi, 19/96) buyuruluyor.
Cenab-ı Hak, burada vereceği lütfu, ihsanı şartı ile söylüyor. Nimetini, şartıyla, sebebiyle size arz ediyor, takdim ediyor. Yani her nimetin beraberinde bağlı bulunduğu bir sebep, kaide vardır. Her nimet, Rabbimiz tarafından hangi şartın, hangi kaidenin üzerine oturtulmuşsa ancak o kaideye ve o şarta sahip çıkılmakla elde edilir. O kaideye, sebebe uyulduğu takdirde o nimete mazhar olunur.
Bu noktadan baktığımızda sağlam bir toplum da Rabbimiz’in bir nimetidir, bir lütfudur. Huzurlu bir toplum Rabbimiz’in bir lütfudur. Saadet içinde bir millet olma Rabbimiz’in bir lütfudur. Fakat bu lütfa mazhar olmanın da kendine göre sebepleri ve şartları vardır.
İnanan insanlar kendi aralarında birlik, beraberlik ve uyum içinde, ehl-i kıbleye karşı saygı ve sevgi içinde olmak zorundadır. Allah’ın, huzurlu bir cemaat vaadinin şartı ve sebebi budur.
Ne zaman ki bir toplumu sevk ve idare edenler, ona çekidüzen verenler bu işe, onun şartlarına ve sebeplerine riayet edecek, işte o zaman Rabbim bize huzurlu bir toplum ihsan edecektir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz’in en birinci işi, bu sıhhatli topluluk şuurunu meydana getirme çabasıydı. Ve Rabbim de bu lütfu O’na ihsan eyledi. Bu lütuf ile O’nu serfiraz kıldı. Arkasından da huzurlu bir cemaat geldi, saadetli bir topluluk teşekkül etti.
Saadetli bir topluluk olmanın en önemli vesilelerinden biri, fertlerin kendileri için öfkeye kapılmamaları, kapılıp da yanlış karar vermemeleri ve birbirleri arasındaki bağları koparmamalarıdır. Efendimiz, hiçbir zaman hislerine bağlı hareket etmedi. Evet, O da bir insandı; insan olmanın gereği olarak içinden bir şeyler geçmiş de olabilir. Fakat Rabbimiz, inayetiyle imdadına yetişmiş, inayetle O’na el uzatmış, O’nun elinden tutmuş ve o pak dameni hissi kararlar vermekten kurtarmıştır.
Evet O, kinin, öfkenin insanı değildi. Arkasından cübbesini tutup sertçe çeken ve “Ver! Babanın malından mı veriyorsun?!” diyen, yeni Müslüman olmuş bir toy delikanlıya tebessüm ediyor, “Verin, buna istediği şeyi!”52 diyordu. Düşünün ki adam, kendi peygamberine hakaret ediyordu. Peygamberinin cübbesini çekiyor, bir bakıma O’nu tartaklıyordu. Hâlbuki Resûl-i Ekrem o devreyi, gözü dönmüş kâfirlerin Mekke’deki putperestlik devrinde çoktan geride bırakmıştı.
Bir gün başka biri karşısına çıkıyor, “Vallahi bu taksim âdil olmadı!” diyordu. Peygambere, “Âdil olmadın!” şeklinde serzenişte bulunuyordu. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Yazık sana! Ben âdil olmazsam kim âdil olur!” buyuruyor, onu da hoşnut ediyordu.53
Haysiyetine dokunulduğu, gururunun kırıldığı hatta nübüvvetiyle ilgili iftiraların atıldığı dönemlerde dahi meseleleri çok rahat karşılamış ve kimseyi rahatsız etmemiştir Nebiler Nebisi. Bu hâl, O’nun çevresine de intikal etmişti. Öyle ki ashâbı arasında şöyle bir hâdiseye şahit oluruz:
Ammâr b. Yâsir, fakir bir ailenin çocuğuydu. O, Aleyhisssalatü ve’s-selam’ın yanında olmuş, dünya adına hiçbir malı mülkü olmayan fakir bir insan…
Karşısında da büyük orduları dize getiren Halid b. Velid… Mahzum oymağının şerefli insanı vardır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) aralarındaki bir anlaşmazlıkta Ammâr’ı haklı çıkarınca, rahatlıkla bu büyük kumandan kalkar, Ammâr’ın cübbesinin eteklerinden tutunur ve: “Allah aşkına Ammâr, beni affeyle!” diye yalvarır. Zira ona haşin ve hırçın bir söz sarf etmiştir.
