4. Dünya – Âhiret Dengesi

كُلُّ نَـفْسٍ ذَٓائِـقَةُ الْمَوْتِۘ وَاِنَّمَا تُـوَفَّوْنَ اُجُورَكُمْ يَـوْمَ الْقِيٰمَةِۘ فَمَنْ زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَاُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَـقَـدْ فَازَۘ وَمَا الْحَـيٰـوةُ الدُّنْــيَآ اِلَّا مَـتَاعُ الْغُرُورِ

“Herkes ölümü tadacaktır; yaptıklarınızın karşılığı size eksiksiz olarak kıyamet gününde verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılır da cennete konursa o artık kurtulmuştur. Dünya hayatı zaten aldatıcı şeylerden ibarettir.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/185)

Muhterem Müslümanlar!

Geçici olarak bulunduğumuz bu dünyada sırtımızda geçici olarak taşıdığımız bir emanet vardır. Elimizde olmayarak buraya geldik ve bu emaneti sırtımızda bulduk. Gençliğimiz elden gittiğinde, sıhhatimiz bozulduğunda bunların hep birer emanet olduğunu anlıyoruz. Bir gün gelecek, bu emanetlerin hepsini kaybedeceğiz. Bizden evvel gelip gidenler gibi biz de başımıza dikilmiş bir taşın altında.. İşte o kadarcık bir izle mevcudiyetimizi göstereceğiz. Belki gün gelecek, o taş da kaybolacak ve meçhule karışacağız ve unutulacağız, zamanla zihinlerden büsbütün silinip gideceğiz.

Kâinatta silinmeyen, unutulmayan bir iz bırakmak lazım. Öyle bir ün salmak lazımdır ki arşı çınlatsın. Feleği, semeği mevcelendirsin. Kıyamete ve daha ötesine kadar silinmeden, daimî bir iz olarak kalsın. Bu, bir fâni için elde edilebilecek en mukaddes şey olacaktır. Dünyada her yönüyle fâni olan insan, ancak bu şekilde bekâya mazhar olabilir, ancak bu yolla daima hafızalarda kalabilir.

Aklını kaybetmemiş, vicdanındaki bekâ arzu ve hissini dinleyebilen bir insan için bu mevzuda başka türlü düşünmek mümkün değildir. Bekâ için yaratılan, bekâya namzet olan insan bâki olmanın yollarını araştıracak, bulacak ve onu tahakkuk ettirmeye çalışacaktır.

Bu fâni âlemde bekâya ulaşmanın yolu, hayatı istihkâr edip hafife almaya bağlıdır. Bize sunulan hayat, gençlik ve sıhhat gibi emanetleri Bâki-i Hakiki olan Hazreti Allah’ın yolunda kullanmak suretiyle bâki kılmaya bağlıdır.

Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şu fâni âlemde verdiklerini bâkileştirme imkânlarını bizlere lütfeylesin.

Hafızalarımızda ve kalplerimizde birer şeref levhası hâlinde mevcudiyetini devam ettirenler, samimi ve fedakârca yaşayan, dünyaya ait şeyleri hafife alanlardır. Hafızalarda ilelebet yaşamayı düşünüyorsanız yolunuzu ve yaşayacağınız hayatı tayin etme mecburiyetindesiniz. Fâni olmaya, tükenmeye, bitmeye razıysanız olduğunuz gibi kalabilir, fâni zevklerin içinde yaşayabilirsiniz.

Muhterem Müslümanlar!

Sizlere, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in işaret ettiği ufku göstermek ve bu uğurda hayatı hafife alıp canını seve seve feda eden insanlardan örnekler vermek istiyorum.

23 sene gibi kısa bir zamanda İslam’ı, insanlığın başına bir taç gibi koyan o cemaatteki gücün ve kuvvetin sırrı ne idi?

Nasıl oluyor da elimizde bulunan o kadar imkâna rağmen senelerdir başaramadığımız ve hâlâ da başarma ümidini elde edemediğimiz meseleyi onlar bir hamlede başarıyorlardı?

Meselenin sırrı hayata ve âhirete bakışta gizliydi. Onlar, dünya hayatı ile ölümden sonraki hayat arasındaki dengeyi çok iyi kurmuşlardı. Böylelikle her şeyi rahatça, kolaylıkla hallediyorlardı.

