5. İSMET
a. GENEL MÂNÂDA İSMET
aa. İsmetin Lügavî ve Istılâhî Mânâsı
Peygamberlerin sıfatlarından birisi de, onların masum ve günahsız olmalarıdır. Buna biz, “ismet” diyoruz.
İsmet, lugatte “menetme, engelleme veya himayeye alınmış, korunmuş” mânâlarına gelir. Istılahta ise ismet, peygamberlerin küçük-büyük bütün günahlardan –Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle– korunmuş olmaları demektir. Yani Allah (celle celâluhu), peygamber olarak göndereceği kuluna asla günah işleme fırsatı vermez.. ve O, peygamberlerine günah işletmez.
Bu kelime Kur’ân-ı Kerim’de de çeşitli vesilelerle zikredilir. Bu cümleden olarak şu misalleri verebiliriz:
Hz. Nuh (aleyhisselâm) oğluna hitaben: يَا بُنَيَّ ارْكَبْ مَعَنَا “Gel yavrum, sen de bizimle beraber gemiye bin!” dediğinde oğlu سَاٰوِۤي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَۤاءِ “Bir dağa sığınırım, o, beni sudan korur.” cevabını verir. İşte bu âyette geçen يَعْصِمُنِي fiili “ع ص م” kökünden gelir ki, “ismet”le aynı mânâyadır ve korunmak demektir. Hz. Nuh (aleyhisselâm) da, oğluna verdiği cevapta aynı kökten gelen bir kelime ile mukabele eder: لَا عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللّٰهِ “Bugün Allah’ın emrine karşı koruyacak yoktur!” der.511 “Âsım”, ister kendi mânâsına isterse “Masum” mânâsına kullanılmış olsun, çok fazla fark etmez.
Her ikisinde de biri “koruyan”, diğeri “korunmuş” olmak üzere “ismet” kökü etrafında döndüğünü görürüz.
Zeliha, Yusuf’un iffet ve ismetini anlatırken وَلَقَدْ رَاوَدْتُهُ عَنْ نَفْسِهِ فَاسْتَعْصَمَ “Ondan kâm almak istedim, o ise iffetli davrandı.” der.512 Âyette geçen اِسْتَعْصَمَ “Korundu, kaçındı, imtina etti.” gibi mânâlara da gelir.
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا âyetinde513 geçen اِعْتَصَمَ sımsıkı sarılmak ve kopup gitmemek için bir şeye sağlam tutunmak demektir ki, bu da, Allah’ın ipine tutunmayı emirdir. O ipe tutunan, düşmekten ve sapmaktan korunmuş olur.
وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”514 âyetindeki يَعْصِمُكَ fiili de aynı mânâyadır.
ab. Her Peygamber Masumdur
Bütün peygamberler (aleyhimüsselâm) masumdur. Onların hayatında kasdî herhangi bir inhiraf söz konusu değildir. Onlar, seçkin ve kudsî olarak yaratılmış müstesna insanlardır. Sadece hayırlı değil, hayırlılar içinde de en seçkinlerinden daha seçkindirler. Ve onlar bütün bir hayat boyu da bu seçkinlik ve kudsiyetlerine zerre kadar gölge düşürmemişlerdir.
Nebilerin fıtratları sâfi, ruhları ulvî, iradeleri sağlam ve gönülleri de pırıl pırıldır. Allah’tan (celle celâluhu) gelen tecellîler onlarda, geldiği keyfiyet üzere tebellür eder ve kendi buudlarıyla görülür ve sezilir. Onlar güneş şualarını aksettiren ve aynen yansıtan bir sızıntı, bir reşha gibidirler; onların gönüllerinde ışık kırılması veya renk istihalesi olmaz.!
Evet, öyledir; mantıken de öyle olması gerekir. Çünkü nebiler, tebliğ vazifesiyle aramızda bulunurlar… Onların varlık gayesi, sadece ve sadece tebliğdir. Yani, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve buyruklarına ilk muhatap onlardır.. ve aldıkları emirleri insanlara olduğu gibi aktarırlar. Eğer peygamberler, böyle dupduru bir ruh yapısına sahip olmasalardı, gelen ilâhî mesajları, geldiği gibi intikale muvaffak olamazlardı. Hem de, ilâhî vahiy onların saydam olmayan mahiyetlerine, duru olmayan gönüllerine, saf olmayan vicdanlarına çarpar, âdeta ışık gibi kırılır ve ışığın kırılıp başkalaşması misillü, bu mat satıh ve bünyeler her şeyi kendi his, duygu ve düşüncelerinin alaca karanlığında değerlendirir, isteyerek veya istemeyerek çarpıtırlar. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın istek ve emirlerine uygun keyfiyeti de kaybolur gider.
Nebiler, aynı zamanda, Zât-ı Akdes ve Mukaddes’e ait esrarı bize intikal ettirmek için birer ayna vazifesi görürler. Bu aynanın tertemiz olması gerekir ki, vicdanlara aksettirdiği hakikatler yanıltıcı olmasın.
İnsan; iman, itikat ve amele ait bütün dinî hükümleri peygamberler vasıtasıyla öğrenir. İnsan, onlarda dini en kâmil ve mükemmel hâlde görmelidir ki, onlara ittiba ile dünya ve ahiret saadetini elde edebilsin.. insanlara kudve ve imam olan küllî rehberler, eğer günah işleyecek olsalar, onlara ittiba nasıl caiz olabilir ki? Onlara ittiba, insanda istikamet arayışı düşüncesine bağlıdır. İnhiraf edebilen insanların arkasından gitmek, insandaki bu arayış düşüncesine terstir. Hayır, hiçbir peygamber günah işlememiş ve hepsi de bütün hareket ve davranışlarında en güzel, en mükemmel bir hayat yaşamış ve hayatlarını hep aynı istikamette geçirmişlerdir. Kendisi Cennet’e ehil olmayan bir insanın, insanların elinden tutup onları Cennet’e ehil hâle getirebileceğine inanmak ne kadar zordur. Evet, hâlbuki Cenâb-ı Hak, bütün peygamberleri, insanları Cennet’e ehil hâle getirsinler diye göndermiştir.
Peygamberlerin masumiyetindendir ki, ilâhî vahye dayanan din ile, beşerî sistem ve teoriler arasında, kıyas kabul etmeyecek ölçüde, dine ait bir üstünlük göze çarpmaktadır. Eğer durum böyle olmasaydı, netice de böyle olmazdı.