Sasani’yi bir darbeyle yıkan, Roma İmparatorluğu’nu bir darbeyle yerle bir eden, teveccüh ettiği cepheden daima zafer getiren ve arkasında gözünün içine bakan büyük bir ordu olan büyük kumandan, fakir bir insanın cübbesinin eteklerinden tutunur, “Allah aşkına beni affeyle!” der.
İşte bu, Resûl-ü Ekrem’in cemaatiydi. Tabloyu daha net gösterecek, çarpıcı bir misal de Hazreti Ebû Bekir’le Ömer arasında meydana gelen bir anlaşmazlıktır:
Seyyidina Hazreti Ebû Bekir’le Ömer arasında bir huzursuzluk, bir hoşnutsuzluk meydana gelmişti. Hazreti Ebû Bekir, bir hâdiseden dolayı Ömer’in canını sıktığını düşündü ve yanına gidip, “Yâ Ömer! Rabbimizin huzuruna çıkacağız, bana hakkını helal et. Seni üzdüm biraz, canım sıkıldı.” dedi. Hazreti Ömer ise kızgınlıkla, “Hakkımı helal ettim.” demeden Ebû Bekir’in yanından kalktı, evine gitti. Onlar da nihayetinde insandı, hata yapıyorlardı. Fakat hatadan geri dönmesini de biliyorlardı. Hazreti Ebû Bekir, Ömer’in tavrını görünce beyninden vurulmuş gibi huzur-ı Risaletpenahîye koştu. O yürürken tevazuundan cübbesinin bir tarafı sarkardı. Bu sefer iyice iki büklüm olmuş bir şekilde Resûl-i Ekrem’in yanına doğru geliyordu. Resûl-i Ekrem, onu karşıdan görür görmez, “Ebu Bekir bir şeylere üzülmüş, geliyor!” buyurdu. Ebû Bekir geldi, edeple Resûllullah’ın dizinin dibine oturdu ve “Yâ Resûlallah! Ömer’le aramızda bir şeyler oldu. Sonra, ‘Hakkını bana helal et.’ dedim. Hakkını bana helal etmeden gitti. Ne yapacağımı bilemedim, ben de doğruca sana geldim.” dedi.
Hazreti Ömer de bu arada eve gitmiş ama durumdan rahatsız olmuştu. Temiz vicdan nasıl böyle bir şeye katlanırdı ki! Daha evde oturmadan, “Resûl-i Ekrem’e gidip söyleyeyim, beni affetsin.” diye düşünmüştü. Biraz sonra o da koşa koşa oraya geldi. O da Resûl-i Ekrem’in yanına oturdu ve: “Yâ Resûlallah! Beni bağışlayın. Ebû Bekir’i affedilmesi gerektiği yerde affetmedim.” dedi.
Allah Resûlü’nün, Ebû Bekir üzüldüğü için sadık dostu adına, biraz canı sıkılmıştı. Buyurdu ki: “Sahabimi bana bırakmayacak mısınız? Ebû Bekir’e ilişmekten vazgeçmeyecek misiniz? Hâlâ ona dokunacak mısınız? Âlem beni inkâr ederken o sahip çıktı. Âlem beni bırakırken o destek oldu, bana arka çıktı.”54
Manzaranın şedit, havanın şimşekli olduğunu, yıldırımların sert geldiğini görünce Ebû Bekir de dize geldi: “Yâ Resûlallah! Kusur ve kabahat bendeydi, Ömer’i bağışlayın. Onun canını ben sıkmış, onu ben huzursuz etmiştim. Tedirgin olan o idi, esasen ben onu rahatsız etmiştim.” dedi.
Sahabideki anlayış bu idi. En can alıcı noktada, kılıcın sineye saplanacağı anda dahi akıllı ve dengeli hareket ederlerdi.
Zübeyr b. Avvam, daha sekiz on yaşlarında iken Mekke’nin karanlık sokaklarında kılıcını çekip Resûl-i Ekrem’i kurtarmaya koşmuş bir sahabi idi. Bir köşe başında Allah Resûlü’yle karşılaşınca aralarında şöyle bir konuşma cereyan etmişti:
– Yâ Resûlallah! İşittim ki Mekkeliler seni tutmuş, yakalamış ve şehit etmişler.
