41. Allah’a Teslimiyet ve Tevekkül

فَاتَّـقُوا اللهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَاسْمَعُوا وَاَط۪يعُوا وَاَنْفِقُوا خَيْراً لِاَنْـفُسِكُمْۘ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَـفْسِه۪ فَاُوٓلٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Gücünüz yettiğince Allah’a karşı gelmekten, haramlara girmekten sakının, hakkı dinleyip itaat edin ve kendi iyiliğinize olarak hayır yolunda mal harcayın. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden kendini kurtarabilirse asıl felâha erenler işte onlardır.” (Tegâbun Sûresi, 64/16)

Muhterem Müslümanlar!

Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametini celbetmenin tek yolu O’nun kapısına hasr-ı nazar etmektir.

Her şey O’nun inayetiyle, O’nun keremiyle, O’nun irşadıyla, O’nun ihsanıyla olur.

İnsan, O’nun dışında başkalarına başvurarak işlerini yapmaya çalışsa da iş neticede gider yine O’na dayanır.

Bütün sebepler, kâinattaki bütün hâdiseler, hepsi bir noktada birleşir; Allah’ın kapısı noktasında birleşir. O’na dayanmadan hiçbir meseleyi izah etmeye imkân yoktur. O’na bağlamadan hiçbir meselenin altından kalkmaya da imkân yoktur.

Öyleyse bütün sebep ve vasıtaları bir tarafa bırakarak doğrudan doğruya kalbi sebeplerin yaratıcısına bağlamak, O’ndan gelenleri duymak, O’nun dışındaki her şeye kulak tıkamak gerekir.

Gönül huzuruna ve saadetine, ruhun sıkıntılardan kurtulmasına tek çare, tek vesile budur.

Muvaffakiyeti ihsan edecek olan Allah’tır.

Şahsî hayatında muvaffakiyeti, gaye ve düşüncelerinde muvaffakiyeti, milletine hizmet heyecanlarını yaşamada muvaffakiyeti ihsan edecek olan Allah’tır.

Nazarı kısa olan bizler, dar görüşlü olan bizler, çok defa nazarımızı sebeplerin ötesinde sebeplerin yaratıcısına ulaştıramadığımızdan ötürü sağımızda solumuzda, önümüzde arkamızda, hiçbir şeriki olmayan Allah’a bir sürü ortaklar koşuyor, O’nunla beraber âdeta onlara tapıyor, onlardan işlerimizi çabuklaştırmalarını istiyoruz. Heyhat ki iş neticede gidiyor, yine sadece Allah’a dayanıyor.

Beşerin akl-ı ekmeli, akl-ı ekberi, insanlığın fihristesi ve hulasası, kalblerin ziyası Hazreti Muhammed (aleyhissalatu vesselam) en makul davranış yolunu seçmiş ve Cenab-ı Hakk’a hasr-ı nazar etmiştir. Sağdan soldan O’na uzanan binlerce eli reddetmiş, “Allah bana kâfi ve vâfidir, O bana yeter.” demiştir.

Aslında bu, bütün peygamberlerin vird-i zebanıdır:

Hazreti Musa’yı Firavun’un karşısında, “Hasbunallahu ve ni’me’l-vekîl.” (Allah bize kâfidir, O bize yeter. O’nu vekil tuttu isen O sana yeter.) derken görürsünüz.

Ateşe düşerken Hazreti İbrahim’in dilinde aynı vird-i zebanı görürsünüz: Hasbunallahu ve ni’me’l-vekîl.

Dehşet verici bütün hâdiseler karşısında Hazreti İsa’yı Cenab-ı Hakk’a teslim olmuş ve bunu vird-i zeban etmiş olarak görürsünüz.

Ve Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Hasbiyellahu ve ni’me’l-vekîl” (Allah bana kâfidir.) der.

Allah, bu dağlar aşılacak diye emrediyor. Ama bu yolda sağdan soldan uzanacak elleri değil doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın dest-i kudretinin uzanmasını beklemek lazım.

Öyleyse O’na teveccüh etmek, O’na dayanmak, O’na itimat etmek, O’nun prensipleri içinde bulunmak, O’ndan razı olmak lâzım.

رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وبِالْاِسْلَامِ دِينًا وَ بِمُحَمَّدٍ نَبِيًّا

Allah Resûlü’nün virdidir; bunu sabah-akşam üçer defa tekrar ederlerdi. Allah mabudumuzdur, razıyız. Hazreti Muhammed peygamberimizdir, razıyız. Kur’ân kitabımızdır razıyız.