Elbette, peygamberlerin hususiyle de nübüvvetten evvel, kendilerine göre bir idealleri vardı.. ve bunun böyle kabul edilmesinde de bir mahzur yoktu. Her hâlde ondandı ki, Allah Resûlü, insanlığın kurtuluşu için kıvranırken O’nun nübüvvet öncesi, Nur Dağı’nda yaşadığı sancılar bu kabîl gaye-i hayal buudlu hafakanlardı. Evet, O’nda bir ideal ve bir gaye vardı; o da; bu insanlar, bu bataklıktan muhakkak kurtarılmalıydı. Ne var ki; onun sınırı işte burada bitiyordu. İnsanlığın kurtarılma reçetesi O’na ve O’nun düşüncesine ait değildi. O reçete doğrudan doğruya vahiy kanalıyla Cenâb-ı Hak’tan gelecekti.
İşte, idealizmle vahiy yolu burada birbirinden ayrılır: Biri tamamen beşerî, diğeri ise tamamen ilâhîdir. Öyleyse, o ilâhî sistemi yüklenecek nebi de, diğer idealistlerden tamamen ayrı bir ruh yapısına sahip olmalıdır ve öyle olmuştur.
Burada şunu da kaydetmeden geçemeyeceğim: Nasıl ki, nebiler idealistlerden ayrılmıştır ve nebiler masumiyetle donatılmıştır. Öyle ise, nebiye ittiba eden ümmet de aynı yapıya ve aynı masumiyete sahip olmalıdır. Nebi cemaatini diğer yığınlardan ayıran özellik de bence işte budur!
Şüphesiz, herkesin bir ideali olmalıdır. İdealsiz insanlar başıboş ve yörüngesiz sayılırlar. Onun içindir ki, bir söz sultanı: “Gaye-i hayal olmazsa ya nisyan veya tenasi edilse ezhân enelere döner.”515 demektedir. Gaye-i hayal, eski bir tabirdir ki, bugün mefkûre ve ideal kelimeleriyle karşılamaya çalışıyoruz.
Peygamberlerin masumiyet ve günahsızlıkları, onlarda fıtrat ve yaratılış hâline gelmiş ve âdeta günahsızlık onların yapılarının bir buudu olmuştur. Ayın yüzünde, güneşin bağrında bir kısım siyah lekeler bulunabilir; fakat bir nebinin ruhunda, günahın gölgesi dahi misafir olamaz.
Bir veli günah işlese, meselâ, farkında olmadan ağzından hilâf-ı vaki söz çıksa, o veli bütün bir ömür boyu vicdanında bunun ızdırabını yaşar. Hâlbuki, farzımuhal, böyle bir söz, nebinin dudaklarından dökülecek olsaydı, onun vicdan azabı mahşerde de devam ederdi. Onun içindir ki, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), hayatında söylediği üç târiz516 cümlesinin (Târiz, yalan değildir. O, doğruyu ifade etmekle beraber “Limaslahatin” muhataba mantûk dışı bir mânâyı ilhamdır ki hep yaparız.) ızdırabını mahşerde de çekmekte, kendisine şefaat etmesi için başvuranları Hz. Musa’ya (aleyhisselâm) göndermektedir.517
Evet, hem O hem de bütün peygamberlerin vicdanı günaha karşı bu derece duyarlı ve âdeta kapalıdır.
Biz, bu konuyu tahlil etmeyi düşünürken, Efendimiz’in masumiyetini anlatmak istiyorduk. Ancak, bütün nebiler, Allah Resûlü’nün ifadesiyle “Ebnâü allât”518 yani aynı babanın evlâtlarıdır.. evet, onların hepsi de aynı babanın terbiyesinde yetişmiş evlâtlar gibidir. Onun için biz de, bütün peygamberlerin masumiyetine kısa da olsa temas etmeden geçemeyeceğiz. Hatta, o yüce ruh ve müstesna kametlerden, bilhassa, muharref kitaplar vasıtasıyla üzerlerine çamur atılmak istenenleri, bizzat inceleme mevzuumuza dahil edecek ve Kur’ân’ın aydınlık tayfları altında onlara atılan iftiraların iğrençliğini gözler önüne sermeye çalışacağız. Ancak yukarıda da temas ettiğimiz gibi bizim esas konumuz, Allah Resûlü’dür ve O’nun masumluğu da bu faslın ana mihveridir.
Evet, her peygamber masumdur. Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise, Masumlar Masumu’dur. Zira O’nun mahiyeti bütünüyle ilâhî tecellîlerle yoğrulmuş ve O’nun gönül aynasında daima Allah (celle celâluhu) mütecellî olmuştur. Böyle bir mahiyet ve böyle bir gönüle sahip olan o yüce Ruh, elbette Masumlar Masumu olacaktır…
Allah (celle celâluhu), hususî ve çok büyük bir dava için, o davayı anlatmak üzere hususî ve ısmarlama insanlar seçmiştir ki, işte bunlar peygamberlerdir. O, bu peygamberleri, hususî durumları itibarıyla, hususî olarak hep korumuştur. Bu da, onları ismet sıfatıyla donatması ve musumiyet ufkunda tutması demektir. Çünkü onlar, her zaman, o muallâ ve müberra mevkilerini korumalıdırlar ki, bütün insanlığa rehber ve imam olabilsinler. Onların cübbe ve sarıkları her türlü çamur ve pislikten korunmuş olmalı ki, imamına bakıp ona göre vaziyet alma durumunda olanların gözleri, başka yerlerle meşgul olmasın. Onlar, insanlığı Allah’a ve Allah’ın rızasına götürmek için yol rehberi ve seyahat garantörleridir. Hâlbuki hiçbir günahta hatta en ufağında dahi, Allah’ın rızası ve hoşnutluğu yoktur. Kendisi Allah’ın rızasından mahrum bir kimse, nasıl başkalarını O’nun rızasına kavuşturacak ki? Bu kat’iyen mümkün değildir. Öyleyse peygamberlerin günah işlemeleri de mümkün değildir.
ac. Peygamberler Küçük-Büyük Günahlardan Masumdur
Cumhura göre, peygamberler, günahın küçüğünden de büyüğünden de korunmuştur. Onlar, günahın en küçüğünü dahi işlememişlerdir. Bazı peygamberlere isnat edilen sürçme ve hatalar ise, evvelâ günah değildir; ikinci olarak da onların bu sürçmeleri, peygamberliklerinden evvel vuku bulmuştur. Her iki durumda da peygamber, peygamber olarak masumdur. Hem “zellât” dediğimiz sürçmeler, onların makam ve durumlarıyla alâkalıdır. Yani bu zelleler, normal ve sıradan insanlar için hata değil; onlar, Allah’a (celle celâluhu) herkesten daha yakın olan mukarrabîn için birer hata sayılmıştır.
Dolayısıyla, tamamen onların makamlarıyla alâkalı bu sürçme tabirini sıradan bir mesele olarak değerlendirmenin yanlış olacağı kanaatindeyim.
