36. Yüce Himmetli Olma

اِعْلَمُوٓا اَنَّمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْــيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَز۪ينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَــيْـنَـكُمْ وَتَـكَاثُـرٌ فِى الْاَمْوَالِ وَالْاَوْلَادِۘ

“İyi bilin ki (âhirete yer vermeyen) dünya hayatı ancak bir oyun, bir oyalanma ve bir süsten ibarettir. Kendi aranızda karşılıklı övünme, mal ve nesli çoğaltma yarışıdır.” (Hadîd Sûresi, 57/20)

Muhterem Müslümanlar!

İnsan himmetini âlî tutmalı. Yüksek hedeflere ulaşmak için sarf edilmek üzere verilmiş kabiliyetini, istidat ve duygularını ehemmiyetsiz şeyler istikametinde sarf etmemeli, boşu boşuna bâd-i hevâ sa’y edip çırpınmamalı. Onun bütün çırpınışları, direnişleri, sa’y ve gayreti kendisine çok büyük semereleri getirecek mahiyette olmalı.

Bütün dünya ona verilse de gamının-kederinin gitmemesi veya bütün dünyanın hâkimi olsa dahi tatmin olamaması gösteriyor ki insan, bizzat dünya için yaratılmamıştır.

İnsanın dünyada hangi güzel şeye, hangi kıymetli şeye bağlansa onunla tatmin olmayışı gösteriyor ki insan bizzat dünya için yaratılmamıştır.

İnsan, evvelen ve bizzat, asıl olarak Allah’ı tanımak, O’na iman edip gönlüne O’nu oturtmak, O’nunla huzura kavuşmak ve O’nun rızasına ulaşmak için yaratılmış; saniyen ve bi’l-araz yani ikinci derecede ve dolaylı olarak dünya için yaratılmıştır.

Dünyanın Allah’tan ötürü, Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin cilvesi olduğundan ötürü, âhireti bize kazandırdığından, onun tarlası olduğundan ötürü bir kıymeti vardır.

Müslüman olarak izzet ve haysiyetimizi burada, Cenab-ı Hakk’ın ihsan edeceği şeylerle koruyup muhafaza etmemiz ve bu hususta çırpınmamız, bu hususta sa’y u gayrette bulunmamız ve Cenab-ı Hakk’ın da bu sa’y u gayretlerimize kıymet verip onlara karşılık vermesinden ötürü bir kıymeti vardır.

Bunun dışında dünyanın kendine ait bir kıymeti, bir ehemmiyeti yoktur.

Onun kıymeti zâtî, kendine ait, kendinden kaynaklanan değil, izâfîdir, görecelidir, Allah’ın rızasına ve âhirete bakar.

Öyleyse mümin, himmetini âlî tutacak, yüksek hedeflerin peşinde koşacaktır. Böylece o, himmeti nispetinde büyük görünecektir. Himmetinin büyüklüğü nispetinde de tek başına bir millet hâline gelecektir. İnsanın kıymeti, himmeti nispetindedir; kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.

İnsanın kıymeti himmeti nisbetindedir; insanın değerini hedefleri belirler. Eğer kıymet kazanmak istiyorsanız himmetinizi yüksek tutun. Himmetiniz yüce ise tek başınıza bir milletsiniz demektir. İşte bu hususa parmak basan bir sözde şöyle denir:

مَوْتُ الْعَالِمِ مَوْتُ الْعَالَمِ

Gerçek âlim Allah’ı bilen, gerçek âlim eşya ile insan münasebetini bilen, gerçek âlim kâinatın yaratılışındaki esrarı bilen, gerçek âlim kâinattaki yerini bilen insandır. İşte bu âlimin ölümü âlemin ölümüdür. Böylesine bir idrake sahip bir insanın ölümü, bütün insanların ölümü kadar acıdır ve o, bütün insanlık için büyük bir kayıptır.

Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.

