38. Kendimizi Bulma
اَلَّذ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَـكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَـزَادَهُمْ ا۪يمَاناًقوَقَـالُوا حَسْبُـنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
“Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun.’ dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/173)
Muhterem Müslümanlar!
Her şeyi Allah’ın koyduğu yere koymak, adalet ve istikamet içinde bulunmanın ifadesidir. Allah’ın koyduğu yerlerin dışına koymak ve onun dışında kullanmak ise zulmün ve haksızlığın ifadesidir.
Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de genel olarak insana ve insanların kendi aralarındaki sınıflara yer ayırmış ve bu konuda yol göstermiştir. İslam, herkesin ve her şeyin yerli yerince olmasını dilemiştir. Binaenaleyh Allah’ın istediği istikamette davranma; adaletin, hakkaniyetin, dürüst yaşamanın ifadesidir ve Cennet’e gideceklerin yolu ve yordamıdır.
Allah’ın gösterdiği istikametin dışında yol alma ise haksızlığın, zulmün ve Allah’a karşı gelmenin ifadesidir.
Cenab-ı Hak bizi nasıl istiyor, himayemizde bulunan kimseleri nasıl istiyor, işlerini evirip çevireceğimiz kimseleri nasıl istiyor… Bütün bunları Allah’ın istediği istikamette yapmak Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmaya vesile olur. Bütün bunlarda Cenab-ı Hakk’ın emirlerine zıt davranış içinde bulunma, bizi dünyada da âhirette de hüsrana mahkûm eder.
Allah, insanı nasıl istiyor, müminin mümine karşı nasıl bir vaziyet takınmasını istiyor, himayesinde olan kimselere karşı nasıl davranmasını istiyor… İşte mümin, bütün bu istekler karşısında kendi şuuruyla kendini bulacaktır. Kendini bulma en mühim meseledir. Kendini bulmaya göre istikamet üzere yaşamaya başlayacak, kendini bulmanın ışığı altında işlerini yapmaya çalışacaktır. Bir insanın, Allah’ın emir ve iradesine uymadan kendisini bulmasına da imkân yoktur.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi arkasında gelişigüzel, dağınık bir cemaatin vücuda gelmesini hiç arzu etmiyordu. O, yapacağı şeyleri çok iyi bilen kimselerden bir cemaat teşekkül etsin istiyordu. Bunun anahtarı ise “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” hakikatinin kalbe söylettirilmesi, ruhta işletilerek kabul edilip benimsenmesiydi.
Onun için görüyoruz, harbe giderken insanlar arkasından koşuyor ve diyordu ki: “Ey Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)! Müsaade edersen ben de katılayım. Seninle beraber bu cihada ben de iştirak edeyim.” O ise, “Sen ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlulluh’ diyor musun?” diye soruyordu. Aksi takdirde onu orduya kabul etmiyordu. Zira cemaatin içine girecek kimse esasen “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah”ın manasını bilmeli, onu anlayıp kalbine koymalıydı. Böyle olmayan bir insanın kendini bulmasına ve bilmesine imkân yoktur.
Kendini bulan insanla iş yapmak rahattır. Zira kendini bulan bir insan ölümden korkmaz. Kendini bulan bir insan, üzerine yüklenen vazifeyi, hatta o vazifenin en küçüğünü bile hassasiyet ve titizlikle yerine getirir. Ama kendini bulamamış bir insanın sırtına Cennet’i yükleseniz, cehennemin içinde bile onu sırtından atar, sonuna kadar taşımaz. Allah Resûlü’nün etrafındaki herkes kendini bulmuştu. Asrımızın kendini kaybetmiş insanının bunu anlaması çok zordur.