Onlar nasıl masum olmaz da günah işleyebilirler ki, bizler bile beşerî ölçüler içinde, üç paralık bir yere memur tayin edeceğimiz insanlar için güvenlik tahkikatı yaptırtıyoruz. Bir de o şahsa tevdi edilecek vazife peygamberlik gibi önemli bir vazifeyse.. evet, onun güvenlik tahkikatı yedi göbek ötesine kadar uzatılmalıdır!
Bu kadar basit ve tamamen dünya ile alâkalı hususlarda dahi insan seçiminde, bu derece hassas davranılır da, en ulvî.. ve hem dünya hem de ukbâyı kucaklayan bir vazife, bir memuriyet ve bir kurmaylık için, o vazifenin çapıyla mütenasip hassas davranılmaz mı? Ve o vazifenin tevdi edileceği insanda, o vazifeye liyakat aranmaz mı?
Düşünün ki, nebiye vahiy getirecek olan melek dahi, melekler arasında emniyetiyle temayüz etmiş ve kendisine böyle bir vazife, bu vasfından dolayı verilmiştir. Kur’ân-ı Kerim, Cibril (aleyhisselâm) hakkında مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ “Orada kendisine itaat edilir, o emîndir.”519 demektedir. O, hem Allah’a (celle celâluhu) karşı çok mûtî hem de vahyi taşımaya en emindir. Şimdi, vahye aracı olan melekte bu vasıflar aranır da, vahyi temsil edecek olan peygamberde aynı vasıflar aranmaz mı?
Evet, Allah (celle celâluhu), böyle kudsî ve bir o kadar da nezih bir vazifeyi bir sahtekâr, bir hırsız, bir sarhoş, bir ırz ve namus düşmanıyla asla temsil ettirmez. Böyle âdî ve düşük zaafları, sıradan insanlar bile iğrenç bulurken, nasıl olur da bunlar bir peygamberde bulunabilir.? Ve böyle ayıp ve kusurları peygambere yakıştırabilen müfterilere nasıl insan ve nasıl akıllı denebilir? Evet kirli insan, pâklığın ve berraklığın temsilcisi olamaz. Ve öyle insanlara da peygamber denemez. Tabiî peygambere böyle bir kirlilik isnat edene de insan denmez..!
Evet, akıl peygamberlerin masum olmasını gerektirir. Ve yine akıl nebilerin davasını omuzlamayı kendisine şiâr edinen kudsîlerin de ismet ve günahsızlığı gaye-i hayal hâline getirmelerini iktiza eder. Hem öyle iktiza eder ki, onlara, günaha girmek Cehennem’e girmekten daha ızdırap verici olmalıdır!..
İsmet çok önemlidir. Aslında, enbiyâ-ı izâm da, âdeta hayatlarıyla hep ismetlerini sergilemişlerdir. Muharref kitapların “hezeyan” diyebileceğim birkaç sözü istisna edilecek olursa, zaten peygamberlere günah isnat eden de yoktur. Kur’ân-ı Kerim, onları o yüce kametlerine uygun ele almış ve her zaman birer nezahet âbidesi olarak gözler önüne sermiştir.
Gökte Cebrail, Azrail, Mikâil ve İsrafil ne ise, yerde de peygamberler odur. Ancak biz, bu yüce kametlerden sadece, Kur’ân’ın bize bildirdiklerini bilebiliyor ve isimleriyle yalnız bunları söyleyebiliyoruz. İbrahim Hakkı, onları şiirleştirir ve şöyle anlatır:
Nebiler ismini bilmek dediler bazılar vacip,
Bu peygamberlerin hemen hepsi, üzerlerine dıştan bir nokta dahi konmamış beyaz kağıt gibidirler. Onlara ne yazıldıysa hepsini Cenâb-ı Hak, kudret eliyle ve kader kalemiyle insanlara rehber olmaları için yazmış ve insanlığın müşâhede, takdir ve istifadelerine sunmuştur.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, bazı âlimler, onların peygamberlikten önce zellelere maruz kalabileceklerini kabul etmişlerse de, bu görüş az bir grubun görüşü olmaktan öte geçmemiş mercûh, dolayısıyla da mecrûh bir görüştür. İslâm âlimlerinin kâhir çoğunluğu peygamberlerin çocukluk dönemlerinde dahi korunduklarını kabul etmektedirler. Bu görüşü teyit eden birçok nass vardır.
ad. Peygamberlerin Masum Olduklarına Deliller
Cenâb-ı Hak, minnet sadedinde Hz. Musa’ya (aleyhisselâm) şöyle der: وَأَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِنِّي وَلِتُصْنَعَ عَلَى عَيْنِي “Ey Musa! Gözümün önünde yetişesin diye seni sevimli kıldım.”520
Bu âyetten anlaşılıyor ki, Allah (celle celâluhu), Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) Firavun’un sarayına yerleştirmekle, onun terbiyesini ne Firavun’a ne de Musa’nın (aleyhisselâm) anasına bırakmıştı. Allah (celle celâluhu), onun gözüne başka hayaller girmesin, ruhunu yabancı düşünceler sarmasın diye onun terbiyesini bizzat kendisi yapmış ve Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) bizzat kendisi yetiştirmiştir. Böyle bir gözetimle yetişen nebi, masum olmaz da başka ne olur ki? Çocukluğundan itibaren o, Allah’ın (celle celâluhu) gözetimi altındadır ve en iyi bir terbiye ile terbiye edilmiştir.
Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur: “Bütün doğan çocuklara şeytan temas eder. Ancak bundan Hz. İsa (aleyhisselâm) ve annesi istisna edilmiştir.”521
Yani şeytan, o doğarken ona dokunamamıştır. Hz. İsa (aleyhisselâm) doğarken dahi Cenâb-ı Hakk’ın koruması altına alınmış bir peygamberdir. Öyleyse, böyle bir nebi hakkında nasıl günah tasavvur olunabilir ki?
Allah Resûlü hayatında iki defa düğüne gitmeye niyetlenmiş, ikisinde de Cenâb-ı Hak, O’na bir uyku hâli vermiş ve yolda uyuyup kalmıştır.522
Gitseydi gözlerinin harama bakması muhtemeldi. Demek ki, Allah (celle celâluhu), O’nu, böyle muhtemel günah sınırına dahi yanaştırmıyor ve koruyordu. Hâlbuki bu hâdiselerin olduğu sırada O, henüz peygamber olarak vazifelendirilmemişti.