Bu âlimin himmeti milletidir. O’nun için onun ölümü, bütün bir milletin ölümü sayılır; böyle bir insanın zuhuru da bütün bir milletin yeniden hayata kavuşması, var olması ve bilinmesi demektir.

Öyleyse ey müminler, himmetinizi çok yüce tutun. Ayaklarınızın altında olan şeylere himmetinizi sarf etmeyin. Himmetinizi başınızdan aşkın meselelere ulaşmak için sarf edin. Allah’ın rıza ve rıdvanından başka şey sizi tatmin etmez, onu kazanmaya; bunun dışında kalan, dünyaya ait şeyleri O’nun rıza ve rıdvanına ulaşmak için alet ve vasıta yapmaya çalışın. Alet ve vasıta olarak dünyaya hâkim olma, ona sahip olmada mahzur yoktur hatta belki sevaptır, isabetlidir, Allah’ı memnun edecek bir şeydir.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususta da bize yol göstermiş, meseleyi açıklığa kavuşturmuştur. Dünyanın bütün malı mülkü İslam diyarına, Mekke’ye, Medine’ye, Taif’e akarken Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları alır, milletin ihyasına, onun ayağa kalkıp yeniden dirilmesine sarf ederdi. Bu temiz düşünce, bu dupduru anlayış, bu sağlam ve köklü kanaat, bu âhiret endeksli hesap ve plan, ashâbına da intikal etmişti. Öyle ki onlar da dünya hakkında başka şey düşünmezlerdi.

Herkesin bildiği üzere Hazreti Ebû Bekir, iki buçuk senelik hilafeti esnasında dünyaya asla meyletmemiş, peygamberlerden sonra gelen nadide bir insandı. Hazreti Ömer devrinde yaşanan inkişaf ve gelişmelerin arkasında Hazreti Ebû Bekir’in icraatlarının yattığını söyleyen tarih felsefesi yazarları vardır.

Öyle ki, sağlam ve disiplinli bir ordu, sağlam ve disiplinli bir millet, alabildiğine teslimiyet, bütün bunlar Hazreti Ebû Bekir’in elinde, evinde ve onun icrası içinde yer almıştır. Ondan sonra Hazreti Ömer gelmiş ve Cenab-ı Hak, Ebû Bekir’in attığı temeller üzerinde cihanın fethini Ömer’e müyesser kılmış, ona nasip etmiştir.

Bu büyük insanlar dünyadan nasıl istifade edilmesi gerekiyorsa öyle istifade etmişlerdir. Dünyaya hâkim olmuşlar, imparatorlukları dize getirmişler ama nefislerinin karşısında, şehevanî duygularının karşısında, behimî hislerinin karşısında yıkılmaz bir âbide gibi daima dimdik durmasını bilmişlerdir.

İnsan nefsine hâkim olursa, emir olursa âlem ona esir olur. Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) izafe edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Kim hevasını esir ederse o emîr olur, cihana hâkim olur. Kim de hevasına esir olur, nefsine söz dinletemezse o da âleme esir olur.”

Zeyd b. Erkam anlatıyor: “Bir iftar vakti Halife Ebû Bekir ile oturuyorduk. Orucunu açması için bir bardak soğuk su getirdiler. Su, halifenin huzuruna gelir gelmez birdenbire halifeyi bir ağlama hıçkırığı tuttu. Bir türlü kendine gelemiyordu ki soralım. ‘Ey Allah’ın peygamberinin halifesi, derdin nedir bize anlat!’ dedik.