Mümin bu teslimiyetle hareket edecek, Kur’ân’daki her şeyi kendisine düstur kabul edecek, Resûlullah’a tam, kayıtsız şartsız iman edecek ve Cenab-ı Hakk’ı bu hususları talim ve terbiye etmede kanun vaz’ edici kabul edip o yolda yürüyecek. İşte o zaman, Allah’ın tevfik ve inayetiyle, aşılmaz sanılan dağlar aşılacak, kayalar parçalanacak ve hiç beklenmedik hâdiseler olacaktır.

Biz bütün çığırtkanlıklarımıza rağmen bağırıp çağırmamıza rağmen kimsenin gönlüne zerre kadar iman koyamıyoruz. Çünkü imanı gönüllere koyacak olan sadece Allah’tır.

Size Hazreti İsa da gelse hitab etse, Allah dilemediyse, gönlünüze bir şey koyamaz. Şu insanlığı heyecana getiremez, yekvücut yapamaz, ancak Allah dilerse yapar.

لَوْ اَنْـفَقْتَ مَا فِى الْاَرْضِ جَم۪يعاً مَآ اَلَّـفْتَ بَـيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلٰكِنَّ اللهَ اَلَّفَ بَـيْنَهُمْۘ

Yani, Sen, bütün yeryüzü altın olsa sarf etsen, para olsa sarf etsen, yine de kalbleri telif edemezsin. İnsanlık duygusunu onlara işleyemezsin, aşılayamazsın, onları insanlık semasına yükseltemezsin, Allah dilerse yapar. Allah diledi, bazı kimselerin kalblerini telif etti, onlara iman nasip etti ve onları medeni milletlere muallim hâline getirdi. Öyleyse tek çare, Allah’a hasr-ı nazar etmektir. (Enfâl Sûresi, 8/63)

Resûl-i Ekrem hiç inhiraf etmemiştir. Cenab-ı Hak, müşriklerin müracaatları neticesinde O’nun mülahaza ve mütalaasına imkân vermeden şöyle buyurmuştur:

وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ

“Habîb-i Zîşân’ım, Sen, sabah akşam seninle beraber Allah diyenlerle sabret.” (Kehf Sûresi, 18/28) Başkalarını bekleme. Onlar zengindir, güçlüdür, kuvvetlidir, işleri hallederler, deme. Sen, seninle beraber, günde beş defa Mabûd-u Mutlak’ın kapısını vuran o fakir, o zayıf zümreyle birlikte sabret.

Cenab-ı Hak, böylece meseleyi Zât’ına dayandırmaktadır.

O, bütün sebeplerle alâkasını kesti, anne-baba sebebinden, muhit-akraba sebebine kadar… Ondan, kuvvetli ellerin kendisine uzanmasına kadar… Ve sonra yığın yığın, çığ gibi sökün edip akmaya başladı, sonra seller oldu, sonra zemin sulandı ve yemyeşil bir nevbahar oldu.

Allah Resûlü, cihanda bütün insanları idare edecek iplerin ucu elinde, Medine-i Tahire’de, minberinde, mihrabında oturuyordu. Bir taraftan da yığın yığın heyetler geliyordu. Kur’ân-ı Kerim’in, taş diye tasvir ettiği gönülsüzler türünden insanlar Medine kapısına kadar geliyor, Resûl-i Ekrem’in bezmine dehalet ediyor, tenevvür ediyor, kâmil insanlar olarak kabilelerine dönüyorlardı.

Bu kalbleri taşlaşmış gönülsüzlerden Mekke’de pek çoktu. Mekke zaten taşlık ve kayalıktır, o devirdeki insanları da o kadar haşin, o kadar sertti, âdeta her biri birer taştı, birer kayaydı.

Nice kimse vardı ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikna metodunu kullanmadan, meselelerini henüz anlatmadan bile cazibeye kapılıyordu. Güneşin, çok uzaklardan bir kısım cisimleri çekip kendi etrafında döndürdüğü gibi, onlar da Allah Resûlü’nün etrafında pervane gibi pervaz ediyorlardı.

Hazreti Halid, Hudeybiye anlaşması oluncaya kadar senelerce Allah Resûlü’nün hasmı ve baş düşmanıydı. Tarihçiler onu Arap ırkının yetiştirdiği mağlup olmaz insan diye anlatır. Bununla beraber Halid, Arap ırkının değil İslam’ın evladı ve İslam’ın yetiştirdiği insandır. O, Bedir’de Allah Resûlü’nün karşısına çıkmış, baş döndürücü bir cesaretle, korkunç bir vahşetle Müslümanlara saldırmış, hınçla da geriye dönmüştü. Uhud’da en kritik bir noktadan Müslümanlara arkadan hücum etmiş, pek çok zayiat vermiş, orada da yine muzaffer olarak Mekke-i Mükerreme’ye dönmüştü. Hendek vakasında Halid, yine Müslümanların karşısına çıkmış, ancak bu sefer bir şey yapma imkânı bulamamıştı.