O, daha çocuktu. Kâbe’nin tamiri işinde yardım etmeye çalışıyordu. Amcalarına taş ve kerpiç taşıyor ve sırtında taşıdığı taş ve kerpiçler çıplak olan tenini acıtıyordu. Tabiî O da bu durumdan rahatsız oluyordu. Hz. Abbas (radıyallâhu anh), O’na eteğini kaldırıp omuzuna koymasını tavsiye etti. O devirde bu, herkesin gayet normal saydığı bir hareketti. Efendimiz de öyle yaptı ve dizinden yukarısı biraz açıldı. Daha bir adım dahi atmamıştı ki, sırt üstü düştü ve gözlerini bir noktaya dikti, olduğu yerde donakaldı. Cibril, O’na, bu yaptığının doğru olmadığını anlatmış ve “Böyle yapmak sana yakışmaz.” demişti.523
Çünkü O, bir gün gelecek, o etekleri örtmek vazifesiyle de vazifelenecekti. İnsanlık O’ndan hayâ ve edep dersi alacaktı. Küçücük bir çocuk da olsa O, Cenâb-ı Hakk’ın hususî terbiyesi altında yetişiyordu.. evet Allah (celle celâluhu), çocukken dahi, Habîbi’ni günahtan, hem de günahın en küçüğünden dahi koruyordu…
Nasıl geleceğin erkân-ı harpleri, daha harp okullarında iken sicilleri itina ile tutulur. Sağa-sola kayıp kaymadığı hassasiyetle takip edilir. Evet, kırk sene sonra belli bir noktaya getirilecek bir insan, bütün bu kırk sene boyunca, kırmızıya mı boyandı, maviye mi boyandı, turuncuya mı boyandı, pembeye mi boyandı, bütün hâl ve davranışlarında gözetime tâbi tutulur, öyle de Cenâb-ı Hak, beşerî irşad kurmaylarını, ta çocukluklarından itibaren böyle takip eder, korur ve onlara günah işletmez. Cumhur dediğimiz âlimlerin ekseriyetinin görüşü bu merkezdedir.
Onlar insanlığın hayırlıları ve insanî faziletlerin de öz ve kaymağıdırlar. Bu kaymak, süt kaymağıdır ve süt içinden süzülerek alınır. Kur’ân-ı Kerim اَلْمُصْطَفَيْنَ الْأَخْيَارِ tabiriyle524 bize bunu anlatır. “Hayırlılar içinden seçilmiş.”, demektir. Yani nebiler, daha işin başında, insanların en hayırlılarıdırlar. Fakat en hayırlıların hepsi, nebi değildir; nebiler, onlar arasında da, en mümtaz olanlardan seçilir.
ae. Peygamberler Dışında İsmet
Meselenin bir başka yönü de “ismet”, peygamber olmayanlar için de söz konusu olabilir mi? Yani, peygamberlerin dışında, bazı seçkin insanları da Allah (celle celâluhu), günah işlemekten korur mu? Yine âlimlerin çoğunluğunu teşkil eden cumhurun bu mevzudaki görüşü, “Peygamberlerden başkasının masum olamayacağı” merkezindedir. Herkes, büyük veya küçük bir günah işleyebilir. Masumiyet, sadece peygamberlere hastır. Efendimiz’in bir hadisi de bu görüşü teyit etmektedir. Bu hadislerinde Allah Resûlü şöyle buyurur: كُلُّ بَنِي اٰدَمَ خَطَّاءٌ، وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ “Bütün insanlar hata işlerler. Hata işleyenler içinde en hayırlıları da tevbe edenlerdir.”525
Ancak burada bir noktaya dikkat etmek icap eder. Bir insanın farazî ve takdirî olarak hata ve günah işleyebileceğini söylemek, onun bilfiil günah işlediğini söylemek anlamına gelmez. Onun için, peygamberlerin dışında insanlığa kudve ve imam olacak dinî lider ve büyüklerin de Cenâb-ı Hak tarafından korunabileceğini söyleyebiliriz. Bunun Şia’ya ait, “İmam masumdur.” düşüncesiyle de uzaktan yakından alâkası yoktur. Meselâ, İmam Rabbânî günah işleyebilir mi, sorusuna hepimiz, “Evet, işleyebilir.” deriz. Çünkü İmam Rabbânî, peygamber değildir ve farazî olarak da günah işlemesi mümkündür. Fakat acaba İmam Rabbânî, hayatında hiç günah işlemiş midir? İşte bu soruya verilecek cevap yukarıdaki cevap olmayacaktır. Çünkü hiç kimse İmam Rabbânî’nin işlediği küçük bir günahı dahi göstermeye veya ispat etmeye muktedir değildir. Demek oluyor ki, zatında günah işleyebilir olmak, günah işlemiş olmak demek değildir. Cenâb-ı Hak, bu mânâda evliyâyı, asfiyâyı ve kendisine yakın mukarrabîni de korur, onlara da günah işletmeyebilir.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, evliyânın şâhı ve bütün büyüklerin sertâcıdır. Allah (celle celâluhu) bu büyük İslâm önderini de korumuş ve muhafaza etmiştir. Nitekim ona ait menkıbelerde şu anlatılır:
Yevm-i şekde insanlar mütehayyirdirler. Acaba yarın oruç tutulacak mı, tutulmayacak mı? Gelir bunu bir veliye sorarlar. O da onlara şöyle der: “Gidin bu gece Geylân’da bir çocuk dünyaya geldi. Anasına sorun, imsak vaktinden sonra eğer o çocuk süt emmişse, bayram yapın, emmemişse orucunuza devam edin.” Giderler ve çocuğun anasına sorarlar. Kadın: “Bu çocuk bugün niçin emmiyor?” diye hayıflanıp durmaktadır. Oradakiler: “Ana korkma, bu çocuk hasta falan değil, sen öyle bir evlât doğurdun ki, o, âleme baba olacak.” derler ve oruçlarına devam ederler…526 Bu bir menkıbedir ve edille-i şeriye açısından da kritiğe tâbi tutulmamalıdır. Yine, aynı zatın, yalan söylememek için, kendisini soyan eşkiyaya parasının yerini söylediği de rivayet edilir.
Allah, kendi yolunda olanları korur, muhafaza eder, onların günaha bulaşmasına mâni olur ki, bir âyette şöyle denilmektedir: يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُۤوا إِنْ تَتَّقُوا اللّٰهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ “Ey iman edenler! Allah’tan (celle celâluhu) sakınırsanız, O size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah (celle celâluhu) büyük ve bol nimet sahibidir.”527
Âyetten de açıkça anlaşılıyor ki, takva dairesinde hareket edenlere Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir koruması söz konusudur. O, müttakilere öyle bir hâssa vermiştir ki, onlar bu hâssa ile derhal iyiyi kötüden ayırt edip günaha girmekten uzak kalabilirler.
