42. Allah’a Güvenmek

وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُـنِنَا وَسَبِّـحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ ح۪ينَ تَقُومُۙ ۝ وَمِنَ الَّيْلِ فَسَبِّحْهُ وَاِدْبَارَ النُّجُومِ

“Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret! Çünkü Sen Bizim himayemiz altındasın. Namaza kalktığında Rabbini hamd ile tenzih et. Geceleyin de gecenin sonunda yıldızların batışının ardından da O’na ibadet edip tenzih et.” (Tûr Sûresi, 52/48-49)

Muhterem Müslümanlar!

Her durumda ve her hâlükârda imanın bir neticesi olarak Allah’a itimat etmek, O’na güvenmek icap eder. Yaratan O’dur, yarattıkları için rızkı veren de O’dur, dünyaya gönderen O’dur… Yaşatan O’dur, öldüren de O olacaktır, öbür âleme intikal ettiren de.

Bizi saadet içinde, burada mest ve sermest gezdirip dolaştıran O’dur, ıstıraplara, çilelere, felaketlere maruz bırakan da. O her şeye vâkıftır, her şeye nigâhbandır, her şeyden haberdardır.

Her şey O’nun eliyle olur, her şey O’nun emriyle hareket eder. O, her hareket eden şeyi bilir, her oluşa vâkıftır. Öyleyse her şey gözünün önünde cereyan eden Hazreti Allah’a güveniniz, dayanınız, itimat ediniz.

Allah’ın Resûlü, çepeçevre tehlikelerle, felaketlerle karşı karşıya iken…

Her gün birbirini takip eden komplolar kurulmakta iken….

Her gün üzerine yağdırılmak istenen oklar, mızraklar hazırlanırken….

Her gün evinin etrafında, kılıçları elinde dolaşan ağzı karalar varken ve bunlar O’nu öldürme planlarını söyleyip dururken…

Bütün bunlara karşı, bu karmakarışık ve karanlık havayı yırtan ilahî ses Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle ferman ediyor:

وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ

“Habîb-i Zîşan’ım, Allah’ın hükmüne, Allah’ın kararına, başına gelenlere sabret.”

فَإِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا

“Sen bizim gözümüzün önündesin. Sen, bizim görüşümüzün altındasın. Seni biz görüyor ve gözetiyoruz.”

Allah’ın Resûlü buyuruyor: وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ “Allah Seni insanlardan korur.” (Mâide Sûresi, 5/67) âyet-i celîle-i kerîmesi indikten sonra artık benim himayeye ihtiyacım kalmadı. Allah bana kâfidir. O bana vâfîdir.”68

Diğer bir deyişle, “Nâr-ı Nemrud’u İbrahim’e nur yapan Hazreti Allah ve Musa’yı Firavun’un şerrinden emin kılan Hazreti Allah, Âdem’e necat veren Hazreti Allah bana kâfi ve vâfidir, artık beni korumak için kapımda beklemenize lüzum yok.” diyordu.

Sahabi anlatıyor: “Uhud’da, en tehlikeli anlarda önünde iki meleğin O’nu himaye ettiğini görüyorduk. Kâfirler, müşrikler O’na hücum ettikleri zaman O’nunla aralarında, içi ateş dolu hendeklerin olduğunu müşahede ediyor ve geri çekiliyorlardı. Ona dokunamıyorlardı çünkü Allah, “Sen, bizim gözümüzün önündesin; öyleyse bizim kazamıza, bizim emrimize, bizim kararımıza rıza göster.” buyurmuştu.”

Muhterem Müslümanlar!

Madem rızıkla beraber hayattaki emniyetimizi, güvenimizi Allah garanti ediyor, madem kulları olarak O’na güvenme, O’na dayanma mecburiyetindeyiz, neden Allah’a itimat etmiyoruz? Neden Allah’a güvenmiyoruz? Hâlâ sebeplerin peşinde koşuyoruz.

Allah’ın Resûlü daraldığı zaman, vücudu taşlanmış, mübarek ayaklarından kanlar akar bir vaziyette Taif’ten dönerken bir ağacın altında oturmuş, Allah’a ellerini açıp şöyle yalvarmıştı:

“Ya Rabbi kavmimi helak etme, onlar içinden Seni anacak biri çıkabilir. Ya Rabbi, beni himaye et, beni kime bırakıyorsun. Ya Rabbi, yanlarına vardığım zaman yüzlerini ekşitip bana bakmayanlara mı? Başıma bela kesilecek kimselere mi? İşlerimi Sana havale ediyorum. Onlar mı benim başımda bulunsunlar! Hayır, bu böyle olmaz, Sen buna rıza göstermezsin, beni himaye et yâ Rabbi, beni başkalarına havale etme…”

Cenab-ı Hak Celle ve Âlâ Hazretleri, Hazreti Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca bütün tehlikelere karşı, O’nu çepeçevre saran bütün felaketlere karşı himaye etti, korudu. O, çektiği ızdırapta, meşakkat ve çilede ümmetine güzel bir numune oldu.

Evet, bu yol uzaktır, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var. Uçurumlar aşılacak, felaketlere maruz kalınacak… Yeri gelecek; yumruklar inecek ağızlara, sopalar vurulacak sırtlara, hakaretler yağdırılacak yüzlere… Bakmayacaklar; dövecekler, sövecekler, her şeyi yapacaklar. Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah için olduktan sonra her şeye seve seve rıza göstermeyi ümmetine öğretebilmek için her şeye seve seve rıza gösterdi.