– Ne yapacaktın ey Zübeyr?
– Bu kılıcımla onları delik deşik edecektim.
Bunları söyleyen Zübeyr b. Avvam, henüz on yaşına girmiş bir insandı.
O, Resûl-i Ekrem’in başında hayatının sonuna kadar perdedâr olarak beklemiş sadık bir neferdi.
Ordu bir yerlere sevk edileceği vakit, “Ordunun başına seni kumandan tayin edelim.” dediklerinde, “Vallahi ben Resûl-i Ekrem devrinde hep nefer olarak savaştım. Benim bu bezmimi bozmayın, böyle devam etsin istiyorum.” diyen bir insan…
İşte bu insan, bir gün Hazreti Ali’nin karşısına çıkmıştı. Hazreti Ali ile dayı-hala çocuklarıydılar. Ne var ki kılıcını çekmiş, onun karşısına çıkmıştı. Zira bir haksızlığa öfkelenmişti. Hazreti Ali ise kendine göre bir içtihatta bulunmuştu ve içtihadında da haklıydı. Bununla beraber Zübeyr efendimiz, o âna kadar onu haksız görüyordu. Kılıçlar kınından çıkmış ve insanı delik deşik etmeye hazır hâle gelmişti. Öfkeler alabildiğine kabarıktı. O esnada insan bir yola girdiğinde bir daha o yoldan geri dönüş zordu. Zübeyr b. Avvam da böyle bir atmosferde Hazreti Ali’nin karşısına çıkmıştı.
Seyyidina Hazreti Ali vakarla onu yanına çağırdı. Büyük Safiyye’nin büyük oğlu, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) iftihar ettiği halasının oğlu Zübeyr’e, “Halam oğlu gel, sana bir şey anlatayım!” dedi ve devam etti:
“Hatırlarsın, sen ve ben bir gün Resûl-i Ekrem’in huzurunda oturuyorduk. Efendimiz, ikimiz hakkında bir şeyler söyledi ve sonra döndü, sana dedi ki:
‘Zübeyr! Bir gün Ali’nin karşısına çıkacaksın. O gün Ali haklıdır; sen haksızsın.”
Zübeyr, elini başına götürdü, olayı hatırlamaya çalışıyordu. Neden sonra, “Eyvah, ben şimdi hatırladım onu; kusur bendeymiş!” dedi ve kılıcını kınına soktu, geldiği yere geri döndü.55
Sahabi buydu işte! “Kâzimu’l-gayz” idi. Öfkesini yenen, yeri geldiğinde yutan insanlardı hepsi. Kin ve nefret, cehennemden ateş dalgaları hâline gelse, onu dilinde ve bağrında söndürecek kadar, bu mevzuda cesur ve kararlı idiler. İşte böylece toplumun birlik ve beraberliği bozulmuyordu. İçtihatlar oluyor ama Müslümanların birliği bozulmuyordu. Gelişigüzel birbirlerine hücum etmiyorlardı. Birbirlerine dil uzatmıyor, ayıp ve kusurlarını ortaya dökmüyor, birbirlerinin haysiyet ve namusuyla, gurur ve onuruyla oynamıyorlardı.
Bir sahabi döneminin hayatımızda yeniden ihyasını düşünen bizler, bin derbederlik içinde bizler, bin perişaniyetin boğmaya çalıştığı bizler sahabi ruhuna havadan, sudan, ekmekten daha fazla ihtiyaç duyduğumuzu idrak etmişlik içinde, Rabbimizden diliyor ve dileniyoruz ki bizi o ruhla payidar eylesin.
İttifak ve vifakımızı bozmasın, bulandırmasın.
Birliğimizi bozmasın. Müslümanları birbirine sevdirsin.
İnanan insanlar arasında birlik ve beraberlik meydana getirsin.
Âmîn.
25 Temmuz 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir
52 Buhârî, farzu’l-humus 19; edeb 68; Müslim, zekât 44.
53 Buhârî, menâkıb 25, edeb 95, istitâbetü’l-mürteddîn 4; Müslim, zekât 148.
54 Buhârî, tefsir (7) 3.
55 İbn Ebî Şeybe, Musannef 7/545; Ebû Ya’lâ, Müsned, 2/29; Hâkim, el-Müstedrek, 3/413.