35. Azim ve Kararlılık
وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْناً وَاِذَا خَاطَـبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَاماً وَالَّذ۪ينَ يَب۪يتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّداً وَقِيَاماً وَالَّذ۪ينَ يَـقُولُونَ رَبَّـنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَقاِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَاماًق اِنَّهَا سَآءَتْ مُسْتَـقَرّاً وَمُقَاماً وَالَّذ۪ينَ اِذَٓا اَنْـفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَـقْتُـرُوا وَكَانَ بَـيْنَ ذٰلِكَ قَوَاماً وَالَّذ۪ينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللهِ اِلٰهاً اٰخَرَ وَلَا يَـقْتُلُونَ النَّـفْسَ الَّت۪ى حَرَّمَ اللهُ اِلَّا بِالْحَقِّ وَلَا يَـزْنُونَۚ وَمَنْ يَـفْعَلْ ذٰلِكَ يَلْقَ اَثَاماًۙ يُضَاعَفْ لَهُ الْعَذَابُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَيَخْلُدْ ف۪يه۪ مُهَاناًق اِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ عَمَلاً صَالِحاً فَاُوٓلٰئِكَ يُـبَدِّلُ اللهُ سَيِّــٔاَتِهِمْ حَسَنَاتٍۘ وَكَانَ اللهُ غَفُوراً رَح۪يماً
“Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selâmetle!” derler. Geceyi Rab’lerine secde ve kıyam ederek ibadetle geçirirler. Ey Ulu Rabbimiz, derler, cehennem azabını bizden uzaklaştır. Zira onun azabı tahammülü zor, ömür tüketen bir derttir. Ne kötü bir varış yeri ne fena bir yerleşim yeridir orası! Rahman’ın o has kulları, harcamalarında ne israf eder ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar. Onlar, Allah’la beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar. Allah’ın muhterem kıldığı bir canı haksız yere öldürmezler. Zina etmezler. Kim de bunları yaparsa günahının cezasını bulur. Kıyamette, o büyük duruşma gününde O’nun cezası katmerli olur ve azapta, zillet içinde ebedî kalır. Ancak şu var ki dönüş yapıp iman edenler, güzel ve makbul işler işleyenler bundan müstesnadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).” (Furkân Sûresi, 25/63-70)
Muhterem Müslümanlar!
Yeryüzüne Allah’ın halifesi olarak gelen insan, Allah’ın isimlerine ayinedârlık yapma vazifesiyle gelen insan, bu yeryüzüne düşüşü yükselmek için fırsat hâline getiren insan, fıtratının gayesi, hilkatinin neticesi miraçla Allah’a yükselmek olan insan, ağırlığı, vakarı, azmi ve kararlılığı nispetinde Allah’ın tevfik ve inayetiyle, şu dert dünyasından kurtulacak, burada yanmadan, kavrulmadan, tükenmeden kurtulacak ve ebedî bir varlık kazanacak, ebedî varlığın sırrına erecektir.
Azim ve kararlılık, insanımıza çok şey kazandıracaktır.
Rabbimiz’in lütufları karşısında, onun emirlerine göre bir vaziyet alıp azim ve kararlılık içinde bulunma…
Rabbimiz’in imtihanları karşısında azim ve kararlılık içinde bulunma…
Rabbimiz’den gelen musibetler karşısında azim ve kararlılık içinde bulunma…
Büyük bir davayı tekeffül edip omuzlarken onu sonuna kadar götürme azim ve kararlılığı içinde bulunma…
Allah (celle celâluhu), bize eltâf-ı sübhaniyesini, ilahî lütuflarını azim ve kararlılık içinde bulunmamıza göre lütfeyleyecektir. Diğer bir ifade ile
Dün başka türlü bugün başka türlü olan insanlar değil…
Dün başka şekilde bugün başka şekilde yaşayan insanlar değil…
Dünden bugüne, bugünden yarına değişmeyen, aynı çizgide, aynı müstakim hat üzerinde hareket eden ve bütün davranışlarında Muhammedî, azimli ve kararlı olan insan kendini kurtarmış demektir ve ancak kendini kurtaran insandır ki, başkalarını da kurtarabilir.