Başka bir âyette de şöyle denilir:
أَوَ مَنْ كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا كَذٰلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“Ölü iken kalbini diriltip, insanlar arasında yürürken önünü aydınlatacak bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp da çıkamayan kimsenin durumu gibi midir? İşte böyle kâfirlere işledikleri güzel gösterilmiştir.”528
Allah’ın (celle celâluhu) dinine omuz veren ve onun yücelmesini hayatına gaye edinen insanlar, bu ahid ve sözlerinde durdukları müddetçe: وَأَوْفُوا بِعَهْدِۤي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ “Siz Bana verdiğiniz sözde durun ki Ben de sözümü yerine getireyim.”529 ilâhî düsturu muvacehesinde bir muameleye tâbi tutulacak ve Cenâb-ı Hak tarafından korunacaklardır. Zira Cenâb-ı Hak, ayrı bir yerde de إِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ “Siz Allah’ın dinine yardımcı olursanız, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar, sizi kaydırmaz.”530 buyurmaktadır.
İşte bu türlü teminatla –inşâallah– ihlâs ve samimiyet içinde, Kur’ân ve iman hizmetinde bulunanlar, büyük günahlara girmez; hatta bazen küçüğünden de korunurlar. Fakat onlar hakkındaki teminat, şart ve takdire bağlıdır. Hiçbir kimse hakkında (peygamberlerin dışında) kesin teminat olduğu söylenemez. Ancak, bu türlü koruma ve muhafaza etmeler birer vak’a hâline gelirse, şahıslar hakkındaki ismet tasdiki ancak o zaman olur… Ve biz o zaman; “Falan şahsı Cenâb-ı Hak, günaha girmekten korudu, muhafaza buyurdu.” deriz. Evet, enbiyânın dışındakiler için istikbale ait teminat yoktur. Peygamberlere gelince onların korunmaları, mazi ve istikbal, bütün zaman dilimlerini kuşatmıştır.
Bir de tecrübe ve müşâhede ile sabit olan masumiyet var ki, Cenâb-ı Hakk’ın makbul kullarının Cenâb-ı Hak tarafından sıyanet ve koruma altına alındıkları görülür ve hissedilir.
Büyük insanlar bir yana, hepimiz, kendi hayatımıza dikkat etsek, şartları hazırlanmış nice günahlardan, hem de hiç ümit etmediğimiz saiklerle nasıl korunduğumuzu ve nasıl o günahlardan uzaklaştırıldığımızı görür hayret ve hayranlıkla dehşete düşeriz.
Ayrıca, sahabe ve sahabe yolunu takip eden insanların mazide işledikleri büyük hayırlar, sanki gelecek adına kurulmuş barikatlar gibi, onları günahtan korur ve korunmalarına vesile olabilir ve âdeta, لِيَغْفِرَ لَكَ اللّٰهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ âyetinin531 mânâsına onlar da dahil edilir. Bunlar bir bakıma, mazideki faziletli davranışlarının hatırına, Cenâb-ı Hakk’ın onları teminat altına alması demektir. Meselâ, bir şahıs belki günah işleyecek veya günaha ait bir yere gidecektir. Allah (celle celâluhu) onun ayağını kırar ve onu o günah mahalline göndermez. Gözüyle günah işleyecekse gözü görmez, eliyle işleyecekse bu defa da eli tutmaz olur. Bütün bu hâdiselerle ve engellerle Allah’ın (celle celâluhu), sevdiği o kulunu koruduğu anlaşılır. Dünya adına gelen o musibetler ise, ukbâsını kurtardığı için bir hiç hükmündedir.
Bir hadis-i kudsîde, mevzumuzla alâkalı olarak şöyle buyrulur:
وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ، وَمَا يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ، فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا
“Kulum Bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum nafilelerle Bana yaklaşmaya devam eder. Nihayet Ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”532
Bunun bir mânâsı şudur: Ben ona, hayrı, güzeli, iyiyi gösterir ve onu hep şer, kötü ve fena şeylerden korurum. Gözü olurum, onun gördüğü de, hep hayır olur. İçine mârifet damlar ve içinde daima bir hüşyarlık, bir uyanıklık hisseder. Daima Allah’ı (celle celâluhu) düşünür ve bu düşünce onun içinde âdeta yeşerir. O hep hayrı işitir, iradesi hep hayır tarafına meyleder ve o yönde çalışır. Önünde hayra mâni olacak ne kadar engel varsa ona bu engelleri aşmayı da kolaylaştırırım. O Bana yakındır, günahlarla onun kalbinin ve diğer duygularının yara almasını istemem.
Bu hadis-i kudsî şu sözlerle bitiyor: وَإِنْ سَأَلَنِي لَأُعْطِيَنَّهُ وَلَئِنِ اسْتَعَاذَنِي لَأُعِيذَنَّهُ “Eğer o Benden bir şey isterse hemen veririm, iki etmem. Ve bir şeyin şerrinden Bana sığınırsa onu korur muhafaza ederim.”
Demek ki, ister enbiyâ, isterse Allah’ın (celle celâluhu) salih kulları hakkında –diğerlerinin dediği gibi– günah, farazî ve takdirî olarak kabul edilse de peygamberlerin hepsini, salih kullarından da dilediğini Cenâb-ı Hak, korur ve onlara günah işletmeyebilir.
Hz. Ömer devrinde bir genç vardı. Bu genç mescitten hiç ayrılmazdı. Sanki o bir mescit kuşuydu. İbadetine dikkatli, nafileleriyle de Allah’a (celle celâluhu) yaklaşanlardan olduğu her hâlinden belliydi. Bir ara, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) bu genci mescitte göremez olur.
Zaten, cemaatin bazı mezheplere göre farz, bazılarına göre namazdan bir rükün ve en azından sünnet-i müekkede olmasının ve bir imam arkasında namaz kılmanın hikmetlerinden biri de bu değil mi? İmam, arkasına dönüp cemaatini süzecek ve gelmeyen varsa onu soracak.. bir derdi, bir sıkıntısı olup olmadığını öğrenecek.. hele bu imam Hz. Ömer (radıyallâhu anh), cemaat de ashab olursa.. Ömer, cemaat ne kadar kalabalık olursa olsun cemaatini çok iyi tanır ve âdeta her gün onları kontrol ederdi.
İşte bu genci görmeyince de böyle sormuştu: “Acaba falan gence ne oldu, bir iki gündür mescitte göremiyorum.” Cemaat önce cevap vermek istememiş ve herkes gözlerini yere çevirmişti. Ömer’le göz göze gelmemek için. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), cemaatteki bu garipliği görünce sorusunu tekrar eder ve içlerinden biri cevap verir: “Ey Mü’minlerin Emiri! Onu, uygunsuz bir yere giden yolda ölü olarak bulduk. Seni üzmemek için hemen namazını kılıp gömdük.”
Hz. Ömer, işi anlar. Sanki Ömer’in gözünden perde kalkmış ve genci asıl mahiyetiyle görmüş gibidir. Hâdisenin aslı şudur:
Bu genç mescide gelip giderken, evi o yolun üzerinde olan bir kadın, gence musallat olmuştur. Genç bekârdır ve kadın, onu yoldan çıkarabilmek için şeytanın bütün oyunlarını kullanmaktadır. Ancak her defasında genç, ondan gelen tekliflere karşı mukavemet eder, dayanır ve günaha girmekten kurtulur.