Bizler de bu devranda yerimizi almakla mükellefiz. Allah bize de aynı emri veriyor, bize de aynı şekilde ferman ediyor ve diyor ki:

Siz, Allah’ın hükmüne ve kazasına rıza gösteriniz, Allah’ın görüşü, himayesi ve kontrolü altında bulunursunuz. Sağdan soldan size hücum eden ağzı karaların hücumundan çekinip İslam’ı bırakmayınız, başkalarının alayını söz konusu edip de İslam’dan taviz vermeyiniz. İslam’ı yaşayınız. Kim ne derse desin, bütün hareketleriniz, bütün hamleleriniz dini yaşama istikametinde olsun. O’nun mükemmel ahlâkını aileleriniz içinde hâkim kılmak için olsun. Bütün hedefiniz, Allah’ın rızasını tahsil olsun.

Bunları yaparken hayli meşakkate maruz kalacaksınız. Bir şey bilmeyen, düşüncesiz, kalpsiz ve vicdansız kimselerin hakaretlerine maruz kalacaksınız. Allah için, inandığınız İslam için, Hazreti Muhammed için seve seve bunlara da rıza göstereceksiniz.

Ne güzel şey Hazreti Muhammed için yanmak. O’nu anarken zindanlara atılmak…

Ne güzel şey Allah dediğinden veya Allah dedirtmek istediğinden dolayı yumruk yemek, hakaret görmek, zindan zindan, mahkeme mahkeme dolaşmak, memlekette girmediği mahkeme bırakmamak…

Ne güzel ve ne yüce şey, memlekette Allah dediğinden dolayı saadetin kendisine haram kılınması…

Ne güzel şey Allah Resûlü’nün ocağında O’nun ateşine yanmak ve o ateşe yandıktan sonra var olmak…

O’nun için yananlardan biri şöyle söyler:

“Yanarsam nâr-ı aşkınla yanayım yâ Resûlallah,

Ezelden bağrı yanmış bir gedâyım yâ Resûlallah.

Hevâ-yı nefsime tâbi olup pek çok günah ettim,

Huzura hangi yüz ile varayım yâ Resûlallah.”

Ümmetin hâlini ne güzel ifade ediyor! Her gün binlerce hata, binlerce kusur, binlerce günah ve bunlarla Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna çıkmak… Parça parça olmuş bir zemin; parça parça olmuş İslam bünyesi, parça parça olmuş Kur’ân müessesesi… Bütün bunları böylece bırakarak Allah’ın huzuruna gönül inşirahıyla, yüz açıklığıyla çıkabilme cesaretini gösterecek Müslüman var mı bilmiyoruz?

Gelin O’nun namına bütün kâinata küselim! Allah namına bütün dünyayı feda edelim. Feda edelim ki böyle bir yok oluştan sonra Allah’ı bulalım. Yok olalım ki yok olduktan sonra var olalım. Yok olmadan, yıkılmadan, ayaklar altında çiğnenmeden, etrafında kurduğun surlar hâk ile yeksân olmadan, bâğistanın hâristan olmadan, suların kurumadan, seman yağmurdan mahrum kalmadan, zeminin ot bitmez hâle gelip taş kesilmeden Allah’a kavuşmayı, Resûlullah’ın rızasını elde etmeyi ve Kur’ân’ın cemaati olma ümidini kafadan çıkartmak gerekir. Bunun boş bir hülya olduğunu kalbe yerleştirmek; önce bunları idrak ettikten sonra iddia edilmesi icap eden şeyleri iddia etmek gerekir.

Allah bizi hakiki manasıyla Müslüman eylesin. Allah, bizi Kur’ân’ın getirdiği dürüstlükten, hakkaniyetten ayırmasın.

Allah’ın koruyucusu, Hazreti Muhammed’in şefaatçisi olduğu bir cemaatin korkmaması, irkilmemesi, icap ettiği zaman canını, malını, her şeyini feda etmesi gerekirken ortada aksine bir zillet, bir korkaklık, bir ruhsuzluk, bir hissizlik göze çarpmaktadır. Hayatından, çoluk çocuğundan, eşinden dostundan endişe edenler görülmektedir. Allah için bunların ne ehemmiyeti var? Resûlullah yolunda bunların ne kıymeti var?

Allah bir kere “Ben sizden razıyım.” dedikten sonra dünyayı şöyle elinin tersiyle itmek gerekirken fâni, ehemmiyetsiz, değersiz, basit şeylere bütün duygu ve latifelerini bağlayıp da “Aman dünyam kaçmasın, aman oğlum şöyle olmasın, aman kızım böyle olmasın.” gibi boş hülya ve kuru sevdalarla Allah’ı terk etme, Resûlullah’ı bırakma cidden akılsızlıktır. Kur’ân’ın bize telkin ettiği İslam anlayışıyla taban tabana zıt bir keyfiyettir. Allah, rızasına uygun eylesin.

Allah, şu mübarek günde bizleri kendisine dönmüş bir cemaat eylesin. Sebeplere riayetle beraber hiçbir sebebe güvenmeyen, sadece Sen varsın, yetersin diyecek kadar izzet gösteren, imanda peklik gösteren bir cemaat hâline getirsin bizi.

Âmîn.

8 Aralık 1967, Alemizade Sırönü Camii, Edremit


68 Tirmizî, tefsîru sûre (5) 4; Saîd İbn Mansûr, es-Sünen 4/1504.

-+=
Scroll to Top