51. Gökler Ötesine Seyahat (Miraç Hutbesi)
سُبْحَانَ الَّـذ۪ٓى اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذ۪ى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۘ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ
“Kulu (Muhammed’i), kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ Sûresi, 17/1)
Muhterem Müslümanlar!
Allah bizi hidayet etti. Kur’ân’ı tanıttı. Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bağladı. Sayılamayacak nimetlere mazhar kıldı. Allah, Hazreti Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderdi. Rengi bozuk âleme O’nun eliyle bir renk verdi. Başıbozuk beşeri O’nun eliyle bir araya getirdi, bir şirazede topladı. En tehlikeli günler ve korkunç zamanlar içinde İslamiyet teessüs etti. Biz o günün ıstıraplarını yaşayanları göremediğimiz gibi onların yaşadığı şeylerden de bîhaberiz.
Tereddüt, küfür ve dalâlet dalgaları peşi peşine onların üzerine gelirken onlar, o cılız kanatları fakat keyfiyet noktasında çok üstün mahiyetleriyle bunları bertaraf etmeye çalışıyorlardı. Her gün içlerine onlarca, yüzlerce şüphe tohumları atılmaya çalışılıyor fakat onlar bütün bu şüphelere karşı kulaklarını ve gönüllerini kapatıyorlar; sadece Allah’ın ve Resûlü’nün emirlerini dinliyorlardı.
Birçok kimse, o gün orada olmayı ve Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında bulunmayı, kendisi için hayırlı olur düşüncesiyle ister. Oysaki onlar bunun, haklarında hayırlı olup olmadığını bilemezler. “Keşke Resûlullah’ın yanında olsaydık!” demek yerine “Keşke Resûlullah’a sağlam iman etmiş bulunsaydık.” demeleri daha isabetli olur. Zira hiç kimsenin, ashâb-ı kiramın maruz kaldığı zorluklar karşısında yerinde sebat edeceğine dair garantisi yoktur.
Allah Resûlü, aklın almayacağı öyle şeyleri naklediyordu ki onlara… Hayatlarında görmedikleri, tasavvurlarından bile geçmeyen öyle meseleleri şerh ediyordu ki… Sağlam rivayetlerle bir gelenek halinde bize intikal ettiğinden dolayı biz bunlara inanıyoruz, fakat onlar, bunları daha önce duymadıkları, görmedikleri, işitmedikleri hâlde hemen “Amenna bima enzelte yâ Resûlallah ve saddekna” diyorlardı. “İman ettik… Ne ile gönderildiysen ve ne getirdiysen onu da tasdik ettik…” O’nun sağlam ve sadık bendeleri olarak asla arz-ı ubudiyetten ayrılmıyorlardı.
Miraç hâdisesi de ashâb-ı kiramın kayıtsız şartsız teslimiyetini gösteren vak’alardan biridir:
Hicret emri daha gelmemişti. Allah Resûlü’ne, “Mekke’de dur!” deniyordu.
Dur da yudum yudum ıstırap iç…
Dur da nuruna, feyzine muhtaç olanlara ışık ve nur ver…
Dur da kimisi canına kasteden ve kimisi de belki Sen’den bir şeyler almak niyetiyle sana gelenlere bir şeyler ver…
Senin ıstırap çekişin insanlığın kurtuluşunun çekirdeği olacaktır.
O ise derin bir teslimiyet içinde, Allah’tan gelen her şeyi başının üzerine koyuyor, boynunu büküyor, “Senden gelenleri kabul ettim ve emirlerine râm oldum.” sözleriyle biatını yeniliyordu. Nihayet küfür öylesine şiddetleniyordu ki her an canına kastedilmeye, her türlü fenalık yapılmaya çalışılıyordu. Zaten söylediklerine kulak asmayanların sayısı had safhadaydı.
Nihayetinde Allah’ın Resûlü de bir beşerdir. Beşerî sınırları çok aşmıştır ama yine de bir beşerdir. Müşriklerden gördüğü tazyik O’na da çok acı geliyordu. Hele O’nu dinlememeleri… Hele O’nun getirdiği hidayetle yollarını bulamamaları… Hele etrafından kopup ölüme gidenleri görüşü… Bütün bunlar, O’na çok acı geliyordu. “İşte bir kâfir daha öldü ve işte cehenneme gidiyor, işte orada ıstırap çekecek, vay benim hâlime!” diyordu.
Allah’ın Resûlü, bilhassa âhirete ait meseleleri uzaktan uzağa müşahede edip orada insanların dûçâr olacağı azabı gözünün önüne getirdiği zaman imansız gidenlerin ıstırabıyla perişan olurdu. Ve Allah, O’nu teselli için Kâbe’de Hatim’in dibinde yatarken kurb-u huzuruna davet fermanını gönderdi.
“Ey mekânda bî-huzur olan!
