43. Sağlam İrade, Sağlam İman
قُلْ هٰذِه۪ سَب۪يل۪ٓى اَدْعُوٓا اِلَى اللهِ عَلٰى بَص۪يرَةٍ اَنَاۨ وَمَنِ اتَّـبَعَن۪ىۘ وَسُبْحَانَ اللهِ وَمَآ اَنَاۨ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
“Ey Resûlüm de ki: ‘İşte benim yolum budur! Ben insanları Allah’ın yoluna, düşünmeksizin, taklit yolu ile değil, delile dayanarak, idraklerine hitap ederek davet ediyorum. Ben de bana tâbi olanlar da böyleyiz. Allah’ı bütün eksikliklerden tenzih ederim. Ben asla müşriklerden değilim.’” (Yusuf Sûresi, 12/108)
Muhterem Müslümanlar!
Bir insanın hayatta istikamet sahibi olması, dürüst yaşaması onun dürüst bir kanaate sahip olmasına bağlıdır. Allah indindeki, Resûlullah nezdindeki kıymet ve değeri de yine bu dürüst kanaate bağlıdır.
Dünya ve âhiret işlerini halletmesi, büyük hâdiseler karşısında dayanması, dehrin hâdiselerine mukavemet etmesi yine bu büyük, sağlam, köklü kanaate bağlıdır. Dünyaya ait ne kadar işi varsa hepsini ancak bu sağlam kanaatiyle halledecektir.
Öyle sağlam kanaate sahip olmayan bir insan bir miktar koşsa, yorulsa, çabalasa bile bir noktadan sonra usanıp yaptığı işi bırakırsa, o âna kadar yaptığı bütün çalışmalar boşa gider. Âhireti kazanmak isteyen kimse kesinlikle bilsin ki âhireti yine kanaatinin sağlamlığıyla kazanacaktır.
Âhirete giderken bazen öyle meşakkatli yollardan, öyle çileli yollardan, öyle ıstırablı yollardan geçmek icap eder ki insan, orada Resûlullah’ın sesini duymazsa o yollar aşılmaz, vicdanında O’nu dinlemezse, kalbinde O’ndan gelen havayı hissetmezse o yollar selamete gitmez. Bütün bunlar kanaat sağlamlığına, sağlam bir akideye, köklü bir anlayışa bağlıdır.
İnsanların, kendisinden memnun olması, onun yanında rahat etmeleri yine o insanın köklü bir kanaate, sağlam bir imana, sağlam bir anlayışa bağlı bulunmasına bağlıdır.
Akidesi sağlam olmayan, sağlam bir kanaati bulunmayan, Allah’a ve O’na hesap vereceğine inanmayan insandan herkes rahatsız olur, herkes onun yanında huzursuzdur. Dünyanın rahatını kaçıranlar, Allah’a inanmayan insanlardır.
Öyleyse dünyada ve ukbada bize ve bütün insanlığa pek çok şey kazandıran mesele, bir insanın en mühim meselesidir.
Köprüler işte bu sağlam akideyle geçilecek, göklerde onunla uçulacak, dikenli tarlalardan onunla geçilecektir.
Bu, bir müminin, bir insanın en mühim meselesidir. En mühim meseleye karşı biz çok yabancı ve çok yayayız.
O kanaati kalbimize ne türlü yerleştirmek gerekiyor?
Sabahlara kadar Allah demekle mi?
Sabahlara kadar tefekkürle mi?
Sabah akşam Allah’ın âyetlerini tefekkür etmekle mi, araştırmakla mı, kitap karıştırmakla mı?
Hatta bu mevzuda gerekirse bütün zorlukları göze alarak uzun seferler katetmekle mi?
Dünyamızı ve ukbamızı bize kazandıracak bu sağlam itikadı içimize koymak hangi yolla olacak ise onu bulmalıyız. Basiretimiz varsa, idrakimiz varsa bunu elde etmek için gayret etmeliyiz.
Size deseler ki yerin altındaki ateş tabakaları yavaş yavaş yukarı doğru çıkmaktadır, yakında hepiniz helak olacaksınız. Ancak bundan kurtuluşun bir yolu var; o da başka bir gezegene gitmektir. Başka bir gezegene de bütün insanların bugün taşınmasına imkân ve ihtimal yoktur… Ne yaparsınız, biliyor musunuz? Her şeyinizi satar, füze üslerini geliştirmeye çalışırsınız. Bir an evvel bunları çoğaltsınlar da bizi başka bir gezegene atsınlar diye. Oraya gitseniz sanki ne olacak? Üç beş sene daha fazla yaşayacaksınız. Sonra ölüp gideceksiniz. Öldükten sonra başkaları da sizi memnun ve mesut edemeyecek.
Dikkat buyurun! Küçük bir hâdise karşısında her türlü meşakkate katlanmayı, sadece dünya saadeti için bunlara katlanmayı göze alan insan, dünya ve ukba saadetine sebep olacak bir meselede böyle tehlikelere ve zorluklara göğüs germezse elbette akıllıca davranmamış olacaktır.