Kendi kendine çekidüzen verme, âmir olan Allah’ın emirleri karşısında hiçbir kanunî müeyyideye ihtiyaç duymadan doğrudan doğruya hizaya girme… İnsanlara karşı dışardaki tavrı içte de yorganın altında da hiç kimsenin olmadığı çölde de devam ettirme…
Toplum içinde utanıp sakındığı fenalıkları tek başına kaldığı zaman da aynı hassasiyet ve aynı titizlikle yapmama, iyiliklere sımsıkı sarılma, fenalıklardan da fersah fersah uzak durma… Bunlar, kendini bulmuş insanın davranışlarıdır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),
اَللَّهُمَّ اجْعَلْ سَرِيرَتِي خَيْرًا مِنْ عَلَانِيَتِي وَاجْعَلْ عَلَانِيَتِي صَالِحَةً
“Allah’ım! Gizli hâllerimi, görünen hâlimden daha hayırlı yap ve görünen hâlimi de ıslah eyle.”61 buyuruyor.
Böylesine dışla iç arasındaki zıtlık kalktığı; iç ve dış birliğine ulaşıldığı zaman insan kendini bulmuş demektir.
O zaman insanın tek başına kalması ile insanların içinde olması fark etmeyecektir. Yalnız olduğu zamanlarda ibadetlerinde gösterdiği hassasiyet ve titizlik ile insanların içinde gösterdiği hassasiyet ve titizlik aynı olacaktır. İki farklı ruh taşımaktan kurtulacak, bir ruh taşıyacak, bir anlayış içinde bulunacaktır. İşte o zaman her mesele gayet kolay olur. İşte o cemaat cihanı fetheder. İşte o cemaat, Allah’ın onlara kazandırdığı izzetle İslam’ın aziz olduğunu bütün âleme duyurur. Bununla beraber kendini bulamamış, sürekli karşılarına yaptırımlarla çıkıp ihtarlarla, “Dur, öyle gitme, orası yanlış, burası doğru!” demek zorunda kalacağın bir cemaat ağır işleri yapamaz, büyük işlerin altından kalkamaz.
Kendini bulmayla ilgili Allah Resûlü’nün Süheyb hakkında söylediği şu söz ne güzeldir: “Süheyb ne güzel kuldur; Allah’tan korkmasaydı bile yine de isyan etmezdi!”62
Allah Resûlü, bu sözüyle yukarıda bahsettiğimiz hususa dikkatlerimizi çekiyor. O, gizlisi açığı bir olmanın sırrına ermiş, iki türlü yaşamadan kurtulmuş, gizli ve açık birliğine ulaşmıştır.
Allah’ın Resûlü bizzat kendisi için “Allah’ım, gizlimi açığımdan daha iyi yap!” derse biz nasıl demeli, nasıl düşünmeliyiz, onu insaflıların insafına bırakıyoruz.
Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), saadet hücresinde dinlenmektedir. Mescidin bir köşesinde birbirleriyle münakaşa eden iki sahabinin sesini işitir. Her devirde insanlar arasında olagelen şeylerdendir ve gayet normaldir ama kendini bulmuş bir insana bakın ki nasıl hizaya geliyor.
Bunlardan bir tanesi Uhud kahramanlarından ve Tebük hâdisesinde de geriye kalan, Kur’ân’ın tabiriyle “Muhallefîn”den olan Ka’b b. Mâlik’tir. Diğeri de yine çok şerefli bir sahabidir. Aralarında cereyan eden bir alışverişten ötürü tartışmaktadırlar. Ka’b alacaklı, diğeri de verecekli konumdadır.
Allah Resûlü, saadet hücresinde bir müddet bu münakaşayı dinler ve biraz sonra da Ka’b’ın ifadesiyle perdeyi kaldırır, mübarek başını uzatır ve Ka’b’a seslenir:
– Ey Ka’b!
– Lebbeyk yâ Resûlallah! Emret ey Allah’ın Resûlü!
Onlardan birisi muhakkak daha insaflıydı. Onun için Allah Resûlü Ka’b’a seslendi. Bu gibi meselelerde bizim için bir düstur, bir kaidedir; daima aklı başında olana, insaflı olana hitap edilir, diğeri haklı görülür, böylece münakaşa kökünden halledilmiş olur.