Kendini kurtaramamış bir insanın kurtarma adına yapacağı şeylerden başkalarına gelecek bir fayda da yoktur. Namazsız, niyazsız, ahlâksızlık içinde bulunan bir insandan kendi nefsine fayda gelmediği gibi başkalarına gelecek bir fayda da yoktur. Böylesi bir durumda meydana gelecek olan bir tek şey vardır, o da iç-dış farklılığıdır, yani nifaktır. İçinde mümin gibi görünme, bir kısım davranışlarında iman ve İslam istikametinde davranıyormuş gibi görünme…
Kendini aşamamış, nefsinin esiri ve mağlubu bu insanın kararsızlığı ve ciddiyetsizliği her tavır ve davranışından dökülecektir. Binaenaleyh böyle bir insanın kendi milletine ve kendi vatanına getireceği bir hayır yoktur.
Bir kurtarıcı bekliyorsanız bu, evvela arzularını aşmış, kendi nefsi için değil, milleti için yaşayan bir insan olmalıdır. Dünyaya sineğin kanadı ölçüsünde dahi değer vermeyecek kadar bu mevzuda centilmen, azimli ve kararlı durmalıdır. Hiçbir durumda tavrını ve vaziyetini değiştirmemelidir. Allah, kendisine nimet kapılarını açtığı, yığın yığın nimetleri başından aşağıya yağdırdığı zaman dahi vaziyetini değiştirmeyen, azim ve kararlılık içinde bulunan bu insan, şahsiyetiyle bütünleşmiş ve kendisini bulmuş demektir. Vaziyet değiştirmeyi düşünmez çünkü aradığını bulmuştur.
Maveraya dair perdeler kalksa, binlerce âlem sinema şeridi gibi kendisine gösterilse onun imanında bir değişiklik olmayacaktır. Çünkü o, kendisini bulmuş, çünkü nefsinin irfanına ermiştir. O pencereden Rabbin marifetine bakıyordur. Gönlü, Allah marifetiyle dolu bulunuyordur.
Azim ve kararlılık…
İnsanlığı kurtaracak tek şey azim ve kararlılıktır. Mümince davranışlar içinde bugün dünya karşısında mağlub olmuş insan kendisini de berbat etmiştir. Önünde koştuğu milletini de berbat etmiştir.
Azmi ve kararlılığı sayesinde… Bu mevzudaki mukavemeti, dayanıklık göstermesi sayesinde… Nefsini aşması sayesinde… Solmayan ve ölmeyen bir şeyi milletine hediye edecektir. Keza devirlerin değişmesine göre değişmeyen, aynı hislere mütercim olan, aynı hakikatlere aşina ve aynı hakikatleri dile getiren, Rabbinin bülbülü olmaya çalışan, Hazreti Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’ı anlatmaya çalışan, azimli ve kararlı insanlar milleti içine düştüğü çukurdan kurtaracaklardır.
Şayet bir kurtarıcı bekliyorsa bu milletin, ruhta ve manada, kalpte ve cesette, kendisini kurtaracak insanlara ihtiyacı vardır.
Bize huzurdan bahsetmeyin. Bize kendi huzurunuzu anlatın. Davranışlarınızla kendi huzurunuzu anlatın.
“Millete huzur getireceğiz.” demeyin. Kendi huzurunuz adına bize bir şey gösterin.
Millete doğruluktan ve istikametten bahsetmeyin. Doğruluk ve istikameti davranışlarınıza intikal ettirin.
Bize iffetli olduğunuzu söyleyin ve aynı zamanda hâl ve hareketlerinizle bizi buna inandırın. Namus mevzuunda hassas olduğunuzu söyleyin ve inandırın.
Şu âna kadar binbir çeşit yalan karşısında bin defa düşmüş, kalkmış; bin defa ümidi kırılmış bu milletin, bundan öte yeniden ümit vaat edilip de ümitlerin inkisara uğramasına tahammülü yoktur.
Sahabi ve tâbiîn anlayışı ile milletin karşısına çıkın.