Ne var ki her insanın bir de zayıf ânı olur. İşte o gün de o gencin zayıf ânıdır. Kadın bütün âşüfteliğiyle ona işaret edince genç dayanamaz ve o eve doğru bir iki adım atar. Birden dudaklarında, gayr-i ihtiyarî bir âyetin temessülünü hisseder. Yani genç gayr-i ihtiyarî olarak bu âyeti devamlı ve ısrarla okumaya başlar. Önce farkına varmadan diline dolanan bu âyet, farkına vardığında onun işini bitirmeye yetmiştir. O semavî saika gibi gelen âyet şudur:
إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَۤائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ
“Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar, kendilerine şeytandan bir tayf, vesvese geldiği zaman hemen Allah’ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.”533
Genç sanki gökten kendisine bu âyetler yeniden nazil oluyor gibi bir ruh hâleti içine girer: Niyet ettiği işten dolayı Rabbinden çok utanır, hayâ eder.. Rabbinin ona olan bunca ihsanını unutup bir an dahi olsa günaha meylinden dolayı ürperir.. ve hele sürçme ânında bile Rabbinin onu nefsiyle baş başa bırakmayıp diline saldığı âyetle onu kendisine çevirmesi bu ışık insanı öylesine heyecanlandırır ki, kalb balansı bu lâhûtî heyecana dayanamaz; O’nu anar ve ötelere yürür.
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), gencin serancâmesini öğrenince hemen onun kabrine koşar. Kabre doğru eğilir ve sesi çıktığınca bağırır: يَا فَتَى! وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ “Ey genç! (Rabbinden korkanlar için iki Cennet vardır.)” der. Tam bu esnada Ömer’in (radıyallâhu anh) sesine denk gür bir ses daha duyulur ve âdeta makber lerzeye gelir. Bu ses, o gence aittir ve şöyle demektedir: “Ey Mü’minlerin Emiri! Allah bana senin dediğinin iki katını lütfetti.”534 Bu ses, ister bu gence ait olsun, isterse onun yerine bir melek konuşmuş bulunsun veya bunların hiçbiri olmasın da, sema lerzeye gelip bu sözleri söylesin, fark etmez. Genç, Allah’tan (celle celâluhu) korkmasının mükâfatını iki kat olarak görmüştür.
Bu hâdisenin bizim mevzumuzla alâkalı yönü şudur: Şayet bu genç, günah işleyip yıkılsaydı, günahı sadece kendisiyle sınırlı kalırdı. Zira kudvelik ve önderlik gibi bir sorumluluğu yoktu. Hâlbuki bir peygamber günah işlese cihan yıkılır. Çünkü onlar, cihanları temsil etme mevkiinde bulunuyorlar. Bir genci günahtan koruyan Allah (celle celâluhu), böyle bir durumda hiç peygamberini korumaz mı?
Efendimiz bir hadislerinde, imanın tadını tatmış olan insanları anlatırken “Küfre girmek kendisine Cehennem’e girmekten daha kötü gelen insan, imanın tadını tatmıştır.”535 der. Sıradan bir insan düşünün ki, o insanı, Allah (celle celâluhu), küfürden ve isyandan kurtardıktan sonra, tekrar geriye dönüşü, Cehennem’e girmekten daha nâhoş, daha kerih karşılamaktadır. Onu, bu reaksiyona ve günaha karşı tavır almaya sevkeden âmil de onun imanından aldığı lezzet ve tattır. Acaba, peygambere günah isnat eden tali’sizler, peygamberin imanını, bu sıradan insanın imanı kadar da mı görmüyorlar ki, ona böyle bir isnatta bulunabiliyorlar? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ki, peygamberlerdeki iman, günaha mâni olacak seviyede olmasın!.
Değil peygamberlerin, nice velilerin dahi böyle korunduğunu görmek isteyenler “Nefehâtü’l-Üns” veya Şârânî’nin Tabakât’ına bir göz atsalar bu onlara yetecek ve yüzlerce velinin, günahlardan nasıl korunduklarını apaçık misalleriyle göreceklerdir. Meselâ, bir velinin önüne yemek getirilir. Fakat yemeğe haram karışmıştır. Veli, lokmayı ağzına alır ve dakikalarca çiğner, fakat bir türlü yutamaz. Anlar ki, bu lokmaya haram karışmıştır. İşte Allah (celle celâluhu), bir veli kulunu dahi bir tek lokmalık haramından bu şekilde korursa, Nebisini korumayacağını düşünmek, ne kadar anlayışsızlık ve idraksizliktir, onu siz kıyas edin!.
Evet, “ismet”, peygamberlerden ayrılması mümkün olmayan, peygamberliğe ait bir sıfattır. Her peygamber bu sıfatla serfiraz olarak dünyaya gelir. Veya başka bir ifadeyle, kendisinde bu sıfat olmayan, peygamber de olamaz.
Peygamberlerin ismetini ispata geçmeden evvel, onların ismetine gölge düşürmek isteyen muharref Tevrat ve İncil’den bazı misaller arz edip, sonra da meselenin, Kur’ân düsturlarına göre tahliline geçerek, müfterilere gereken cevabı vermeye çalışacağız. Ancak burada bir iki hususa dikkatinizi çekmeden geçemeyeceğim:
af. İsmet Açısından Geçmiş Kitaplar ve Kur’ân-ı Kerim
Tevrat, İncil ve Zebur gibi aslı ilâhî olduğu hâlde tahrife uğrayıp, içlerine beşer kelâmı karışan bu kitaplarla, doğruyu bulmak ve bunlarla fikrî istikameti korumak imkânsızdır. Dolayısıyla, bunlarda peygamberlere ait anlatılan, hatta sıradan bir insana dahi yakışmayan kötü tablolar, tamamen bu kitapların tahrif edilmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Yani, bir mânâda, bu kitapların tahrif edildiğine başka hiçbir delil olmasa, bu iftira dolu tablolar, onların tahrif edildiğine delil olarak yeter.