Resûlullah buyurur:
– Ey Ka’b! Sen borcunun bir kısmından vazgeç. Bir taraftan da yarısından vazgeçmesi için eliyle Ka’b’a işarette bulunmaktadır.
Allah Resûlü der de Ka’b yapmaz mı?
Biraz sonra borçlu kimse kendisine terettüp eden miktarı öder. İkisi de boyun eğerek Allah Resûlü’nün huzuruna gelir.
Kendini bulmuş insan için tatbiki istenen meseleleri yerine getirmek o kadar kolaydır ki Allah Resûlü’nün bir tek sözü kâfi gelir. Bununla beraber karşıdaki insan inatçı olsaydı Allah Resûlü’ne karşı gelecekti. Bu işin edebini, erkânını öğrenememiş kişi, huzurun edebini bilemeyecek ve hatası hem kendini hem de yakınlarını etkileyecekti.
Evet, işte bu huzurun ebedini öğrenmiş, kendini bulmuş kimseler büyük işleri az bir güçle yapar, Allah’ın tevfikiyle umulmadık yerde Cenab-ı Hakk’ın yaratacağı muvaffakiyetlere, muzafferiyetlere mazhar olurlar.
Meselemiz budur bizim: Kendimizi bulmak, sonuna kadar inanmak, tir tir titremek, Cenab-ı Hakk’ın bize teveccüh eden emirlerini ve fermanlarını alır almaz ânında ve harfiyen yerine getirmek…
Bu ruh ve bu şuura sahip olursak her mesele çabucak halledilir. Bu ruhtan uzaklaşıldıkça bu milletin başına Hazreti Ömer’i de getirseniz netice değişmeyecektir. Resûl-i Ekrem de gelse evvela bu ruhu tesis etmeye çalışacaktır. Diğer meseleler ondan sonra gelir.
Kendini bulmuş insanlardan biri de Bedir ashâbından Ebû’l-Yeser’dir. Bedir ashâbı, Hülefa-i Raşidin veya Aşere-i Mübeşşere gibi olmasa da sahabe-i kiram arasında önemli bir yeri haizdir. Allah Resûlü, Bedir ashâbı hakkında yapılan eleştiriler karşısında, “Ne biliyorsunuz, belki Bedir’de bulunanların bütün günahlarını Allah affedecektir?” buyurmuştur. Ebû’l-Yeser de bu kıymetlilerden biriydi. Her nasılsa bir gün nefsine uymuş ve bir hata etmişti.
Bir bakış, bir öpme, bir lokma bazen insanı batırıverir. İnsanda bazı latifeler vardır ki bu küçücük şeylerden biriyle bir kere yıkıldı mı bir daha da doğrulamaz, Allah muhafaza buyursun.
Kendini bulmuş mümin, bataklıkta geziyor gibi ayağını yere hassas basar.
Esasında Ebû’l-Yeser hayatını bu hassasiyet içinde yaşamış, ama her nasılsa bu hâdisede bir anlık nefsine yenilivermiş; ne var ki bir müddet sonra içi içine sığmaz hâle gelmişti. Affedemiyordu kendisini. Gitti, gizlice Hazreti Ebû Bekir’in kapısını çaldı ve meseleyi ona anlattı. Dedi ki: “Ben böyle bir hata yaptım, ne olacak şimdi benim hâlim? Allah’tan başka kimse bilmiyor bunu.” Kendini bulmuş insanın gizlisi açığı birdir. Hazreti Ebû Bekir ona, bu meseleyi içinde tutmasını, kimseye anlatmamasını tavsiye etse de bu tavsiyeler onun kalbine su serpecek mahiyette değildi.
Bu hususta kılı kırk yaracak âdil bir insana, Ömer’e gidip sorayım, diye karar verdi. Gitti, Ömer’in kapısını çaldı. Ondan da benzer tavsiyeleri işitti. Ömer de “Bu meseleyi kimseye açma, kendini rüsvay etme, Allah affeder.” diyordu.