Ey, artık ten kafesinin ve cihetler yurdunun kendisini çok fazla sıktığı Allah’ın aziz misafiri!
Allah Seni sıkılmayacağın, bunalmayacağın bir âleme davet ediyor. Gel tenezzüh et, gör ve sonra tekrar dünyaya dön.”
Cebrail, Resûlullah’ın elinden tutar tutmaz bir hamlede, bir nefhada onu Kudüs-i Şerif’e götürdü. Bütün peygamberlerin ve gelecek velilerin ruhları, Allah’ın Resûlü’nü istikbal ettiler. Sizin, kubbenin altında toplanıp saf bağladığınız, önünüze geçip namaz kıldıracak imamı beklediğiniz gibi onlar da kendilerine âhir zamanda gelecek büyük imamın, ufuk peygamberin namaz kıldırmasını bekliyorlardı.
Her gelen peygamber “İşte geliyor!” demiş gitmiş. Her gelen imam, “Geliyor!” demiş gitmiş. Gelenler gelmiş fakat beklenen imam bir türlü gelmemişti.
Hazreti İsa, beş asır evvel en tiz perdeden “İşte Faraklit geliyor!” demişti.
Cemaat, canları gırtlaklarına gelmiş gibi bekliyordu. Ve bir aralık Allah Resûlü’nün, Hazreti Cibril’le içeriye girdiğini müşahede ettiler.
Bütün cemaat, bütün enbiya-i izamın, evliya-i fihamın ervahı O’na kıyam ettiler, hepsi ayağa kalktı, ‘Allahu ekber’, ‘Muhammedün Resûlullah’ dediler. Ve Allah’ın Resûlü öne geçip namaz kıldırdı onlara. Namazını bitirdikten sonra, biraz sonra yapacağı miraçtan dolayı O’nu tebcil ve tebrik ettiler. “Ne mutlu sana ki, en sonda geldin fakat bu şeref, beraat tacını giymek sana nasip oldu.” dediler.
Âdem o beraat tacını giymek istedi ancak yaptığı zellenin cezasını yeryüzünde ağlamak suretiyle çekti. Hazreti Lût da çok ıstırap çekti ancak ona da bu nasip olmadı. Hazreti Musa bu ıstırabı Tur dağında dile getirmek istedi fakat dağın parçalanmasından başka bir şey göremedi. Hazreti İsa çok ıstırap çekti ama ona da nasip olmadı. Kendisini çarmıha germeye niyet ettiler ancak Rabb-i Kerîm’i dest-i kudretiyle elinden tuttu ve semaya doğru çıkardı onu.
Ne mutlu Sana ki beraat fermanı Senin adınla imzalandı. Bu işi de Sen başardın ve adın, kafiye gibi nübüvvet şiirinin sonuna eklendi.
Allah Resûlü Burak’ın üzerine biniyordu. Şimşeklere âdeta, “Siz durun da bugün semanın yüzünde ben parlayayım. Bugün devran benimdir.” diyen Burak, Allah Resûlü’nü sırtına aldıktan sonra üveyk gibi kanatlanıyordu. Allah’ın Resûlü’nü sırtına aldıktan sonra durmak olur mu? Burak, yıldızdan yıldıza ayaklarını koyarken mesafeler âdeta ayaklarının altında dürülüyor, yıldızlar ayaklarının altına sergi gibi seriliyordu. Ay, çok aşağılarda hilal şeklinde kalmıştı. Mekân ve zaman, atının kuyruğuna bağlanmış, O, mekânsızlığa doğru soluk soluğa ilerliyordu.
Semalardaki peygamberler O’nu karşılıyor, O’nu selamlıyor, “Miracın kutlu olsun.” diyorlardı.
Tebcil ve tebrikten sonra O, onların yanlarından ayrılıyor, öyle bir noktaya geliyordu ki meleklerin bile artık bir adım ileriye atmasına imkân yoktu.
Hiçbir yerde O’nu terk etmeyen, görüşü kendisine şeref veren, görünüşü huzur veren Hazreti Cebrail, Resûlullah’ı çok sevmesine ve O’ndan hiç ayrılmak istememesine rağmen orada ıstırap içinde, “Yâ Muhammed! Eğer buradan öteye bir adım atsam ben mahvolurum. Buradan öte öyle bir âlemdir ki onun tecellileri orayı kasar, kavurur. Oraya sadece Sen varacaksın.”86 diyordu.
Ayaklar hiç ilerlemiyor. Ne ile yürüdüğü belli değil. Sağ ayak mı önce gidiyor, sol ayak mı? Bilmediğimiz bir âlemde, ifadeler anlatmaktan âciz kalıyor. O, sağ tarafından habersiz, sağ tarafı sol tarafından habersiz… Durmadan kapı dövüyor… Her insanın müştak olduğu, her kalbin kendisi için çırpındığı Allah’ı orada müşahede ediyor. Ve o gün dünyayı da unutuyor, masivayı da… Kendinden geçiyor… Mest olmuş bir hâlde Allah’tan gelen emirleri telakki ediyor.