Cenâb-ı Hak, bu kitaplara koruma teminatı vermemiştir. Hâlbuki Kur’ân hakkında: إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ “Kur’ân’ı Biz indirdik ve onu mutlaka Biz koruyacağız.”536 buyurarak hem bir ilâhî referanstan hem de korumadan söz edilmektedir. Onun içindir ki, Kur’ân’ın hükümleri kıyamete kadar bâki kalacağına icma edilmiştir. Çünkü o teminat altındadır. Demek oluyor ki, peygamberler hakkında müracaat edilecek esas kaynak Kur’ân-ı Kerim’dir. Diğerleri tahrife uğradığından, Kur’ân’ın dediğine ve söylediğine mutabık olmayan bu söylentilerin bütünü hükümsüzdür. Çünkü o kitaplara, beşerî his ve düşünceler karışmıştır. Peygamberlik ve ismet mevzuunda ise hiçbir beşerin söz söyleme selâhiyeti yoktur. Sadece peygamberlerdir ki, maziye ait bu gibi gaybî meseleler hakkında vahye müstenit olarak konuşurlar. Efendimiz’den sonra konuşacak bir başka peygamber de yoktur. Çünkü son peygamber, ne konuşulacaksa hepsini konuşmuştur. Hz. İsa (aleyhisselâm) dahi sözü O’na bırakmış ve: “Ben gidiyorum ki, Âlemlerin Efendisi gelsin.” demiştir.537
Bâtılı tasvir bana hiç hoş gelmiyor. Fakat zaruret ölçüsünde, bu tahrif edilmiş kitaplardan birkaç iftira örneği verip geçecek, sonra da mevzuyla alâkalı Kur’ân hükümlerini arz etmeye çalışacağız. İstemeyerek de olsa zikretmek zorunda kaldığımız bu birkaç misalden dolayı, yine o pâk ve tertemiz nebilerin ruhaniyatlarına sığınıyor ve beni affetmelerini diliyorum. Onların ismetlerini ispat için bazı bâtıl şeyleri nakletmeye mecbur oldum.
ag. Geçmiş Kitaplarda Peygamberlere Atılan Çirkin İftiralar
Sifru’t-Tekvin’in 228’inci sayfasında Hz. Lut Aleyhisselâm’ın kızlarıyla münasebette bulunduğu, içki içtiği, zina ettiği ve neslinin kızlarından devam ettiği gibi hezeyanlardan bahsedilir.538
Düşünün ki, bu peygamberi dinlemedikleri için Sodom ve Godom, ahalisiyle yerin dibine batmıştır. Allah (celle celâluhu) Hz. Lut (aleyhisselâm) gibi bir nezahet âbidesini onlara göndermiş ve onlar da onun nezahetiyle alay etmişlerdir. Bundan dolayı da milletçe cezaya çarptırılmışlardır. Acaba, başka hiçbir delil bulunmasa, Hz. Lut’un (aleyhisselâm) –ki Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) yeğenidir– nezahetine, şu yerin dibine geçirilen şehirlerin enkazları ve evlerinin yıkık duvarları, delil olarak yetmez mi? Şimdi; içinde böyle satırları barındırabilen bir kitaba ilâhî kitap demek mümkün müdür?
Yine, Sifru’t-Tekvin’in 38’inci bâbının 228’inci sayfasında, peygamber olma ihtimali olan Hz. İshak Aleyhisselâm’ın oğlu Yahoza’dan bahsedilir. Anlatılana göre, Yahoza, kendi öz oğlunun hanımıyla zina etmiş ve Hz. Davud (aleyhisselâm), Hz. Süleyman (aleyhisselâm) ve diğer İsrail peygamberlerinin nesli, işte bu münasebetsiz münasebetten türemiş ve devam etmiştir.539
Bütün peygamberlere atılan bu iğrenç iftira, elbette asılsız bir yalan ve uydurmadan ibarettir. Efendimiz, kendi neslinin Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) başlayarak hep nikâhla devam ettiğini beyan buyurmuşlardır.540 Ve yine başka bir hadislerinde “Bütün peygamberler aynı babanın çocuklarıdır.”541 demişlerdir. Mademki Efendimiz’in altın nesli içinde hiç zina yoktur, öyleyse bu hüküm bütün peygamberler için de geçerlidir. Zaten Allah Resûlü, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) torunu değil midir? Bahsi geçen Yahoza da yine Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) torunudur.. Peygamber hanesinde zina olmaz. Başkası varken, zinadan doğmuş birinin namazda imameti dahi kerih görülmüştür.542 Kaldı ki o insan, bütün insanlara imam, yani peygamber olsun. Bu hiç olacak şey mi?
Ve yine Sifru’l-Mülûk’un 11’inci bâbında, Hz. Süleyman’ın (aleyhisselâm) hayatının sonuna doğru irtidat ettiği, putlara taptığı söyleniyor.543 Bir insan ki, peygamberdir ve Allah (celle celâluhu) ona hem dünya hem de ukbâ saltanatı vermiştir. O da verilen her nimet karşısında şükrünü artırmış ve o her nimete mukabil Rabbine, gece-gündüz şükretmekle kendine yakışır ibadette bulunmuştur ki, Kur’ân-ı Kerim, Hz. Mesih’e (aleyhisselâm) “Ruhu’l-Kudüs” ile müeyyet,544 ilâhî nefha ile dünyaya gelen;545 Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) “Allah’ın dostu”;546 Hz. Musa’ya (aleyhisselâm) “Kelîmullah – Allah’ın kendisiyle konuştuğu insan” demenin yanında;547 Davud (aleyhisselâm) ve ailesine de “Ey Davud ailesi! Kendinize yakışır şekilde Allah’a şükredin.”548 diyor ve onları da bu vasıflarla anıyor.
Ahd-i Atik’te, Hz. Davud’un (aleyhisselâm) ordusunun kumandanlarından Urya’yı öldürtüp onun karısını aldığından bahsedilir.549 En âdî insanların bile, rüyalarında görseler tevbe edecekleri böyle âdî bir davranışı, Kur’ân-ı Kerim’in: نِعْمَ الْعَبْدُ “Ne güzel kul.”550 dediği bir peygambere isnat eden kitap, nasıl ilâhî kitap olabilir ki, buna zerre kadar ihtimal vermek, peygamberi de peygamberliği de hiç bilmemenin ifadesidir. O Davud ki, gözyaşları yüzünde izler meydana getiren insandır. Her gün onun meclisinde, kalbi Allah aşkından çatlayıp ölen sayısız insan vardır. Davud (aleyhisselâm) hep ağlar ve ağlatırdı. O Evvâh’tı. Daima “Ah!” eder ve inlerdi. Münîbti. Yüzünü Mevlâ’dan asla ayırmamıştı. Sürekli kullukta bulunma onun şiârı olmuştu. Tuttuğu oruç, en faziletli oruç olarak Allah Resûlü tarafından takdir edilmiştir. Allah Resûlü, ısrarla nafile orucun en faziletlisini arayan sahabeye, Davud Aleyhisselâm’ın orucunu tavsiye eder. Davud Aleyhisselâm, bir gün yer ve bir gün oruç tutardı.551
O, bir kraldı. Devletin hazinesi her zaman emrindeydi. Fakat hiçbir zaman devlet hazinesinden bir lokma dahi istifade etmeyi düşünmedi. O, el emeğiyle nafakasını temin eder ve evinin ihtiyaçlarını da kendi şahsî kazancıyla karşılardı.552 Ağzına girecek lokmaya dahi bu kadar hassas davranan ve kulluğu, O’nun mümeyyiz vasfı olan bir Nebi’ye, muharref kitaba bakın ki, en âdî ve en iğrenç bir davranışı yakıştırmaktadır! Davud Aleyhisselâm’ın hayal dünyası dahi, böyle bir hareketi, bir an bile olsa ruhunda misafir etmekten, muallâ, müberra ve münezzehtir. Değil ki, O, böyle bir davranışa fiilen teşebbüs etmiş olsun…
Ve yine Ahd-i Atik’in akıl almaz iddia ve yakıştırmaları arasında şunu da görürüz; “İsrail, Allah’la güreşti ve O’nu yendi.”553 Onların İsrail dedikleri, Yakup Aleyhisselâm’dır. Batılının aklı gözüne inmiş o materyalist felsefesi, bu kitaplara da o derece sirayet etmiştir ki –hâşâ– Allah’ı (celle celâluhu) bir beşer gibi düşünüp peygamberiyle güreştirmektedir.