Sahabi ve tâbiîn anlayışı içinde, tebe-i tâbiîn duruluğu, kalp safveti içinde millete ait meselelerin altına girin.
Yükseldiğiniz makamlardan istifade etmek suretiyle makamlar mansıplar tedarik etmeye kalkmayın. Zira bu, sizin ortaya atıldığınız davada yalancı olduğunuza delalet eder.
Yumuşak döşeğinizden fedakârlıkta bulunmadığınız zaman yalancı olduğunuza delalet eder.
Günde üç defa sofralar önünüze konup kalktığı müddetçe yalancı olduğunuza delalet eder. O zaman başınızdaki külahı –rica ederim– atın. Elinizdeki tesbihin bağını da koparın, dökülsün. Bize öyle görünmeyin. Zira şeytanın sırtında peygamber cübbesi çok çirkin görünür.
Sahabi gibi olun. O cübbeyi size Allah giydirsin. Tâbiîn gibi olun, o elbiseyi size Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) giydirsin.
Milletin artık sahtekârlığa, değişik tavırlara, azimsizliğe ve kararsızlığa tahammülü yoktur.
Bir yerlerde milletin kurtarılmasının felsefesini yapıyorsanız evvela kendinizi keşfetmeniz gerekir.
Nefsin marifetine ulaşınız… Geceniz var mı sizin, bize onu söyleyin. Seccadeniz alnınızı tanıyor mu sizin? Evinizin duvarları iniltinize şahit oldu mu acaba? Yoksa, rica ederim, bize yalan söylemeyin. Tarihe yalan söylemeyin. Millete yalan söylemeyin ve bu arenada sergilenen korkunç oyunları seyreden, duygularını kaybetmiş, kurtuluş bekleyen şu nesle yalan söylemeyin.
Âh u enininizle ummanlar dalgalansın ve çağlasın. Millete kurtuluş vaadinizi kalbinizden söyleyin. Kalbinizin olduğuna dair bizi ikna edin. Bir vicdan taşıdığınıza dair bizi ikna edin. İşte milletin beklediği budur.
Bu azim ve karalılık içinde olanlar, Allah’ın tevfik ve inayetiyle, bu tekerleği tümseğe çıkaracaklardır.
Yaptığı hizmetten dolayı hak iddiasında bulunmayanlar, vazifesini geçimine basamak yapmayanlar, yükselmek için halk içinde görünmeyenler, tavır ve davranışlarını değiştirmeyenler, makamdan ve mansıptan kaçanlar, kendilerine açılan lütuf ve nimet imkânlarına kapılarını kapayanlar, sırtlarını çevirenler, Resûl-i Ekrem gibi “Ümmetî, ümmetî!” diyenler, iniltilerinde daima bu tarz duru duygularla müteheyyiç olanlar…
İşte bunlar, millete kurtuluş vaat edebilirler. Bunlar, milletin elinden tutup onu içine düştüğü çukurdan çıkarabilirler. Millet de bunu böyle bilmeli, kendi kurtarıcısını böyle tanımalıdır. Bu millet, yakınlarına krediler çıkarıp fabrikalar açan insanları camide de görse onların samimiyetlerine inanmayacaktır.
Muhterem Müslümanlar!
Bin defa yıkılmış ve bin defa yarım yamalak tamir edilmiş bir millet olarak, o millet içinden çıkmış, yine bin defa kırık, bin defa dökük bir fert olarak, sizin namınıza size söylüyorum. Sizin namınıza bütün zamanlara sesleniyorum:
Nefsimizi behemehâl kurtarmak istiyorsak, bu milletin beklediği şeyi vermek istiyorsak gönül kadar ceset, ceset kadar gönül; iç kadar dış, dış kadar içe sahip olmamız gerekmektedir.
Bir Herkül kadar güce, bir Ömer kadar imana sahip bulunmamız lazımdır. Ebû Bekir gibi sıddıkiyete yükselmemiz lazımdır. Resûl-i Ekrem’in etrafında halkalanmamız lazımdır.