Allah, insanlığı gösteriyor Efendimiz’e. İnsanlığın perişan hâlini. Avare avare sokaklarda dolaşanları, başıbozuk, perişan gezenleri, namazsızları, niyazsızları, kalbi paslanmışları, ruhu bozulmuşları, iç dünyası yıkılmışları gösteriyor.
Allah’ın huzurunda sonsuz hazlarla dolu dakikalar yaşarken, insanların bu hâllerini görmek Hazreti Muhammed’e çok ağır geliyor, çok acı geliyor. “Yâ Rabbi! Bunlar cehenneme mi gidecek? Bunları yakacak mısın? Ben Senin huzurunda duramam artık. Onların içine döneceğim, gördüklerimi onlara anlatacağım, işittiklerimi söyleyeceğim ve onların da Sana gelmelerini temin edeceğim!” diyor.
İşte bu noktayla alâkalı olarak büyük veli Abdülkuddüs der ki:
“Hazreti Muhammed hiçbir beşerin varamayacağı ufuklara ulaştı. Mesafeler dürüldü, kâinat kitap gibi ayaklarının altında bir kütle hâline geldi ve onun üzerine çıktı. Mekânsızlıkta mekânsızlığın sultanıyla görüştü. Hazların en sınırsızını tattı. Bununla beraber O, tekrar döndü insanların içine geldi. Vallahi ben o şahikalara çıksaydım geriye dönmezdim.”
İşte Hazreti Muhammed’in davası. İşte O’nun büyüklüğü. İşte peygamberlerle veliler arasındaki büyük fark. O, bir tarafında Allah’la görüşmenin hazzını, diğer tarafında ise insanlığın perişan hâlinin ıstırabını taşıyan kalbiyle tekrar insanların içine döndü.
Heyhat ki kime anlatacaktı? Etrafında dar bir halkadan, O’na, “Getirdiklerine iman ettik ve gönderildiğin şeyi tasdik ettik.” diyen bir avuç muvahhidinden başka kimse yoktu. Ağzı karalar yine O’nu tenkit ediyor; ruhu kararmışlar, “Böyle şey olmaz. Akla, hayale gelmedik bu şeyler nasıl olur?” diyor, tekzibe ve yalanlamaya koyuluyorlardı.
Muhterem Müslümanlar!
Allah, hidayet şem’asını ve güneşini başımızın üzerinde yaktı. O gitti, Allah’a vâsıl oldu, nurlandı ve tekrar içimize döndü. Bizim saadetimiz için altmış küsur sene çırpındı durdu ve artık, “İnsanlığın saadetini temin edecek bir zemin hazırladım.” ümidiyle ruhunu Allah’a teslim ederken, meseleyi bütün ağırlığıyla ümmetinin omuzlarına koydu. Muhtelif fasılalarla biz O’na dönmeyi, O’nun yolunda olmayı, O’nun için ölmeyi kendimize şiar edindik. O’nun bir davetini, O’nun bir selamını başlara taç yaptık.
Allah bizi ıslah ve hidayet eylesin. Bugün o keyfiyeti elde edebilmek için namazımızla niyazımızla işe başlamalıyız. Bütün kalbimizle Allah’a müteveccih olmalıyız. Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraç yaptığı şu mübarek zaman diliminde, biz de O’nun gölgesi altında ruhen miraçlar yapmaya çalışmalıyız. O’nun miraçtan getirdiği hidayet etrafında toplanmalıyız. O nur ile nurlanmalıyız ve O’nun getirdiklerine bütün benliğimizle, bütün varlığımızla bağlı olmalıyız ki saadet yalnız ondadır.
Allah’a ulaşmamız, Kur’ân’ın hidayetinden gerektiği gibi istifade etmemiz, O’nun nuruyla gerektiği gibi feyizlenmemiz, yalnız Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında toplanmamıza bağlıdır. Şu parti bu partinin değil, şu meşrep bu meşrebin değil, şu topluluk bu topluluğun değil, şu kulüp bu kulübün değil, şu siyasi fikir bu siyasi fikrin değil, şu cereyan bu cereyanın değil doğrudan doğruya, miraçtan gelen Hazreti Muhammed’in getirdiği cereyana bağlı olmaya, O’nun teşkil ettiği cemaate tâbi olmaya bağlıdır.
Allah bizi Hazreti Muhammed cemaatinden ayırmasın.
Allah bizi Kur’ân cemaatinden ayırmasın.
Allah bizi, imamı Hazreti Muhammed, cemaati da bütün peygamberler ve veliler olan Kudüs’teki o cemaatin arkasında saf tutmadan ayırmasın. Bizi onların arkasından ayrılma zilletinden muhafaza buyursun.
Âmîn.
27 Ekim 1967, Kestanepazarı
86 Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 10/410