52. Kurban Bayramı Hutbesi

وَاَذِّنْ فِى النَّاسِ بِالْحَجِّ يَاْتُوكَ رِجَالاً وَعَلٰى كُلِّ ضَامِرٍ يَاْت۪ينَ مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَم۪يقٍۙ ۝ لِيَشْهَدُوا مَنَافِـعَ لَهُمْ وَيَذْكُرُوا اسْمَ اللهِ ف۪ٓى اَيَّامٍ مَعْلُومَاتٍ عَلٰى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَه۪يمَةِ الْاَنْعَامِۚ فَـكُلُوا مِنْهَا وَاَطْعِمُوا الْـبَآئِسَ الْفَق۪يرَۘ

“İnsanlar arasında haccı ilan et ki gerek yaya olarak gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait birtakım yararları yakînen görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin hem de yoksula, fakire yedirin.” (Hac Sûresi, 22/27-28)

Muhterem Müslümanlar!

Hayatımızın gayesi Allah’ın rızasını kazanmaktır. Cenab-ı Hakk’ın bahşedeceği altmış-yetmiş senelik ömür, bin sene, iki bin sene olsa ve bu müddet zarfında Allah’ın rızası kazanılmasa bunun hiçbir manası yoktur. Binlerce yıllık hayat, boş yaşanmış demektir. İbadet ve taatin ruhu da neticesi de Allah’ın rızasıdır. Cihadın, sa’y ü gayrette bulunmanın, varını, yoğunu Allah yolunda sarf etmenin de en son mertebesi Allah’ın rızasıdır. Allah’ın rızası kazanılmadan Allah yolunda ölmenin de bir manası yoktur. Öyleyse Allah’ın rızasını kazanmayı en birinci maksat yapmak ve işlerimizi ona göre tanzim etmek mecburiyetindeyiz.

Cenab-ı Hakk’ın rızası, amelin kendisi için olmasına bağlıdır. Kul, Cenab-ı Hakk’a bağlı ise her şeyiyle kendisini O’na teslim etmişse, her şeyini Allah’a ait bilmişse işte o zaman Hâlık’ın rızasını kazanabilir. İşte o zaman ne dünya onun önüne bir engel olarak çıkabilir ne evlad ü ıyal engel ne de dünyanın makam ve mansıbı… Zira mümin, Allah’ın rızasını kazanma uğruna bütün bunları aşmış ve Allah’ın rızası ufkuna yaklaşmıştır.

Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tilmizlerinin en büyüğünü, o medresenin en mükemmel talebesini meseleye ışık tutması bakımından size arz etmek istiyorum.

Bir gün Allah Resûlü’nün yanına Cibril-i Emin gelir. Üzerinde eski bir hırka veya bir kilim parçası vardır. Resûlullah’a öyle temessül etmiştir. Burada izah etmekte fayda görüyorum: Misal âlemi diye bir âlem vardır. Eşyanın, manaların, lafızların, ruhların o âlemde nasıl tecessüm ettiğini görenler görmekte, müşahede edenler müşahede etmektedir. İşte Resûl-i Ekrem de kendi aynasında temessül eden Hazreti Cibrîl’i sırtında eski bir hırka veya bir kilim parçasıyla müşahede ediyor. Ardından Hazreti Cibril’e böyle temessül etmesinin sebebini soruyor. Cibril şöyle cevap veriyor: “Yâ Resûlallah! Bütün gök ehli şu anda bu vaziyette, bu kılıktadır. Bu, gök ehline Allah’ın fermanıdır. Çünkü senin yâr-i gârın, mağara arkadaşın ve bugün de yeşil kubbenin altında yoldaşın, âhirette elinden tutup beraber haşrolacağın Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) bu kılık ve bu kıyafettedir. Ve Cenab-ı Hak şöyle ferman eyledi: ‘Gitsin, Ebû Bekir’e benim selamımı söylesin ve ona sorsun bakalım, ben onun kulluğundan razıyım, o da benim Allah olduğumdan, Mevla olduğumdan razı mıdır?”

Allah Resûlü Hazreti Ebû Bekir’in yanına gider. Her şeyini Allah yolunda sarf etmiş ve tek şeye bürünmüş, silinmiş insan… İbadetin en büyüğünü yaparken dahi kimsenin haberi yok, sadece Mevla için yapıyor.

Allah Resûlü, Ebû Bekir’i gerçekten o kılık ve kıyafette bulur. Efendimiz’in gözleri dolar ve sorar: “Nedir bu durumun ey Ebû Bekir?” “Yâ Resûlallah! İstediler, ben de istediklerini verdim.” der Ebû Bekir. Buradaki mana çok derindir. Biz Allah’tan istiyoruz, Allah her istediğimizi veriyor. Allah’ın kulları, Allah’ın malını bizden istediği zaman neden vermeyelim?

Resûlullah bunun üzerine şöyle buyurur: “Allah’ın sana selamı var, ey Ebû Bekir! Allah ferman etti ki, Ebû Bekir’e söyle, ben ondan razıyım, o da Benden razı mı?”