Yüzünü eliyle okşuyor, sıvazlıyor, tekrar bir daha dalıyor ve ağlıyordu. Neden sonra kendine geldi ve dedi ki:

Bir gün Resûl-i Ekrem’in huzurunda oturuyordum. Bir aralık Resûlullah, ellerini öne doğru uzattı, bir şeyleri kabul etmiyor, itiyor gibi yapmaya başladı. Bir taraftan da şöyle diyordu: اِلَيْكِ عَنِّي اِلَيْكِ عَنِّي “Git, istemiyorum seni, benden uzaklaş.” Ben, dayanamayıp bu hareketinin sebebini sorunca O, şöyle buyurdu: ‘Bir aralık dünya karşımda temessül etti. Bütün zinet ve debdebesiyle temessül etti. Kendini bana kabul ettirmek, üzerimde hâkim olmak istedi. Ben, ‘Git benimle uğraşma! Benim üzerimde hâkimiyet kuramazsın.’ dedim. O geriye çekildi ve şöyle dedi: ‘Sen benden kurtuldun ama senden sonra gelenler benden kurtulamayacaklar.’ İşte dünyadan kurtulamayanlardan birinin de ben olmamdan korktuğum için ağlıyorum.’”59

Dünya, Allah Resûlü’nün karşısında maksudun bizzat olarak kendisini kabul ettirmek için temessül ediyor. Senin her şeyin ben olayım, diyor. Ehl-i dünyaya kabul ettirdiği, onları kendisine kul yaptığı, Allah’ı, Resûlullah’ı ve Kur’ân’ı unutturduğu gibi Cihanın Efendisi’ne de kendisini böyle takdim ediyor. Allah Resûlü’nün nazarında dünyanın, sineğin kanadı kadar kıymeti yoktur. Dünyanın O’na tesir etmesi düşünülemez. O, bu mevzuda denge unsurudur.

Onun Ebû Bekir’e tesir etmesi de düşünülemez. Zira o da O’nun sadık yâridir; Sıddîk-i Ekber’dir. Oysa o dahi buna rağmen, “Ya dünya bana galebe çaldı ise!” diye kendisinden endişe ediyordu. Gerçek bir müminin, neye hâkim olur, neye sahip olursa olsun dünya karşısındaki kanaatı daima aynı olacaktır. Dünyanın kendisini kabul ettirdiği kimselerin bizler olduğu muhakkaktır.

Aynı minvalde başka bir misal, Habbab b. Eret’tir. Habbab önceden bir köleydi, fakat Allah Resûlü’nün nezdinde yüce bir payeye yükselmişti. Mus’ab gibi sahabe-i kiramın büyüklerini yetiştirmiş, büyük bir muallimdi. Mekke’de müşriklerin ağır işkencelerine maruz kalmıştı. Başta Bedir olmak üzere bütün gazvelere iştirak etmiş ve vücudunda, sayılamayacak kadar yara ve işkence izi vardı. Müslüman oldu diye efendisinin kapısında her gün demirleri kızdırıp vücuduna basıyorlardı. Yaşadıklarından dolayı şöyle derdi: “Vallahi eğer Resûl-i Ekrem ölümü istemenin mahzurlu olduğunu söylemeseydi ben ölümü temenni edecektim!”

Hazreti Ömer der ki: “Bir gün Habbab’ı gördüm. Sırtında neredeyse omuriliği görünüyordu. Sordum ki, ‘Habbab bu nedir?’ ‘Vallahi Ey Ömer, ben Müslümanların yedincisiyim. Sahibim beni bir hasıra sarar ve tutuştururdu. Vücudumdan çıkan sularla ancak hasır sönerdi. İşte bu yaralar o günlerden kalmadır.’ dedi.” Dünyanın en büyük çilesini çekmiş, İslam’ın yücelmesi, yükselmesi uğrunda her şeye katlanmıştı Habbab.

