6. MUHATABIN TANINMASI VE ANLAYIŞ
a. Muhatabın Tanınması
Tebliğ insanı, muhatabının durumunu yakından takip etmeli ve onun hatalarına karşı anlayışlı davranmalıdır. Mü’mine karşı gösterilecek anlayış, mürüvvet; küfür ve ilhad ehline karşı gösterilecek anlayış ise, basiret, kiyaset ve dirayet şeklinde olmalıdır. O, bunları kullanarak muhatabının gönlüne ve mantığına girerek, anlatmak istediği meseleleri bir taraftan sevdirip, bir taraftan da kabul ettirebilir.
Evet, irşad ve tebliğde bulunan kimseler, muhataplarının durumlarını çok iyi bilmeli ve onları kaçırıcı, nefret ettirici tutum ve davranışlardan fevkalâde sakınmalıdırlar. Bir kere tebliğcinin sunduğu şeyler hep kudsî mefhumlardır. Allah’ı, Resûlü’nü, Kitabı’nı ve ahiret gününü insanlara sevdirmek durumunda olan bir insan, her hâlde vazifesinin ne olduğunu bilmeli ve davranışlarını da ona göre ayarlamalıdır. Çünkü muhatabın –Allah korusun– ona karşı duyacağı bir rahatsızlık, sevdirmekle sorumlu olduğu şeylerden nefret edilmesine sebebiyet verebilir. Böyle bir sebebiyet verme hasaretin en büyüğüdür. Böyle bir sebebiyet verme, bizim şahsî durumumuzdan kaynaklanıyorsa, bunun sorumluluğunu da ötede biz çekeriz.
Bakın, Allah Resûlü, fertleri suçluluk psikozuna sokmamak için tebliğlerini nasıl yapıyordu? Evet, O, ne kâfiri ne de mücrimi, suçlu bir adammış gibi karşısına almıyor, söylediği sözleri hep umuma hitap ediyor gibi söylüyordu. Cemaati içinde, teferruata dair bir kusur gördüğü zaman, hemen minbere çıkıyor ve umumî irşatta bulunuyordu. Şimdi de bunlardan bir-iki misal sunmaya çalışalım:
Bir sahabi, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulunduğu yere yakın bir mekânda dua ediyordu. Ellerini semaya doğru iyice kaldırmış ve sesini de olanca gücüyle yükseltmişti. Bu durum, dua edebine aykırıydı. Ama Allah Resûlü, bizzat onu karşısına alıp konuşmak yerine, oradakilerin hepsine hitaben şöyle buyurmuştu:
“Ey insanlar! Siz sağır ve kör birisine dua etmiyorsunuz. Kendinize acıyın ve duada itidalden ayrılmayın. Size her şeyden daha yakın ve dualara icabet eden bir Zât’a dua ediyorsunuz ki, O sizin dualarınızı (her hâlükârda) işitir ve icabet eder.”1
Bir keresinde de halk, imam olan bir zatın namazı çok uzattığı şikâyetiyle O’nun huzuruna gelmişti. Bunlar arasında, “Yâ Resûlallah! Neredeyse cemaati terk edecektik!” diyenler oldu. İmam olan zat belliydi. Allah Resûlü’nün canı çok sıkılmıştı. Fakat buna rağmen onu bizzat huzuruna alıp doğrudan ikaz etmemiş; mescitte, herkese hitaben umumî bir irşadda bulunmuş ve şöyle buyurmuştu:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ مِنْكُمْ مُنَفِّرِينَ فَأَيُّكُمْ مَا صَلَّى بِالنَّاسِ فَلْيُوجِزْ فَإِنَّ فِيهِمُ الْكَبِيرَ وَالضَّعِيفَ وَذَا الْحَاجَةِ
“Ey insanlar! Ne oluyor sizlere ki, insanları nefret ettiriyorsunuz. Sizden kim imam olursa namazı hafif kıldırsın. Çünkü onların içinde ihtiyar, zayıf ve ihtiyaç sahibi olanlar vardır.”2
İşte Allah Resûlü’nün hatalar karşısındaki tavrı ve davranışı bu idi. Çünkü O, insanların kurtuluşa ermesini istiyor ve her meseleyi onlara en kolay ve en yapılır şekliyle takdim ediyordu.
أَيُّهَا النَّاسُ قُولُوا لَا إِلٰهَ إِلَاّ اللّٰهُ تُفْلِحُوا
“Ey insanlar! ‘Lâ ilâhe illallah’ deyin ve felaha erin.”3 diyordu. Zaten O’nun bi’setinin gayesi de buydu.