Onun için bizim yolumuzu bulmamızda, Kur’ân karşısında vaziyetimizi almamızda, kâfirler içinde temayüz etmemizde, onlara karşı zillet ve meskenetten kurtulmamızda, İslam’ın izzetiyle arz-ı dîdâr etmemizde, kısaca bütün meselelerimizde nokta-i istinat ve istimdadımız, yani dayanak noktamız kalbdeki imanımızdır.
Allah Resûlü’nü aziz eden, O’nu insanlığın başına çıkaran, insanlığın başına taç yapan, O’nun o râsih, sağlam inancıdır. O’nun arkasındaki o mükemmel saffı, bütün insanlığın mahbubu hâline getiren yine onların o sağlam imanlarıdır.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) âdeta elindeki kaşığıyla insanlığı karıştırdı; bozuğu bir tarafa, düzgün, müstakim, saf, temiz ve berrakı bir tarafa ayırdı. O’nun cemaatinin içine de ilk başlarda bozuklar, bulanıklar karıştı; fakat bunlar o cemaat içinde uzun süre tutunamadılar, dayanamadılar.
Allah Resûlü’nün daire-i kutsiyesi; kirli, paslı, liyakatsiz, Allah yolunda azimli olmayan, iradesiz, sefil arzularının esiri olan insanları çabucak temizleyip atıverdi.
Bu sebepledir ki Resûlullah’ın hayatının sonuna doğru İslamiyet’e dehalet eden, fakat gelip bir türlü kurb-u huzuruna müşerref olamayan, O’nun mübarek cemalini göremeyen, nuranî sohbeti ile müşerref olamayan pek çok kimse inanmış göründüğü hâlde daha sonraları irtidat etti, küfür yolunda oldu ve öylece öldü. Buna karşılık O’nu görmüş, O’nu tanımış, O’nu gerçekten anlamış kimseler ise sonuna kadar iman davasında sebat ettiler.
Hazreti Ömer’in bir kardeşi vardı: Zeyd. Hazreti Ömer’den evvel İslamiyet’e girmiş, ondan evvel Resûl-i Ekrem’in yanında yerini almış, ondan evvel de şehit olmuş, Allah’a kavuşmuş bir insandı. Hazreti Ömer, hep onu takdirle yâd ederdi. Vefat ettiğinde arkasından aylarca ağlamıştı.
Yalancı peygamber Müseylime sonradan görmüş, sonradan inanmış, imanı içine oturtamamış, İslam yolundan geri dönmüş biri idi. Bir sürü insanı Yemame’de başına toplamış, İslam’a karşı koymuştu. Zeyd de bu Yemame harbinde Müseylime’nin taraftarlarıyla savaşan Müslüman ordusu içinde bulunuyordu. Bu ordunun içinde aynı zamanda Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salim de vardı. İslam’da yerini almış büyük insan Salim… Salim de Zeyd gibi öyle kıymetli, öyle ağır biri idi ki Hazreti Ömer’e, vefat etmek üzereyken, “Yerine kimi tavsiye edersin?” diye sorulduğunda, “Eğer Yemame’de şehit olmamış olsaydı Huzeyfe’nin azatlısı Salim’i tavsiye ederdim.” demiştir.
Savaşın kızıştığı bir esnada Salim’in ağzından şu cümleler döküldü: “Ben ki Kur’ân’ı ezberledim. Ben ki Kur’ân’ın içinde Allah’ın benden istediklerini bildim. Ben bugün ölmezsem kim Kur’ân’ın uğrunda ölür ki?” O bunları söyleyince arkasındaki saf da sıklaştı, kenetlendi. Hepsi Kur’ân’ın mübarek kalesinin muhafazası için lazım gelen her şeyi yapıyor; baş veriyor, kol veriyor, bacak veriyor, ölüyorlardı. Salim de orada şehit oldu.
Hazreti Ömer’e kardeşinin şehid olduğu haberi gelince o, “Yemame’den kokun geliyor.” diye ağlıyordu. Ömer’i ağlatan diğer önemli bir husus da esasında insanların irtidat etmeleri, dinden çıkmaları, kılık kıyafet değiştirir gibi kalblerini değiştirmeleri, kalblerini değiştirmelerinin yanında davranışlarını da değiştirmeleriydi. Ömer işte bundan endişe ediyordu.
Şehit olan kardeşini sena ederek şöyle diyordu: “O, benden evvel İslam’a girdi, benden evvel Resûl-i Ekrem’i ve Allah’ı memnun etti, benden evvel de Resûlullah’a gitti ve kurtuldu. Benim ise ne olacağım belli değil!”