Hz. Hamza (radıyallâhu anh), daha müslüman olmadan, Efendimiz’e gelip söylediği bir sözle sanki bunlara cevap vermiştir. Şöyle der: “Ey kardeşimin oğlu! Çölde yapayalnız kaldığım zaman anladım ki, Allah (celle celâluhu) dört duvar arasına girmeyecek kadar büyüktür.” Şimdi ilâhî olduğu iddia edilen bir kitap düşünün ki, bu kitap, İslâm’a girmeden evvel Allah Resûlü’ne gelip Cenâb-ı Hak hakkında böyle diyen Hz. Hamza’nın (radıyallâhu anh) şuur seviyesine dahi çıkamamıştır. Allah (celle celâluhu) anlayışı bu kadar kısır olan kitaba nasıl ilâhî bir kitap nazarıyla bakılabilir ki? Şimdi siz gelin de bunların peygamberler için söyledikleri şeylere inanın!.. Hayır, hem Tevrat hem de İncil, Allah’a (celle celâluhu) ve O’nun makbul ibâdı peygamberlere karşı iftira ve inhiraflarla doludur… Evet, bunlardan biri iftira kaynağı, diğeri de inhiraf ağıdır.
Kur’ân-ı Kerim, peygamberlere yapılan bütün iftiraları reddeder. Zira Kur’ân, mutlak olarak peygamberlere ittiba etmeyi emretmektedir. Onlar, bütünüyle uyulması gereken önder ve imamlardır ki, Kur’ân da insanlara bunu emretmektedir. Peygamberlerin hepsi, Allah’ın (celle celâluhu) rızasını bize aksettiren aynalardır. Onlarda zerre kadar gubâr ve toz bulmak mümkün değildir. İşte bu mânâya işaret ederek Kur’ân-ı Kerim bize hep onlara ait güzellikleri anlatır ve Peygamberimiz’e de anlatmayı emreder.
Yer yer Kur’ân-ı Kerim’de, bazı peygamberlerle ilgili söylenenler yanlış anlaşılmış, bu peygamberlere günah ve hata isnadı olarak değerlendirilmiş ve böyle bir düşünce; zaman zaman taraftar da bulmuştur. Tabiî ki bu hataya düşenler, ekseriyetle lafızların dar kalıplarına takılıp kalanlar ve biraz da görüş ufku dar olanlardır. Onlar da biraz dikkat ve teemmül, biraz peşin fikirlerden sıyrılma, biraz da İsrailiyata karşı hazırlıklı olabilselerdi, aynen cumhur-u ulemâ gibi düşünecek ve enbiyâ-i izâma karşı daha saygılı olacaklardı.
511 Hûd sûresi, 11/42-43.
512 Yûsuf sûresi, 12/32.
513 Âl-i İmrân sûresi, 4/103.
514 Mâide sûresi, 5/67.
515 Bediüzzaman, Sözler, Lemeât.
516 Bu üç târiz cümlesi, ileride Hz. İbrahim’in ismeti bölümünde açıklanacaktır.
517 Buhârî, tefsir (17) 5; Müslim, iman 326.
518 Buhârî, enbiyâ 48, Müslim, fedâil 144.
519 Tekvir sûresi, 81/21.
520 Tâhâ sûresi, 20/39.
521 Buhârî, enbiyâ 44; Müslim, fedâil 146-147.
522 İbn Hibbân, Sahih 14/169-170; Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 2/33-34.
523 Buhârî, hac 42; Müslim, hayz 240; Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 2/32-33.
524 Sâd sûresi, 38/47.
525 Tirmizî, kıyâmet 49; İbn Mâce, zühd 30; Dârimî, rikak 18.
526 Nebhânî, Câmiu kerâmâti’l-evliyâ 2/203.
527 Enfâl sûresi, 8/29.
528 En’âm sûresi, 6/122.
529 Bakara sûresi, 2/40.
530 Muhammed sûresi, 47/7.
531 “Bu, Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması içindir.” (Fetih sûresi, 48/2)
532 Bkz.: Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.
533 A’râf sûresi, 7/201.
534 İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim 2/280.
535 Buhârî, iman 9; edeb 42; Müslim, iman 67.
536 Hicr sûresi, 15/9.
537 Kitab-ı Mukaddes (Türkçe tercüme), Yeni Ahit, Yuhanna, bâb: 16, cümle: 7.
538 Kitab-ı Mukaddes (Türkçe tercüme), Eski Ahit, Tekvin, bâb: 19, cümle: 31-38.
539 Kitab-ı Mukaddes (Türkçe tercüme), Eski Ahit, Tekvin, bâb: 38, cümle: 12-30.
540 İbn Ebî Şeybe, Musannef 6/303; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/80.
541 Buhârî, enbiyâ 48; Müslim, fedâil 144.
542 Merginânî, el-Hidâye 1/56.
543 Kitab-ı Mukaddes (Türkçe tercüme), Eski Ahit, 1. Krallar, bâb: 11, cümle: 3-12.
544 Bakara sûresi, 2/87, 253; Mâide sûresi, 5/110.
545 Nisâ sûresi, 4/171; Enbiyâ sûresi, 21/91; Tahrîm sûresi, 66/12.
546 Nisâ sûresi, 4/125.
547 Nisâ sûresi, 4/164; A’râf sûresi, 7/143.
548 Sebe sûresi, 34/13.
549 Kitab-ı Mukaddes (Türkçe tercüme), Eski Ahit, 2. Samuel, bâb: 11, cümle: 2-26.
550 Sâd sûresi, 38/30.
551 Buhârî, teheccüd 7; savm 59; Müslim, sıyâm 182.
552 Buhârî, büyû’, 15; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 20/267.
553 Kitab-ı Mukaddes (Türkçe tercüme), Eski Ahit, Tekvin, bâb: 32, cümle: 24-30.