Evet, irşad ve tebliğde, şahısları suçluluk ruh hâletiyle ele alıp onlara bir şeyler anlatmaya çalışmak, kat’iyen yanlıştır. Söylenecekler topluma ve umuma söylenmelidir. Güneş şualarından herkes kendi istidadına göre istifade ettiği gibi, bu hayat saçan sözlerden de herkes kendi istidat ve kabiliyetine göre istifade edebilir. Aksi hâlde açılan rahnelerin kapatılması çok zordur.
b. Münazaradan Sakınmalı
Zaruretler, muhatapla ikili konuşmayı gerektiriyorsa, bu durumda meselenin münazara zeminine çekilmemesine çok dikkat edilmelidir. Zira münazarada konuşan, haktan ziyade enaniyet ve benliklerdir. Dolayısıyla öyle bir zemin, hak adına şeytana teslim edilmiş olmaktan farklı değildir. Bu sebeple konuştuklarımız ve konuşacaklarımız ne denli ikna edici ve edebî olursa olsun, muhatabımızda zerre kadar tesiri olmayacak ve hüsnü kabul de görmeyecektir. Meseleye psikolojik açıdan baktığımızda, münazaranın yersiz ve yetersizliği ortaya çıkacaktır. Zira biz münazaraya hazırlanırken nasıl hasmımızı mağlup edecek fikir ve düşüncelerle kendimizi techiz etmeye çalışmışsak, muhatabımız da en az bizim kadar aynı hazırlık içindedir. Bizim getireceğimiz delillere muhakkak o da karşı bir delille mukabele edecek ve konuşma öyle bir kısır döngüye girecektir ki, günlerce konuşulsa dahi hiçbir neticeye ulaşılamayacaktır.
Gerçi Saadet Asrında Efendimiz bir iki defa münazara zeminine çekilmiş, O da muhatabını iknaya çalışmıştır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, münazaraya talebin tamamen karşı taraftan gelmiş olmasıdır.4 Böyle bir durumda elbette Efendimiz’in suskunluğu söz konusu olamazdı. Çünkü O’nu dinleyenlerin kuvve-i mâneviyeleri sarsılabilirdi. Bununla beraber Allah Resûlü’ne münazara gayesi ile gelen bu insanlardan ekserisi, yine ikna değil ilzam olmuştur.5 İlzam ise, muhatabımızın hidayete ermesi demek değildir.
Efendimiz, senelerce bir kısım Benî İsrail ulemasıyla karşı karşıya gelmesine rağmen, içlerinden böyle zeminlerde hidayete eren olmamıştır. Hâlbuki O, Arş’ın bütün ilhamları, çağlayanlar hâlinde kalbine akıp akıp gelen ve kâinat kendisi için yaratılmış olan bir peygamberdi. Etekleri mucizelerle doluydu. Daha doğrusu O, her zaman harikalarla muhât bulunuyordu. Ne var ki, şöyle veya böyle başvurulan münazara zeminlerinde bulunanlar, bir türlü hidayet arşına çekilemiyor ve mesele sadece ilzam zeminine takılıp kalıyordu. Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh) da bir Yahudiydi. Fakat hakikati kabul etmek üzere Allah Resûlü’nün huzuruna gelmişti. İçinden: “Eğer Tevrat’ta şemâili zikredilen zat bu ise, hemen ona iman edeceğim.” diye geçiriyordu. Durum böyle olunca da, o daha Efendimiz’i görür görmez, O’nun simasında yalan olamayacağını anlamış ve iman etmişti.6
Ayrıca, münazara zemininde yapılan tebliğde, Cenâb-ı Hakk’ın rızası da her zaman düşünülemeyebilir. Çünkü hem tebliğ eden, hem de kendisine tebliğ edilen zat, böyle bir zeminde daima kendi benlik ve enaniyetleriyle gerilimde olurlar. Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunun düşünülmediği bir zeminden de, –orada konuşulanlar ne olursa olsun– Cenâb-ı Hak razı değildir. Hidayet bütün bütün Allah’ın elinde olduğundan, rızasının olmadığı bir yerde hidayetinin de olmayacağı muhakkaktır.
c. Benlikten Sıyrılmalı
Benlik ve enaniyet, hem tebliğ eden hem de muhatap açısından hem hidayeti hem de onun bereketini engelleyici bir faktördür. Onun için mürşit ve mübelliğ, bu zararlı duygudan sıyrılıp, söyleyeceklerini mahviyet içinde söylemelidir. Onun bu mahviyetidir ki, muhatabını da bir bakıma peşin fikirlilikten ve inattan kurtarmış olur. Aslında hiç kimsenin benlik ve enaniyete hakkı ve salâhiyeti yoktur. Zira nice defalar görülmüştür ki, tebliğ edici akıl, mantık, belâgat ve fesahatin her çeşidini kullanarak söylediği sözlerinde ve dilinde beyan ırmakları çağlattığı anlarda hiç kimseye hiçbir şekilde tesir edemezken; kabz cenderesinde ezildiği ve iki kelimeyi bir araya getirip konuşamadığı demlerde muazzam denebilecek çapta tesirli olmuş ve Cenâb-ı Hak onu, bir kısım insanların hidayetine vesile kılmıştır.