O, bunları söylerken birden karşısına birisi çıktı. Onun da kardeşi Yemame’de ölmüştü. Ancak öyle bir ağlıyor, öyle bir ağlıyordu ki sormayın… Bu, ağlama Hazreti Ömer’in dikkatini çekti. Adama, “Bu kadar ağlamak niye? Niçin bu kadar feryat ediyorsun? Niye Allah’a karşı teslimiyet ve tevekkülün yok?” deyiverdi. Adam, “Yâ Ömer, sen niye ağlıyorsun?” diye sorunca Ömer, “Ben kardeşim Zeyd’e ağlıyorum.” diye cevap verdi. Adamın cevabı yürekleri yakıcı mahiyetteydi: “Senin kardeşin Resûl-i Ekrem’in yolunda şehit oldu. Ben gözümle gördüm, bayrak omuzundaydı. O gün cansiperane mücadele ve mücahede etti. Bir de bana sor, sen niye ağlıyorsun? Benim kardeşim de o gün öldü, ama dayanamamış, İslam’dan dönmüştü. O gün Müseylime’in ordusunda, irtidat etmiş insanların arasında öldü.”69
Evet, kanaat ve iman, insanın içinde rasih hâle gelmez, sağlamlaşmaz, oturaklaşmazsa insan küçük bir tehlike, küçük bir meşakkat karşısında yolundan dönebilir. Girdiği, kazandığı, katlandığı şeyler boşu boşuna gidebilir.
Benzer bir vak’a da Ümmü Şerîk’in başından geçer. Ümmü Şerîk, imanı içine oturtmuş bir kadındı. Kendi ifadesine göre onu dininden döndürmek için müşriklerin yapmadıkları şey kalmadı. Gerisini onun ağzından dinleyelim:
“… Bal sürülmüş ekmek veriyorlar ama bir damla sudan mahrum bırakıyorlardı. Öğle olup güneşin sıcaklığı arttığında mola verdiler. Bizler güneşin altında sıcaktan yanarken onlar çadırlarını kurdular. Beni güneşin altında bıraktıkları için (âdeta) aklımı kaybettim, artık görmüyor ve duymuyordum. Üç gün bu şekilde davrandılar. Üçüncü gün bağlı olduğum dini bırakmamı istediler. (Bilincim neredeyse kapalı olduğu için) söylediklerini ancak kelime kelime anlıyordum. Ben de Allah’ın bir olduğuna işaret etmek için parmağımı yukarı doğru kaldırıyordum.”
Gözü küfürle dönmüş kimseler bu türlü işkenceyi yapıyorlardı, hem de bir kadına. Kâfir küfrünün gereğini yapıyor, mümin de imanının gereğini yapacaktı. Nitekim bu yüce kadın da imanının gereğini yapıyordu:
“Bana uzun bir süre bu şekilde işkence ettiler. Bu hal üzere devam ederken birden göğsümün üzerinde bir kovanın serinliğini hissettim. Kovayı tutup bir yudum içtikten sonra kova göğsümden çekildi. Gökle yer arasında asılı duran kovayı tutamadım. Sonra kova tekrar bana doğru sarkıtıldı. Kovadan bir yudum daha içtim. Baktım ki kova yine gökle yer arasında asılı. Üçüncü defa sarkıtıldığında kovadan yine içtim. Artık suya kanmış susuzluğum gitmişti. Kovadan başıma, yüzüme ve üzerime su serptim. Geldiklerinde beni zinde, canlı ve üstüm başım ıslanmış bir şekilde bulunca su tulumlarına koştular. Ağızlarının bağlı ve çözülmemiş olduğunu görünce, ‘Senin Rabbinin bizim de Rabbimiz olduğuna inandık…’ dediler, hepsi birden Müslüman olup Allah’ın Resûlü’ne hicret ettiler.”70
Ümmü Şerîk, iman içine kök saldığından, sağlam bir temele dayandığından dolayı Allah’a yöneldikten sonra artık asla geri dönmüyordu. Ama içine iman oturmayan çokları döneklik yapıp Kur’ân’ı, Allah’ı ve Resûlullah’ı bırakıyorlardı. Yemame’de bırakıyorlar, dünyanın değişik yerlerinde başlarına gelen bir kısım hâdiseler karşısında bırakıyorlardı. Üniversitede bir koltuk karşılığında bırakıyorlar, adliyede bir makam karşılığında bırakıyorlar, diyanette bir mevki karşılığında bırakıyorlar, dinini, imanını, Kur’ân’ını bırakıyorlardı… Çünkü iman onların içlerine oturmamıştı.
Muhterem Müslümanlar!
İnsana şahsiyet kazandıran, insanı oturaklaştıran şey imandır. Dünyevî bütün müşkülleri halleden imandır. Bütün tehlikelere seve seve göğüs gerdirecek, bütün meşakkatlere katlandıracak şey imandır. Asrın hâdiselerine karşı insanı izzetiyle ayakta tutacak şey yine imandır. Bu imanı kazanmanın yolu, bunu en birinci mesele bilerek âfâkî ve enfüsî araştırmalar yapmak suretiyle elde etmektir.
Cenab-ı Hak bu yola bizleri hidayet eylesin. Kur’ân ve iman davasında bizleri sabitkadem eylesin. Bu yoldan dönmekten masun ve mahfuz buyursun.
Âmîn.
5 Nisan 1974, Alemizade Sırönü Camii, Edremit
69 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/377-378.
70 İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-kübrâ 8/156.