Nihayet Allah Resûlü, cihana sulh getiren, salâh getiren insan, Hudeybiye’de sulh anlaşmasını imzaladıktan sonra kâfirlerle müminlerin aralarındaki münasebetler gelişmeye başlamış, kâfirler biraz daha müminlerle rahat münasebet kurma, görüşme, anlaşma imkânlarına sahip olmuşlardı.

Derken Müslümanların nurdan ve nuranîlikten ibaret güzellikleri onlara sirayet etmişti. Pek çoğu o cazibeye kapılmış, o şualara tutunmuş, şuânın menbaı olan Medine Güneşi’nin, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına gitmişti.

Bu atmosfer içinde, Halid’i karanlık bir gecede, Mekke’yi maddî manevî zulmetin kapladığı, Kâbe’nin hürmetinin ayaklar altında çiğnendiği bir gecede sıkılmış, bunalmış olarak Mekke’nin dışında görürüz. İnsanlığı ölmemiş, sönmemiş bir kalb taşıyan herkes, küfrün karanlığı, küfrün dehşeti, küfrün sıkıcılığı karşısında kalben sıkılır, bir ferec, bir mahrec arar. Halid de bunun için Mekke’den çıkmış, karanlıkta meçhul bir istikamete doğru gidiyordu. Aman kimse görmesin diyordu. Belki utanıyor belki de önüne geçer, mâni olurlar diye düşünüyordu. Ne olur ne olmaz diyordu. Biliyordu ki, tek kurtuluş yolu, tek çare, kendisinden evvel göç eden insanların göç ettiği yere gitmekti. O’na dehalet etmek, huzur getiren o insandan huzur almaktı. Kafasında mütemadiyen şu sorular dolaşıyordu: “Acaba kabul edilir miyim? Yapmadığım şey kalmadı, acaba hüsn-ü kabul gösterirler mi bana da?” Bunları düşünüyor, teredütler içinde Mekke’nin bir kenarında dolaşıyor.

Endişeli endişeli sağa sola bakarken bir aralık karşı tarafta bir karaltı beliriyordu. Karaltının sahibi endişeli adımlarla kendisine doğru geliyordu. Onun da yüzünde bir endişe vardı. Bir sürü çözülmedik soru vardı. Bir sürü meselenin kalbinde meydana getirdiği ızdıraplar yüzünün çizgilerinde hissediliyordu. Yaklaştığı zaman Halid bakar ki bu gelen insan silah arkadaşı, Bedir’de omuz omuza savaştıkları, Uhud’da beraber kılıç salladıkları büyük askeri deha Amr b. Âs’tır.

İkisi de ürkek, ikisinin niyeti de aynı şey fakat aynı zamanda birbirlerinden de korkuyorlar. Küfürden bıkmışlar artık. Dalaletten sıkılmışlar. Onlara cehennem gibi bir hayat yaşatan imansızlık bunaltmış onları. İman ufkunda bir saadet, bir selamet arıyorlar. İkisi de Medine’ye gitmeye azmetmiş ama kendi çocuklarına bile haber vermemişler. Önce Amr sordu: “Halid nereye gidiyorsun böyle?” Halid, “Hiç, sıkıldım. Şöyle bir dolaşayım dedim!” diye geçiştirmeye çalıştı. “Deme yahu ben de sıkıldım.” dedi Amr.

İmansız insan, eğer biraz aklı varsa sıkılır. Ebedî yokluk duygusundan sıkılır. Kabirde çürümüş kemikleri görür de sıkılır. Dirilmemek üzere yokluğa gidişten sıkılır. Sevdiği anasını, babasını ebediyen kaybetmekten sıkılır. Binlerce beladan, binlerce musibetten sıkılır.

İşte bunalmış bu iki adam birbirine yaklaşıyordu.

“Yahu şu Mekke beni sıkmaya başladı artık, her yer bana dar geliyor.”

“Deme! Beni de sıkmaya başladı.”

“İyi, ne düşünüyorsun?”

“Bilmem ki, bir Medine’ye doğru gitsek mi?”

“Deme yahu, ben de aynı şeyi düşünüyordum!”

Aynı düşünce istikametinde adım attıklarını gören bu iki büyük insan nihayet omuz omuza vermişlerdi. Senelerce el ele, omuz omuzaydılar zaten. Şimdi de boyunları bükük, Allah Resûlü’nün karşısına gidiyorlardı.