Diyoruz ki, öyle yapanlar meseleye sahip çıksınlar. Öyle yapmak isteyenler içimizde bulunsunlar, öyle yapmak isteyenler Resûl-i Ekrem’in cemaatinin içinde bulunsunlar.
Neye davet ediyoruz? Kime çağırıyoruz insanlığı? Neyin bayraktarlığını yapıyoruz? Elimizde bulunan, âfâk-ı âlemde gösterdiğimiz şey nedir?
İslam’dır, imandır, Kur’ân’dır. O, sahib-i Kur’ân, Hazreti Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Bunları gösteriyorsak onlar bir vadide, biz bir vadide olamayız!
“Ümmetime öyle bir zaman gelecektir ki camileri lebaleb dolduracaklar ancak içlerinde tek bir mümin olmayacak.”56
Zayıf dahi olsa bu hadis, insanı ürpertici mahiyettedir. Ara sıra yolu camiye uğrayacak fakat aslında kalbiyle gelmeyecek. Yine zayıf bir hadisin şu ürpertici mealine dikkatinizi çekiyorum:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki Kur’ân bir vadide, onlar başka bir vadide olacaklar.”57
Ümmetimin kendi kitaplarıyla alâkaları bulunmayacak.
Kur’ân, din diye sokaklara dökülenler, sağı solu kırıp geçirenler… Fakat bu arada secdesiz başlar, utanmayan yüzler, terlemeyen alınlar, kirli gönüller, paslı vicdanlar, Allah’la münasebeti olmayan, Allah’tan kopmuş, kopuk kimseler… Bunların insanlığa vaat edeceği, getirdiği ve getireceği bir şey yoktur.
Nefsimle beraber sizi sahabe ve tâbiîn olmaya çağırıyorum. Sahih hadiste Resûl-i Ekrem buyuruyor ki:
كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ
“Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.”58
Süt olursanız süt kaymağına sahip olursunuz; yoğurt olursanız yoğurt kaymağına sahip olursunuz. Taban ne ise tavan da odur. Temel ne ise kubbe de odur. Ben sizi sahabi olmaya çağırıyorum. İnsanlığın belli bir döneminde büyük davanın sahibi sahabi olmuştur. Ve üç asırdan beri yıkılan, maddesiyle manasıyla harap ve derbeder olan Müslümanlar, yeniden ayakları üzerine doğrulmayı düşünüyorlarsa ancak sahabe olarak doğrulacaklardır, ancak tâbiîn olarak doğrulacaklardır.
Camideki cemaat, evindeki debdebeden rahatsız olmalı. Geceyi fasılasız uyumasından rahatsız olmalı. Namazı aksatmasından rahatsız olmalı. Namazı aksatıp da rahatsız olmamasından rahatsız olmalı…
Camideki cemaate sesleniyorum:
Camideki cemaat Muhammedî ise iş tamamdır. Camideki cemaat Kur’ânî ise iş tamamdır. Direğin dibinde oturup da uyuklayan, Rabbin huzurunda dahi davranışını ayarlayamayan insan, elinden tesbihi düşürmese, çenesinden sakalı atmasa dahi şeytandan paçayı kurtaramamış demektir.
Şurada Rabbin huzurunda dahi, bana çok iştiyakı olan seccademin yanında dahi ben bende değilsem nerede ben benimle beraber olacağım? Ben Rabbimle değilsem nerede Rabbimle olacağım?
Öyleyse camideki cemaat! Sizi camiye davet ediyorum, sizi mihraba bakmaya davet ediyorum, sizi minbere teveccühe davet ediyorum! Sizedir davetim. Hazreti Muhammed’e yeniden müteveccih olun Bu teveccüh içinde Kur’ân’ı bulun ve sonra Allah’a vâsıl olun. Allah yardımcınız olsun. Allah, şu zikzaklı yollardan, inhiraflardan muhafaza buyursun, tarik-i müstakime hidayet eylesin.
Âmîn.
15 Ekim 1976, Menemen
56 el-Hâkim, el-Müstedrek 4/489.
57 el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 4/98.
58 el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/22; el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb1/336.