Mefhar-i Mevcudat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) henüz hayattayken batıya açılmayı arzu ediyordu. Zira O, büyük hakikati bütün insanlığa duyurmayı bir sancı halinde içinde yaşıyor ve her fırsatı değerlendirip her bir menfezden batı dünyasına girmeye çalışıyordu. Vefat-ı seniyelerinden birkaç sene evvel üç bin kişilik bir ordu teşkil etmiş, başına Zeyd b. Hârise’yi kumandan tayin etmiş ve ondan, bu orduyla Bizans’ın karşısına çıkmasını istemişti.

Zeyd niçin Bizans’ın karşısına çıkacaktı?

Arap yarımadasında, dünyaya yeni bir yön verecek, yeni bir oluşum, yeni bir diriliş vardı. Bizans, bu oluşumu bitirmek istiyordu. Bunun için Herakleios kumandasında yüz bin kişilik bir ordu göndermişlerdi. Aleyhissalatü vesselam da Zeyd b. Hârise’nin kumandasına üç bin kişi vermiş ve onları, Herakleios’un ordusuna karşı görevlendirmişti.

Ordu Mute’ye kadar vardı. Bu ordunun içinde Halid b. Velid de vardı. Allah Resûlü’nün iki defa hicret etmiş olan amcasının oğlu Cafer b. Ebî Talip de vardı. Sözü kılıcı kadar, kılıcı da sözü kadar keskin olan Abdullah b. Revâha da vardı. Öte yandan bu ordunun başında kumandan olarak azatlı bir köle olan Zeyd b. Hârise vardı. Zira Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), ordunun içinde eşraftan kişiler olmasına rağmen onların başına azatlı kölesi Zeyd’i komutan olarak tayin etmeyi uygun görmüştü. Orduyu göndermeden önce de daha önce hiçbir seferde sarf etmediği şu sözler dökülmüştü ağzından: Zeyd b. Hârise’ye bir şey olursa komutayı Cafer b. Ebî Talip alsın. Ona da bir şey olursa Abdullah b. Revâha alsın. Ona da bir şey olursa Müslümanlar arasından biri sancağı eline alsın ve orduyu kumanda etsin.”4

Ordudaki herkes nasıl bir sefere gidildiğinin farkındaydı. Cafer b. Ebî Talip evine gidip hanımına ve çocuklarına veda ederken aynı zamanda dünyaya da topyekûn veda ediyordu ama zerre kadar tereddüdü yoktu.

Abdullah b. Revâha’nın, evlatlarına veda ederken gözleri dolu doluydu. Şehit olacağına inanıyor ancak kendince Rabbinin huzuruna çıkacak sermayeye sahip bulunmadığını düşünüyor, bunun için müteessir oluyordu.

Zeyd b. Hârise katiyen vefat edeceğine inanmıştı ve ölüme gittiğini biliyordu.

Mücahitler Bizans ordusuyla karşı karşıya gelince Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine-i Münevvere’de âdeta bir ekranda seyrediyor gibi ashâbına harbin safahatından haber veriyor, olup bitenleri canlı olarak anlatıyordu.

Ashâb, Resûl-i Ekrem’in ağzından çıkacak kelimelere dikkat kesilmişti.

Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Çok geçmeden Zeyd, şehadet şerbetini içti. O şehit olur olmaz, bir fırtına gibi adım adım onu takip eden Cafer b. Ebî Talip sancağı eline aldı. Sancak artık Cafer’in omuzları üzerinde dalgalanıyordu. Bizans ordusu geri püskürtülüyordu. Cafer, atının üzerinde savaşmak zorlaşınca attan indi. Bir elinde sancak, diğerinde kılıç, var gücüyle düşmana saldırıyordu. Bir aralık sancağı tutan koluna bir kılıç darbesi geldi. Resûl-i Ekrem’in sancağı yere düşmesin diye bu sefer diğer elindeki kılıcı attı, sancağı tutmaya başladı.

Bu sırada mescitte Resûl-i Ekrem, cereyan eden hâdiseleri aynen anlatıyor, şöyle diyordu: “Cafer’in sağ elini kopardılar, o da sancağı sol eline aldı. Sol eline de bir kılıç darbesi vurdular. Bu sefer düşmesin diye sancağı bacaklarının arasına aldı. Başına inen kılıç darbeleri altında o arkaya doğru bağırıyordu: Abdullah b. Revâha! Abdullah b. Revâha!..”