Evinde bir kefeni vardı, ona sarılabilecek, kabre onunla girebilecekti. Üç beş kuruş da parası vardı, emir bulunduğu yerde bu kadar para biriktirmişti. Bunlar aklına geldikçe hayıflanır, şöyle der, endişesini izhar ederdi: “Mus’ab benden çok şerefliydi, çok hayırlıydı. Aslında onun rüşdüne ben vesile oldum, fakat o beni geçti. Zira vefat ettiğinde onu sarabileceğimiz bir kefen bulamamıştık. Mus’ab, İslam’ın temel harcını atarken, Allah Resûlü’nün önünde koşarken, bütün güzelliğini, gençliğini, servetini, delikanlılığını, her şeyini sarf edip kefensiz bir şekilde giderken ben şimdi istediğim her şeye sahip olabiliyorum.”

Elbette dünyevî imkânlar olmalı fakat bunlar insanın üzerinde hâkimiyet kurmamalıdır. Bizi meşgul edecek, günde beş defa camiye, cemaate gelmeden alıkoyacak dünya yerin dibine batsın!

Cuma günü bizi camiye gelmeden alıkoyacak dünya yerin dibine batsın! Beş vakit namazda, Allah’ın azameti karşısında, yüzümüzü yere koyup aczimizi, fakrımızı itiraf etmemize mâni olacak dünya yerin dibine batsın!

İdarecileri şirazeden çıkaran, milleti mahveden, kadını ayrı erkeği ayrı şekilde yoldan çıkaran, zinetiyle, debdebesiyle, oyunu ve eğlencesiyle insanı aldatan dünya yerin dibine batsın!

Müminin böyle bir dünyası olmamalı. Biz, işte bu dünyanın karşısındayız. Yoksa mümin, âhiret işlerinin üstesinden gelebildiği, onlara hâkim olabildiği gibi dünya işlerini de rahatlıkla becerir.

Hazreti Ömer gibi dünyaya hâkim olmuş bir mert göstersinler, Sıddîk-i Ekber gibi bir yiğit göstersinler ve bizim ecdadımızdan gerçekten imanı ruhlarına sindirmiş büyüklerimiz gibi mert göstersinler… Onlar, dünyaya da ukbaya da hâkim olmuştu.

Dünyanın da ukbanını da zimamı Allah’ın elindedir. Zimamı Allah’a veren, dünyaya da ukbaya da hâkim olur ve işte o zaman gerçek müminin büyüklüğü görünür, o zaman himmeti milleti olan fertler bütün büyüklüğü ile tezahür eder. İşte himmetinizi böylesine âlî tutun ve böylesine büyük olmaya çalışın. Dünyaya karşı büyük olmaya çalışın. Dünyaya ehemmiyet vermemek suretiyle büyük olmaya çalışın. Tâ ki Mele-i A’lâ’nın sakinleri sizi ansın. Tâ ki Cenab-ı Hak, sizi rahmetle ve gufranla ansın. Tâ ki Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) sizi şefaatle ansın.

وَمَا الْحَـيٰـوةُ الدُّنْــيَآ اِلَّا مَـتَاعُ الْغُرُورِ

Dünya hayatı, insanı aldatan bir metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/185)

Aldanmayın dünya metaına! Gelip geçici şeylere aldanmayın! Ufkunuzda asla batmayan, cilvelerini her daim hissettiğiniz o ebedî güneşe bağlanın, Allah’a müteveccih olun. Tâ dünyanızı ve âhiretinizi bu surette mamur edesiniz.

Cenab-ı Vacibü’l-Vücud ve Tekaddes Hazretleri insanlığı, bu şuur ve bu anlayış içinde ihya eylesin. Asırların yüzünü güldüren, bütün insanlığa insanlık dersi veren gerçek Müslümanları Allah yeniden ihya eylesin. İslam’ı kalbinde ihya etmekle ihya eylesin. Lehviyattan, oyundan, eğlenceden, zinet ve debdebeye bağlanıp aldanmaktan bizleri muhafaza buyursun.

Âmîn.

19 Nisan 1974, Alemizade Sırönü Camii, Edremit


59 el-Bezzâr, el-Müsned 1/106, 196; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/344; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 7/343, 345.

-+=
Scroll to Top