Ebû’l-Yeser şerefli bir sahabiydi ve Allah Resûlü’nün de sevdiklerindendi. O yine de kendisini affedemiyordu. Sonunda karar verdi, mescide gitti. Resûl-i Ekrem orada oturuyordu, yalnızdı, O’nun yanına sokuldu, yüzüne bakamıyordu. Derin bir kalb ızdırabı, derin bir tahassür içinde meseleyi O’na anlattı. Aradan dakikalar geçti. Allah Resûlü başı aşağıda hep sessiz duruyordu. Başını kaldırıp da ona iyi ya da kötü herhangi bir şey söylemedi. Ebû’l-Yeser’in içini bir ümitsizlik kaplamaya başladı; “Acaba Resûl-i Ekrem beni kabul etmeyecek mi? Acaba bu mesele beni batırdı mı?” diye düşünüyordu.
Biraz sonra vahyin Resûl-i Ekrem’e geldiği sıradaki ağırlık hissedildi. Vahiy indikten sonra Resûl-i Ekrem tebessüm etmekteydi. Şu âyeti tilavet etti:
وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ طَرَفَىِ النَّهَارِ وَزُلَفاً مِنَ الَّيْلِۘ اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّــٔاَتِۘ ذٰلِكَ ذِكْرٰى لِلذَّاكِر۪ينَۚ
“Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Zira iyilikler kötülükleri siler, giderir. Bu, düşünüp ibret alanlara bir nasihattir.” (Hûd Sûresi, 11/114)
Gündüzün iki tarafında ve bir parça da gece Allah’a ibadet edin, namazlarınızı kılın. Bu beş vakit namaz, sizin yaptığınız küçük günahlara kefarettir. Allah hasenatı, iyilikleri seyyiata, günahlara, kötülüklere kefaret yapar. İyiliklerinizle kötülüklerinizi yıkar ve kötülüklerinizi iyiliklere çevirir. Şer yapma ve günah işleme kabiliyetinizi hayır yapma kabiliyetine inkılap ettirir.
Ebu’l-Yeser sevinçle, “Yâ Resûlallah, bu hüküm sadece bana mı aittir?” diye sordu. Allah Resûlü, “Ümmetimin hepsi bu hükümden istifade eder.” buyurdu ve devam etti: “Beş vakit namazı huzurla eda ediyorlarsa, gece ve gündüz namaz kılıyorlarsa, yanlarına uğrayan melekler onları sürekli benim huzurumda buluyorsa bu hükümden hepsi faydalanabilir.”
Cenab-ı Hak bizi de o halkaya dâhil buyursun, ondan istifadeye muvaffak eylesin.
Kendini bulmuş mümin, düştüğü yerden kalkmasını bilir.
Kendini bulmuş, bilmiş mümin düştüğü yerde müracaat edeceği yeri bilir.
Kendini bulmuş mümin, hayatta birliğe ulaşmış kimsedir, o dual yaşamaz, gecesi nasılsa gündüzü de öyledir onun. Binaenaleyh يَوْمَ تُـبْلَى السَّرَٓائِرُ yüzünü kızartacak, kendisini mahcup edecek bir şeyi yoktur onun.
يَو??مَ تُـبْلَى السَّرَٓائِرُۙ فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍۘ
O gün bütün sırlar defter defter, safha safha, sayfa sayfa ortaya dökülecek, kiminin, yüzünü kızartacak nice gizli şeyler saçılacaktır. Mümin, şuuruyla, idrakiyle böylesine bir hassasiyetle yaşamışsa, iki türlü yaşamadan kurtulmuşsa, Allah’ın tevfik ve inayetiyle, onun yüzünü orada kızartacak, kendisini mahcup edecek bir durum hâsıl olmayacaktır. Cenab-ı Hak enerjimizi bu noktaya harcamaya bizleri muvaffak etsin.
Âmîn.
22 Şubat 1974, Alemizade Sırönü Camii, Edremit
61 Tirmizî, daavât 124; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/104.
62 Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 2/74; es-Suyûtî, et-Tedrîbü’r-râvî 2/175; Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-merfûa s.372.