Cibril-i Emin Allah Resûlü’ne haber vermiştir daha evvelden: “Halid, selim ve salim bir kalble, arkadaşıyla beraber geliyor!” Allah Resûlü ashâbına emir verdi ve onu Seniye-i Veda’da, daha Medine’ye girmeden tepenin başında karşıladılar. Resûlullah’ın kendisini beklediğini söylediler.

Halid bu andaki duygularını anlatırken, “Anamdan yeni doğmuş veya Cennet’e girmiş gibi bir hâlet-i ruhiye içindeydim.” der.

Allah Resûlü kalktı, onları istikbal etti ve mübarek sinesine bastı.

Halid artık serapa huzurla dolmuştu. Allah Resûlü’yle sarmaş dolaş olduğu o anda, bilemediğimiz bir yolla Allah Resûlü’nden kendisine irşat ve tebliğ duygusu öyle intikal etti, ruhuna öyle sindi ki artık hayatı boyunca bir lahza durmadı, hiçbir meydandan geri kalmadı, yakaladığı insanlara Allah’ı anlattı. Allah’ın anlatılmasına mâni olanlarla mücadele etti. Allah’ın adının bayrak bayrak dalgalandığı yollara, ufuklara koştu, mütemadiyen koştu… Yeni yollar açtı, dağlar devirdi ve hayatını Allah’ın rızası dairesinde Cenab-ı Hakk’a teslim etti.

“Hasbiyallah!” (Allah bana yeter!) diyen Allah Resûlü’nün etrafında…

Allah’a hasr-ı nazar eden Allah Resûlü’nün etrafında…

Ayın etrafındaki ışıklı hâle gibi nurdan halkalar teşekkül ediyor, yeni yeni halkalar hâsıl oluyor, halkalar kâinatın ufuklarına kadar, en son ufuklarına kadar genişliyor ve bütün âlemi nura gark ediyordu.

Allah Resûlü’nün maddî gücü yoktu. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Ey mülhidler! Ey zındıklar! Said, elli bin nefer kuvvetinde demişsiniz. Bir tek nefer bile maddeten benden çok kuvvetlidir ama Kur’ân’a ve imana hizmetim cihetiyle elli bin değil elli milyon kuvvetindeyim.”67 diyor.

Allah Resûlü, Allah’a dayanma, Allah’a güvenme, Allah’a itimat etme noktasında milyarların üstünde bir güce sahipti. Çünkü arkasında Sultanlar Sultanı Hazreti Allah vardı. Halid’in gönlü elinde olan Allah vardı. Amr b. Âs’ın gönlü elinde olan Allah vardı. Kral Necaşî’nin gönlü elinde olan Allah vardı. Mukavkıs’ın gönlü elinde olan Allah vardı…

İnsanlar, getirdikleri hediyelerle O’nu memnun ve hoşnut etmeye çalışıyorlardı; zira O’nu hoşnut etmenin Allah’ı hoşnut etmek olduğunu biliyorlardı.

Öyleyse ey Müslümanlar, daima O’nun kapısına yönelme, nazarları O’na hasretme, neticeye biraz daha çabuk varma bakımından en isabetli ve en akıllıca yoldur.

Bunun yolu, gönüllere Allah muhabbetini ve Allah’a saygıyı işlemekten, Resûlullah muhabbetini ve Resûlullah’a saygıyı işlemekten ve ötesini Allah’a havale etmekten geçer. Hidayet eden Allah’tır. Bu yolda muvaffakiyet bahşedecek olan da Allah’tır. Bütün çalışmaları hebâen mensûrâ, boşa götürecek olan da yine Allah’tır.

Cenab-ı Hak, müminlerin hakiki sa’ylerini meşkûr eylesin. Günahlarını mağfur eylesin. Neticeye varmaya onları muvaffak etsin. Allah buyuruyor:

وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَـنَّـهُمْ سُبُلَـنَاۘ وَاِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ

“Andolsun! Onlar ki bizim yolumuzda cehd ü cihat içinde bulundular, gayret gösterdiler, Biz de çeşitli yollar ve vesilelerle onları hidayete ulaştırırız. Yol bir değildir. Anlayış farklılıkları içinde onları hakikate ulaştırırız. Allah, ehl-i ihsanla beraberdir.” (Ankebût Sûresi, 29/69)

Allah, ehl-i ihsanla beraberdir, elverir ki, onlar Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapsınlar. Allah’ın murakabesi altında bulunduklarını asla hatırdan çıkarmasınlar.

8 Şubat 1974, Alemizade Sırönü Camii, Edremit


67 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.267 (Eskişehir Hayatı).

-+=
Scroll to Top