40. Doğru Yolda Sebat Etme
وَاِنّ۪ى لَغَفَّارٌ لِمَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحاً ثُمَّ اهْتَدٰى
“Muhakkak ki inkârdan dönüş yapan, iman eden, güzel ve makbul işler ortaya koyan, böylece doğru yola giren kimseyi de affederim.” (Tâhâ Sûresi, 20/82)
Muhterem Müslümanlar!
Dünyevî ve uhrevî saadetimiz Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın emirlerini harfiyen yerine getirmeye bağlıdır. En doğru hayat, en dürüst yaşayış Kur’ân’da tarif edilmiş ve yol-yordam olarak müminin önüne konmuştur. Bu doğru yolda yürüyen kimse, doğruların varacağı yere varır. Eğri büğrü, zikzaklı yollar, doğruların vardığı yurda, Allah’a ulaştırmaz insanı.
Doğruda ısrar nedir?
Allah’ın, insanın mahiyetine yerleştirdiği inat duygusunu, doğrulukta sebat etmede kullanmak…
“Ayrılmayacağım bu doğru yoldan, dönmeyeceğim bu doğru istikametten!” demek…
İşte bu, dünyevî ve uhrevî semereleri netice verecektir. İnsan dünyada da âhirette de mesut olacaktır.
İstikrarsız bir insanın ise semere elde etmesine, bir şeyler kazanmasına imkân yoktur. Ne dünyada ne de ukbada…
Dünya-ukba, bir kitabın iki sayfası, bir hakikatin iki yüzü gibidir. Burada sebat olmuyorsa ötede de semere olmaz.
Her meseleyi sebat halleder. Su, damlaya damlaya mermeri deler. Ferhat manivelasıyla çalışa çalışa, sebat ede ede dağı dibe indirir.
İslam’da sebat, dünyevî ve uhrevî düğüm düğüm olmuş bütün meseleleri çözecek tek âmil, tek etkendir.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün tazyikler, bütün sıkıştırmalar karşısında sebatı sayesinde muvaffakiyet ufkuna ulaşmıştır, Allah’ın kerem ve inayetiyle.
Dünden bugüne o yolun bütün sadık erleri, sabır ve sebatlarıyla netice elde etmişler, buna karşılık her gün yer değiştirenler, mevkiinde sebat etmeyenler muvaffak olamamışlardır.
Korkan, korktuğu şeye maruz kalmış; dünyevî şeylerin arkasından koşan, koştuğu şeyle imtihan olmuştur.
İslam’da sebat etmek… Allah Resûlü’nün sebat ettiği gibi sebat… Allah Resûlü’nün sadık, vefadar dostları gibi sebat etmek… Bütün muvaffakiyetler buna bağlanmıştır.
Bütün meseleleri ve bütün tarihi bir tarafa bırakarak İslam tarihinin çekirdeği hükmünde olan Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatına bakalım. Bahsedeceğimiz şu iki tablo bu konuda bize yol gösterecektir:
Tarihte tazyik görmüş insanları sıralayacak olursak listenin en başına Allah Resûlü’nü yazmak icap edecektir. Cahiliye asrının bütün toslamaları Resûl-i Ekrem’e olmuştur. Ne var ki sağdan soldan gelip çarpan bu şeyler O’nu yolundan, vazifesinden çevirememiş, davasından vazgeçirememiştir. Amcasına yapılan tazyikler, ondan Allah Resûlü’nü himaye etmekten vazgeçmesini istemeleri… Bunların hiçbiri Allah Resûlü’nü sarsamamıştır. Yapılan tekliflere mukabil ayı bir omzuna, güneşi de bir omzuna koysalar dahi bu davadan vazgeçmeyeceğini ifade eden Allah Resûlü,65 bu hususta sabırlı ve kararlıydı.
Korkunç boykot hâdisesi dahi ne Allah Resûlü’nü ne de O’nun sadık erlerini davalarından vazgeçirebilmiştir. Ebû Talip mahallesine sıkıştırılan müminler çarşı, pazardan bir şey almaktan dahi mahrum edilmişlerdi. Sahabe uzun zaman çarşıya pazara inememişti. İnenler dövülmüş, hakaret görmüşlerdi. Kız alıp verme işinden dahi mahrum bırakılmışlardı. Çok büyük kimseler orada ademe, yokluğa mahkûm edildiler, fakat bunlar müminleri davasından ve anlayışından vazgeçiremedi.
Hatta hatırı sayılır bazı insanların himayesinde bulunan ve bu sebeple boykotun dışında kalan kimseler dahi yer yer onların himayesini reddediyor, Kâbe’nin önünde avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Beni şimdiye kadar falan himaye etti, ben gayrı bundan öte Allah’ın himayesini tercih ediyorum, şahsın himayesini istemiyorum!”
