6. Allah Resûlü ve Aile Hayatı

يَآ اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ لِاَزْوَاجِكَ اِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيٰوةَ الدُّنْـيَا وَز۪ينَـتَهَا فَتَعَالَيْنَ اُمَتِّعْكُنَّ وَاُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحاً جَم۪يلاً ۝ وَاِنْ كُـنْـتُنَّ تُرِدْنَ اللهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الْاٰخِرَةَ فَاِنَّ اللهَ اَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْـكُنَّ اَجْراً عَظ۪يماً

“Ey Peygamber, eşlerine de ki: ‘Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzelce boşayayım. Yok, eğer Allah’ı, Resûlünü ve âhiret mülkünü isterseniz, haberiniz olsun ki Allah, sizin gibi iyi hanımlara büyük mükafat hazırlamıştır.” (Ahzâb Sûresi, 33/28- 29)

Muhterem Müslümanlar!

Bir müessirin büyüklüğü eseriyle belli olur. Bir ağacın değer ve kıymeti meyvesiyle ölçülür. Bir faaliyet ve iş, neticesiyle değerlendirilir. Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyüklüğünü anlayıp değerlendirebilmek için de O’nun o kutsi faaliyetinin neticesine bakmamız gerekir.

O’na; Mekke’de doğmuş, neş’et etmiş, sonra Medine’ye hicret etmiş, orada ruhunun ufkuna yürümüş bir insan olarak değil de insanlık çapında büyük inkılaplar yapmış, beşerde silinmez izler bırakmış, Cenab-ı Hakk’a giden yola hidayet etmiş, gönülleri Allah’a tevcih etmiş büyük bir insan olarak bakma mecburiyetindeyiz.

Allah, O’nu büyük işlerde istihdam etmiş, O da iradesinin hakkını vererek büyük eserler meydana getirmiştir. Her meselede büyük eserlerini gördüğümüz gibi ailevî münasebetlerinde, eşlerini idare etmesinde de O’nun eserlerini görürüz. O’nun, eşleriyle bir arada mesut bir şekilde yaşaması, hanesine huzursuzluğun uğramaması büyük bir başarıdır. Beşer tarihinde bunun benzerini göstermeye âdeta imkân yoktur.

Kâinatın Efendisi, âhirete irtihal buyurdukları zaman arkasında gözü yaşlı zevceler bırakmıştı. Hayatları boyunca kendisinden gül kadar incinmemişler, kırılmamışlardı. Vefat edişiyle de zevcelerinin âdeta bütün dünyaları yıkıldı. Hazreti Âişe’den Ümmü Seleme’ye kadar herkes kendini harap hissediyordu. Bu durum, hiçbir zaman o gönüllerin Resûl-i Ekrem tarafından kırılmadığını, hiçbir zaman o hane içinde dâğidâr olmadıklarını göstermektedir. Demek ki onların içinde daima huzuru ikame etmesini bilmişti. İşte bu durum O’nun ne etkili bir aile reisi, ne fevkalade bir idareci olduğuna ve nasıl müthiş bir fetanet sahibi olduğuna delalet eder.

Efendimiz o kadar maddî imkâna rağmen fakir olarak yaşıyor, fakirlerin hayat standardını ölçü olarak kabul ediyor, onların seviyesinin üstünde bir hayatı kendisi ve ailesi için uygun görmüyordu. Eşleri de bu hayata razı idi. Hazreti Âişe’nin muhterem yeğeni Hazreti Urve anlatıyor: “Teyzem Âişe bir gün bana dedi ki: ‘Yeğenim, iki ay geçerdi de bizim evde ne bir ocak yanar ne de su kaynardı.’” Efendimiz’in bütün haneleri hemen hemen böyle idi. Buna rağmen bütün zevceleri ondan hep memnun yaşamıştı.

Mescidin etrafında ileride insanlığa nur saçacak sekiz, dokuz tane odacık vardı. Ama ne yazık ki içlerinde yere serecek bir şey yoktu… Oturacak bir şey yoktu… Yiyecek bir şey yoktu…

Urve sorar: “Teyzeciğim ne yer ne içerdiniz peki?”