Bunu duyan Hazreti Ebû Bekir ağlamaya başlar: “Benim ne haddim var ki, Mevla’mdan razı olmayayım. Ben Mevla’mın Rab olduğundan, Mabûd-u Mutlak olduğundan memnunum.”

Mevla razı oluyor. Zira O’nun rızası esastır. Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh), birçok şeyde olduğu gibi Allah rızasını kazanma hususunda da en önde geliyor. O, Mevla’nın rızasından başka hiçbir şey düşünmemiş ve hayatını hep öyle yaşamıştı.

Hazreti Ebû Bekir bu hassasiyeti peygamberinden öğrenmişti. Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), şanı yüce peygamber… Bütün insanlığın iftihar tablosu… Tek, yekta insan… Bilhassa bayram gibi mübarek günlerde, sokakta, çarşıda, pazarda gezer, yoksulun elinden tutar, Allah rızası için dine ihtiyacı varsa dini anlatır, giyime ihtiyacı varsa giydirir, yemeye ihtiyacı varsa yedirirdi.

Bir gün nurlu Medine’nin nurlu bir sokağında gezerken bütün çocukların oynamasına, hoplayıp zıplamasına mukabil küçük bir çocuğun, melül mahzun, münkesir bir köşede oturduğunu görür. Allah Resûlü yanına varır çocuğun başını sıvazlar, zira yetimin başını okşamak da bir ibadettir. “Evladım, sen niye oynamıyorsun bu çocuklarla?” der. Çocuk, “Yâ Resûlallah! Benim giyecek bir şeyim yok, karnımda da bir şey yok hem açım hem giysim yok çünkü annem babam yok!” deyiverir.

Çocuğun babası Uhud’da şehit olmuş, annesi de başka birisiyle evlenince çocuk sahipsiz kalmıştır. Allah Resûlü, kemal-i şefkatle şöyle der: “Senin annen baban yok. İstemez misin Âişe senin annen olsun? İstemez misin Fatıma kardeşin olsun? İstemez misin ben de sana baba olayım?” Cevap bellidir: “İsterim, yâ Resûlallah! İsterim tabi ki.”

Allah Resûlü çocuğun elinden tutar, saadet evi, mübarek hücresine getirir, sırtına elbise giydirir, karnını doyurur. Az sonra o münkesir, kalbi kırık, mahzun ve mükedder çocuk sokağa çıkar ve diğerleri gibi oynamaya başlar. Çocuklar, “Nedir senin bu hâlin? Biraz önce hissiz ve sessizdin.” diye sorunca çocuk sevinçle, “Resûl-i Ekrem beni evlatlığa kabul etti.” der.

Bu hâdiseyi bize nakleden râvî diyor ki: “Bunu duyan diğer çocuklar son derece hayıflandılar ve ‘Keşke bizim babamız da ölseydi de Resûl-i Ekrem bizleri de evlatlık olarak alsaydı.’ dediler.”

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman o çocuğu, bir kenara çekilmiş ağlarken görürler: “İşte ben asıl şimdi yetim kaldım. Annesiz babasız kaldığım zaman sırtımı dayayacağım Resûl-i Ekrem vardı fakat şimdi desteksiz, dayanaksız kaldım.”87 Resûl-i Ekrem’in yokluğu bütün beşer için dayanaksızlık, yoksulluk ve fakirlik demektir.

Muhterem Müslümanlar,

Sizler de çevrenize karşı daima uyanık olun, etrafınızda düşmüş birini görürseniz hemen onun elinden tutun. Siz tutmazsanız başka biri tutar elinden ve onu şirazeden çıkarabilir. Sûret-i haktan görünür ve onu idlal eder, baştan çıkarır. Bu konuda yapacağınız her şey, sizi Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda kılacak ve size cenneti kazandıracaktır. Bu, memleket için de büyük bir hizmettir.

Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsî küskünlüklere önem vermemiştir. Madem imamımız önem vermemiş, sizler de şahsî küskünlükleri, kırgınlıkları, dargınlıkları bir tarafa bırakın. Komşularınızla görüşün, tanışın ve mübarek Kurban Bayramı’nı, bir araya gelişleri kitap okumak, güzel şeyler konuşmak suretiyle nurlandırın. Çok uyumaktan, gafletten, boş laftan, zararlı şeyler yiyip içmeden sakının. Siz, içinizi kirletmeyin, kirletmeyin ki Allah da kalbinizi kirletmesin, lekeli bırakmasın.

Bu büyük hizmetleri yapın ve böylece Cenab-ı Hakk’ın rıza ve rıdvanına mazhar olun. Allah bayramı cümlemiz hakkında mübarek, bâis-i rahmet ve mağfiret eylesin.

Âmîn.

15 Ocak 1972, Alemizade Sırönü Camii, Edremit


87 el-Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr 2/78.

-+=
Scroll to Top