Bütün bu tazyiklere, sıkıştırmalara rağmen her geçen gün Müslümanların sayısı artıyordu. Bünyan-ı mersûs, parçaları birbirine kenetlenmiş sağlam bir yapı gibi yükseliyor ve Allah Resûlü’nün etrafında etten, kemikten bir kale hâlinde varlıklarını ispat ediyorlardı. Böylesine bir dayanışma, böylesine bir sabır, böylesine bir Hak’ta sebat etme, Allah’ın tevfik ve inayetiyle, onları muvaffak kılıyordu.
Bütün bu baskılar karşısında, Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) yılmadan, usanmadan küfür ve dalaletten parça parça olmuş gönüllere iman ve hidayet nuru götürmek üzere sağa sola koştururken görüyoruz. Mekkelilerin kendisini kabul etmeyişleri karşısında Allah Resûlü başka ufuklar, başka vadiler arıyordu.
Tazyikler Resûl-i Ekrem’i birkaç defa Mekke’den dışarıya çıkarıyor, ancak yine O, mukaddes şehrin sinesine dönüyor, çile çekmeye, ızdıraplara katlanmaya devam ediyordu.
Taif, yakın akrabalarının, tanıdıklarının bulunduğu bir yerdi. Orada soylu soplu kimselerin bağı, bahçesi, evi vardı. Bu insanlar, yazın gider, orada istirahat ederlerdi. Bir bakıma Mekke’nin sayfiye yeriydi Taif.
Resûl-i Ekrem de (sallallâhu aleyhi ve sellem), kafası çalışan insanlara bir şeyler anlatırım düşüncesiyle bu sayfiye yerine, Taif’e gitti. Bir kısım tarihçiler, Efendimiz’in yanında bir esirden, Zeyd b. Harise’den başka kimsenin bulunmadığını kaydederler.
Allah Resûlü, yanlarına gitti, onlara derdini anlattı. O daha konuşurken alay etmeye başlamışlardı.
Birisi O’na, “Eğer Sen peygambersen ben Kâbe’nin örtüsünü alaşağı ederim, nerede peygamberlik nerede Sen!” diye hâşâ dalga geçiyordu.
Öbürü ise “Allah’tan kork, Allah’a karşı iftirada bulunma!” diyordu.
Bir başkası da “Bu iddiana karşılık Senin selamını bile almam. Allah senden başka gönderecek adam bulamadı mı?” diyordu.
Bu sözler karşısında O’nun kalbi çok kırılmıştı. Yanlarından ayrılacağı zaman, “Madem kabul etmediniz, bari kimseye söylemeyin.” demişti. Çünkü bir fitne çıkarırlar diye endişe ediyordu. Allah bilir وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ “Allah Seni insanlardan koruyacaktır.” (Mâide Sûresi, 5/67) âyeti henüz nâzil olmadığı için teminat ve muhafaza meselesi de yoktu.
Onlar başkalarına haber vermek şöyle dursun, çocukları bile yolun sağına soluna dizdiler, ellerine yığın yığın taşlar verdiler ve “Atın şu adama!” dediler. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlığa hidayeti, en doğru yolu göstermek için gelen, şanı yüce Nebiyy-i Ümmî, Taif’ten dönerken taşlanıyordu! Vücudundan kanlar akıyordu. Değen taşlar mübarek vücudunu yaralamıştı. Nihayet dinlenmek, kanlarını silmek üzere bir ağacın altında oturmuştu.
Yük çok ağırdı, yol çok zikzaklıydı, geçilecek tarlalar çok dikenliydi ama bu yoldan yürümesi, bu zikzakları geçmesi, bu dikenli tarlalardan uçması gerekiyordu. Allah Resûlü’nün üzerine ağır bir vazife yüklenmişti. İşte onu idrakin şuuru içinde, ellerini Allah’a kaldırdı; kendisini taşlayanlara beddua etmedi, aksine nefsini Allah’a şikâyet etti,
اَللَّهُمَّ إِلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي، وَقِلَّةَ حِيلَتِي، وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
diyor, sonra da ağlıyordu.
Taşlanacak bizleriz ama âlem başkasını taşlıyor…
Başına taş vurulacak, Allah’a imanı kafasına yerleştirememiş olan bizleriz ama taşlanan başkası…
Nefsini Allah’a şikâyet edecek olan bizleriz ama şikâyet eden Nebiyy-i Ümmî??