Hazreti Âişe cevap verir: “Sadece hurma yer, su içerdik!”9

Resûl-i Ekrem’in hanesinde durum böyle cereyan ediyordu. İki, üç ay bir evde ocak yanmaz, su kaynamaz, çorba pişmezse insan, tabiî olarak az da olsa yüzünü ekşitebilir. Bir seferinde böyle bir yüz ekşitme hâdisesi olmuştu. Zevceleri, “Bizim evimizde de hiç olmazsa günde bir defa bir çorba pişsin. Hiç olmazsa halkın içine çıkarken giyeceğimiz bir şey olsun.” demişlerdi. Hâlbuki Kâinatın Efendisi, arasında fakirlerin de bulunduğu bir toplumda, dünya nimetlerinden zaruretin dışında yararlanmayı uygun bulmuyor; âhirete ait semaratı dünyada yiyip bitirmemeleri, “Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla sefa sürdünüz.” (Ahkâf Sûresi, 46/20) âyetinin tokadına müstahak olmamaları için onlara âdeta perhiz yaptırıyordu.

Bir defasında Efendimiz hoşuna gitmeyen bir taleple karşılaşmıştı. Eşleri O’nu anlayamamışlardı; O da onlardan ayrılmıştı. Evinin bir köşesinde oturuyordu. O evin içerisinde Hazreti Ebû Bekir ile Hazreti Ömer’in kızları da vardı. Hâdiseyi duyar duymaz Hazreti Ömer ve Ebû Bekir eve koştular.

Bir tarafta hayatı boyunca ümmetinin kederlerini çeken mahzun peygamber hüzünlü bir şekilde oturuyor, öbür tarafta Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’in kızları Âişe ve Hafsa hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Belki basit bir dünyalık istemişlerdi, ancak şimdi Cennet’i kaybetme gibi bir tehlikeyle karşı karşıya geldiklerini düşünüyorlardı. Onun telaşı ve endişesi içindeydiler. “Peygamberi kırdık.” diye endişe ediyorlardı. Her ikisi de kızlarını tedip etmek istiyordu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buna müsaade etmedi fakat yine de çok mahzundu.

Ömer, “Ne yapayım ki Resûl-i Ekrem’i tebessüm ettireyim?” diye düşünüyordu kendi kendine. Hemen karşısına geçti ve şöyle dedi: “Ya Resûlallah, (kendi zevcesini kastederek) eğer Zeyd’in kızı bana böyle bir şey yapacak olsaydı onun boğazına şöyle yapışırdım.” deyiverdi. Nihayet Allah Resûlü tebessüm buyurdular ve şöyle seslendiler: “Bunlar benden, elimde olmayan şeyi istiyorlar. Benden dünyaya teveccüh etmemi istiyorlar.”

Aslında hepsi çoktan pişman olmuştu; ancak bu mesele onların pişmanlığı ile bitmiyordu. Mele-i A’lâ’nın sakinleri de durumdan müteessir olmuştu. Aleyhissalatü vesselam’ın çehresinden tebessümü izale edecek her hâdise Arş’ı titretecek kadar büyüktü. “Tahyir” olarak bilinen bu hâdise hakkında hemen bir âyet nâzil olmuştu. Âyet, Efendimiz’e şöyle sesleniyordu:

“Ey Nebi, onlara de ki, eğer dünya hayatını, onun zinet ve debdebesini, âlâyiş ve gösterişini, yeme-içmesini arzu ediyorsanız gelin sizi güzel bir şekilde salıvereyim, boşayayım, sizden ayrılayım, gidin istediğiniz gibi yaşayın…”

Ağır bir ifadeydi bu.

“Yok, eğer Allah’ı ve Resûlü’nü istiyorsanız, âhireti diliyorsanız, sizin içinizden ehl-i ihsan olan, iyiliksever ve Hakk’ı görür gibi kulluk yapanlar var ya, işte Allah, onlar için büyük mükafatlar hazırlamıştır.”