O esnada düşman, birdenbire bir fırtınanın kendilerine doğru geldiğini görüyordu. Çünkü Abdullah b. Revâha, “Sıra bana geldi!” diye çadırında yemeğini yarım bırakıp harp meydanına, Cafer’in sesine koşuyordu. O da atına bindi, sancağı devraldı. Askere yeniden can ve cesaret gelmişti.

Üç bin kişi, kendilerinden 33 defa daha büyük bir düşmanla yaka-paça oluyordu.

Bir aralık bir kılıç darbesi Abdullah’ın kolunu yaraladı. O, yaralı kolu kendisine engel olmaya başlayınca atından indi, ayağıyla koluna basarak ondan kurtuldu ve tekrar atına bindi!

Fakat az sonra Abdullah b. Revâha da şehit olmuştu. Bir aralık sancak ortada sahipsiz kaldı. Davayı sahiplenecek omuz kalmadı. Bu sırada olayları mescitte anbean anlatan Resûl-i Ekrem’in rengi kaçtı ve bir an tereddüt geçirdi. Ashap dikkat kesilmiş, heyecanla soruyordu: “Geri mi dönüyorlar yâ Resûlallah? Savaştan kaçan mı var?”

Neyse ki çok geçmeden Allah Resûlü müjdeyi verdi. Sancağı, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç, Halid b. Velid almıştı.

Harp sonuçlanıp da ordu henüz Medine’ye varmadan Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) şühedanın evlerine gitmişti bile. Cafer’in çocuklarının başını okşadı. Hanımını tesellide bulundu ve şöyle buyurdu: “Allah, kesilen iki elinin yerine Cafer’e iki kanat verdi. Ben onu şu an cennette uçarken görüyorum.”

İnsanlar toplanmış, Cafer’in kapısında ağlıyorlardı. İçlerinde fakirler ve yetimler de vardı. Zira o, dulların, yetimlerin, fakirlerin babasıydı. Cebinde bir şey varsa onu hemen dağıtırdı. Evinde bir şey varsa infak eder, ihtiyaç sahiplerinin imdadına koşardı. Cafer, hayatı boyunca bütün malını dağıtmıştı. Sadece bir canı kalmıştı, onu Allah yolunda harcama fırsatı da Mute’de karşısına çıkmış, tereddüt etmeden onu da vermişti. Ölümü âdeta gülerek karşılamıştı.

Gayp aşina gözleriyle onların cennetteki hâllerini seyreden Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle diyecekti: “Zeyd b. Hârise, Abdullah b. Revâha ve Cafer b. Ebî Talip’in âhiretteki hâllerini gördüm. Zeyd ve Abdullah’ın boyunlarında birer bukağı vardı. Savaşırken içlerinden hafif bir tereddüt geçmişti. Bu yüzden onların başlarını dik tutmak için böyle bir bukağı takılmıştı boyunlarına.”5 Cafer’e gelince o, ölümü tereddütsüz gülerek karşılamış, bayrağı yere düşürmemek için her türlü tehlikeye göğüs germişti.

Cenneti elde ettikten, yemyeşil kanatlarla cennette bir o tarafa bir bu tarafa uçup durduktan, Resûl-i Ekrem’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu denli hoşnut ettikten sonra hayatı kaybetmenin ne ehemmiyeti vardı ki?…

Asıl hayat o zaman kazanılıyor, asıl izzet o zaman elde ediliyor, işte o zaman gelecek nesiller için kıyamete kadar destanlara mevzu olunuyor.

Aziz Müslümanlar!

Rabbinizin sizinle olduğunu bileceksiniz. Bileceksiniz ki O’nun uğrunda ne kadar gayret gösterirseniz Allah sizi o nispette aziz ve payidar kılacaktır. Allah sizi aziz ve payidar kılsın. Birinizi bin yaparak asırlardan beri devam edegelen ağlamaları dindirsin, gülmelere çevirsin.

Âmîn.

15 Şubat 1980, Merkez Camii, Bornova-İzmir


4 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/22-30; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/128; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye 4/255.

5 Abdurrezzak, el-Musannef, 5/266, Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 1/121.

-+=
Scroll to Top