“Allah’ım! Zaafımı, dayanıklı olamayışımı Sana şikâyet ediyorum. Çaresizliğimi Sana şikâyet ediyorum. Dayanamayıp döndüğümü Sana şikâyet ediyorum. Sen Erhamürrahiminsin, beni kime bırakıyorsun! Şu yüzünü ekşiten cemaate mi, yoksa beni içinden kovan Mekkelilere mi? İşimi onlara mı bırakıyorsun? Ama eğer bana gazaplanmazsan, bana öfken olmazsa, gayri buna da aldırmayacağım Allah’ım…”66
O böyle söylerken gökte şimşek çakmış gibi bir ses duyuluyordu. Kendisine her fırsatta yetişen, huzur ve saadet haberleri, müjdeler getiren, dudağı tebessümlü Cibril, yakın dostu, Allah’ın meleği yetişiyordu. Allah Resûlü işte o zaman irkiliyor, “Hayır, hayır!” diyordu. “Nesillerinden bir tane iman edecek varsa hayır!” diyordu.
Ve biraz sonra kalbi münkesir, mahzun peygamber ağacın altında otururken, Mekke’de kendisine yüz vermeyen, orada sayfiyede bulunan Utbe ve Şeybe, yanlarında çalıştırdıkları köle Ninovalı Addas’ı gönderiyorlardı. Tabağın içinde bir salkım üzüm Allah Resûlü’nün huzuruna geliyor. Hürriyetini kaybetmiş, müşriklerin eline düşmüş. Hazreti Yunus’a imanla, o imanın kazandırdığı aşkla, vecdle bir peygamber arayan, bir ışık arayan Addas, aradığını Allah Resûlü’nü görmekle bulmuştu.
Allah Resûlü’nün huzuruna bir tabak üzümle geldi. Tabağı Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) uzatırken Allah Resûlü, “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek elini tabağa uzattı. Bunu duyduğu an Addas beyninden vurulmuşa döndü ve dedi ki: “Buralarda ben böyle laf duymadım. Allah adına söyle sen kimsin?” dedi. Allah Resûlü ona sordu: “Sen nerelisin?” Cevap: “Ben Ninovalıyım.” oldu. Allah Resûlü bir iç çekti ve kendi kendine hüzünlenerek, “Kardeşim Yunus’un memleketindensin!” buyurdu. Addas bunun üzerine, “Yunus’u Sen nereden biliyorsun?” dedi. “O da benim gibi peygamberdi. Onu da kavmi memleketinden çıkarmıştı. Onu da benim gibi dinlememişlerdi. Onun kavminin de gözü dönmüştü. Ben de onun gibi gadre uğradım.” şeklinde cevap verdi Allah Resûlü. Addas, Resûl-i Ekrem’in üzerine abandı, onun saçını sakalını öpmeye başladı ve “Ben Seni gökte arıyordum, yerde buldum. Ben Seni, âhirzaman peygamberini, beşere rüşt ve hidayet getirecek insanı arıyordum.” dedi ve iman etti.
Addas, efendilerinin yanına döndüğü zaman Taiflilerin gayzları, nefretleri, kinleri iyice arttı. “O adam seni dininden çevirdi.” diye itap edip azarladılar onu.
Ne yolların eğri büğrü oluşu ne tarlaların dikenli bulunuşu ne geçme mecburiyetinde kaldığı nehirlerin kandan irinden olması Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolundan vazgeçiremiyordu.
Hak deyip atıldığı davada sonuna kadar sebat ediyordu. Hak olan o dava, “el-Hakku ya’lû velâ yu’lâ aleyh” (Hak daima bir şekilde galip gelir, o mağlup olmaz.) kaidesiyle âlî olduğunu neticede O’na gösteriyor, onu beşerin başına getiriyor, onun getirdiği esasları beşerin başına getiriyor, onu kalblerin sevgilisi hâline getiriyordu.
Kıyamete kadar bütün insanlık O’nu saygıyla anacaktır. Allah’tan başkasına secde caiz olsaydı insanlık O’nun karşısında eğilecekti. Ancak böyle bir secdeye Allah’ın izni olmadığı için O’na olan saygılarını samimi gözyaşlarıyla, kalb ıstıraplarıyla, salat u selamlarla ve en doğrusu O’nun yolunda yürümekle takdim edeceklerdir.
Cenab-ı Hak, bizi Habîb-i Edîbi’ne saygılı etsin. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’a bağlı eylesin. Binlerce belanın ve musibetin başımıza yağdığı bu devirde İslam’ın yüzünü güldürecek, Allah’ın yüce adının önündeki perde ve hicapları bertaraf edecek yeni nesli payidar eylesin. Ümmet-i Muhammed’in yüzünü güldürsün.
Âmîn.
24 Mayıs 1974, Alemizade Sırönü Camii, Edremit
65 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/101; et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 1/545
66 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/211-212; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/266-269; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/136.