Âyet-i kerime nâzil olunca Efendimiz’in zevceleri iki meseleden birini seçmekle karşı karşıya kalmışlardı. Ya Efendimiz’in onları boşamasını kabul edecekler ve ebediyen Peygamberimiz’i, kim bilir belki Cennet’te de saadet-i uzmâyı kaybedecekler ya da o dar geçime, sıkıntılı yaşayışa tahammül edecek, Efendimiz’i, Allah’ın rızasını ve dâr-ı âhireti, Cennet’i kazanacaklardı.

Efendimiz, ilk olarak Hazreti Âişe’yi çağırdı ve ona bu âyeti okudu.

Sana bir şey söyleyeceğim, ancak annenle ve babanla görüşmeden kendi kendine karar verme, buyurdu.

Nebiler nebisi çok şefkatli, çok merhametliydi. Zira Hazreti Âişe’nin o haneden çıkması belki her şeyden çıkması olacaktı. O hane Hazreti Âişe’yi kaybedecek, Hazreti Âişe de o haneyi kaybedecekti. Bizler de Hazreti Âişe’yi kaybetmiş olacak ve dinimize ait nice şeyleri öğrenemeyecektik. Kadınlık âlemi Hazreti Âişe’yi kaybedecekti. Onun için Allah Resûlü bu umumî hususları nazar-ı mütalaasına alarak ona şöyle diyordu: “Sakın, annenle ve babanla görüşmeden karar verme!”

– Nedir o yâ Resûlallah?

– Allah sizi muhayyer bırakmamı emrediyor; ister babanızın evine gidersiniz isterseniz de bu sıkıntılı hayata katlanarak burada kalmayı tercih edersiniz.

Hazreti Aişe tebessüm ederek şöyle dedi:

– Bunun için mi annemle ve babamla istişare edeceğim. Ben Allah’ı ve Resûlullah’ı tercih ediyorum!

Hazreti Âişe, bu evde üç ay değil altı ay da ocak yanmasa, yemek pişmese, sıkıntılar birbirini takip etse yine de Allah’ı ve Resûlü’nü tercih edeceğini söylüyordu.

Hazreti Âişe’nin ifadesiyle, Efendimiz’in zevcelerinden hiçbiri dünyayı ve onun ziynetini istememişti. Evimizde Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın sesi yükselir, Nebinin sözü yükselir, evlerimiz birer irşat mahalli olur, demiş, Resûl-i Ekrem ile kalmayı tercih etmişlerdi.

Onlara bu seçimi yaptıran bir şey vardı: Demek ki hepsi Resûl-i Ekrem’den memnun idiler. Küçük bir meseleden ötürü Efendimiz’in kalbini kırmış, Arş’ı ihtizaza getirmiş, Mele-i A’lâ’nın sakinlerini mahzun etmişlerdi. Ne var ki çok geçmeden vahiy gelmiş, gönüller heyecanla coşmuş ve Resûl-i Ekrem’in zevceleri, O’nun eşi olarak kalmayı tercih etmek suretiyle bu meseleyi tatlıya bağlamışlardı.

Evet, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), o kadar eşi idare etmede dahi mahir, eşi-menendi olmayan müstesna bir insandır. Cenab-ı Hak, bizleri o pâk dâmen hakkında süflî düşüncelerden halas eylesin. Zira O’nun hakkında müminin gönlüne gelecek küçük bir şey dahi ona çok şey kaybettirir belki de ebediyen dinden çıkmasına sebep olur. Onun içindir ki bu meseleyle ilgili herhangi bir tereddüt ve şüphe durumunda hemen bir bilene müracaat etmek, o tereddüdün izalesine çalışmak dinî bir zorunluluktur. Bizim bu meselede arka planımız ne kadar kuvvetli olur ve biz, ne kadar çok delile sahip bulunursak o nispette –inşallah-u Teâlâ– rahmet tarafından himaye edilmiş ve teminat altına alınmış oluruz.

Âmîn.

17 Ekim 1975, Merkez Camii, Bornova-İzmir


9 Buhârî, hibe 1, rikak 17; Müslim, zühd 26, 28.

-+=
Scroll to Top