d. Muhatabın Düşünce Yapısının Çok İyi Bilinmesi
Burada teferruat sayılabilecek şöyle bir meseleye de temas etmeden geçemeyeceğim. O da şudur: Mürşit ve mübelliğler, muhataplarının düşünce ve fikir yapılarına da çok dikkat etmelidirler. Meseleyi daha hususî bir dairede ele alacak olursak:
Bugün İslâm’a hizmet noktasında farklı anlayış ve yaklaşımların bulunduğu bir vâkıadır. Böyle bir vak’ayı tasvip etmek ayrı, varlığını kabul etmek ise tamamen ayrıdır. Var olan bir şeyi kabul etmeyip, görmezlikten gelmenin getireceği hiçbir çözüm yoktur. Öyle ise mürşit ve mübelliğler, çevrelerinde kendilerini dinleme durumunda olan insanların, herhangi bir meşrebe mensubiyetlerinin olabileceğini her an hatırda tutmalı ve konuşmalarını böyle bir hatırlamanın ikaz sinyalleri altında yapmalıdırlar. Ve tabiî herhangi bir topluluğu küçük düşürücü, kınayıcı ve daha da korkuncu gıybet edici konuşmalar içine kat’iyen girmemelidirler. Her anlayış ve yaklaşım, kendi mesleğinin doğru ve güzel olduğunu kabul etmekle beraber, diğerlerine de hakk-ı hayat tanımayı ve müsamahalı olmayı bir ahlâk hâline getirmelidir. Aksi davranışlardan Cenâb-ı Hak razı değildir ve O, razı olmadığı davranışlar içine girenlerin irşad ve tebliğinden yümün ve bereketi kesiverir.
Evet, her mürşit imana ve Kur’an’a hizmet eden herkese saygılı olmasını bilmeli ve muhataplarının irfanına mümâşat etmelidir. Söyledikleri sözler, herkes tarafından kabul görebilecek sözler olmalıdır. Zira Allah (celle celâluhu), Allah diyenlere karşı kötü muamele edenleri, mü’minleri tenkit edip eleştirenleri, sadece kelime-i tevhid ile dahi olsa kendisiyle münasebet kurmuş olanlarla alâkayı kesenleri sevmez ve onlardan razı olmaz.
Zaten Allah (celle celâluhu) ile münasebeti olan hemen herkesle irtibata geçmek, bir bakıma her insanın, Cenâb-ı Hak’la kendi münasebetinin de derecesini gösterir. Muhataplarımızla olan ilişkilerimizin, onların Cenâb-ı Hak’la olan münasebetleri nisbetine göre ayarlanması da çok önemlidir. Mürşit ve mübelliğler bu ölçüye herkesten daha çok dikkat etmeli; etmeli ve insanları kendi meşreplerine değil de, doğrudan doğruya İslâm’a davet etmelidirler. Millet fertlerini birleştirecek ve onları yekvücut hâle getirecek en önemli faktör de, işte bu şuurun gelişmesi olsa gerek.
Muhatabı anlamak bir bakıma onun içtimaî seviyesini, kültür yapısını bilmek ve kavramakla mümkündür. Bu durum, tebliğin tekniği açısından da çok önemlidir. Evet, tebliğ ve irşad bir vazifedir; onun tekniğini bilmek ise ayrı bir vazifedir. Meselâ karşınıza topla tüfekle gelen düşmana, elinizdeki bir odun parçasıyla mukabelede bulunmaya kalkarsanız, belki bir iş yapmış sayılırsınız ama, tekniğine riayet etmediğinizden dolayı, falso ve fiyaskoya sebebiyet vermiş olursunuz. Hele böyle bir çıkışın neticesi topyekün müslümanlara zarar veriyorsa!..
Yukarıda da ısrarla üzerinde durduğumuz gibi tebliğin tekniğini bilme, asla vazgeçemeyeceğimiz şartlardan biri ve belki de en birincisidir. Tebliğin lüzumuna inandığımız kadar, onun teknik bir iş olduğunu da kabullenmek zorundayız. Söylediğimiz sözler, muhatabın kültür seviyesinin çok altında veya üstünde ise, yaptığımız iş tekniğine uygun değildir ve faydalı da olmayabilir. Tamamen ateist olan veya küfür içinde bocalayan bir insana, işin başında anlatılması gereken mesele, herhalde teheccüt namazının faziletleri değildir. Ona, imanî esasların anlatılması, hem de onun kafa yapısına uygun anlatılması gerekir. Günümüzde inkâr, fen ve ilim cihetinden geldiği için üslûp da ilmî olmalıdır. Ama gel gör ki, yanlış teşhis ve yanlış tedavi usûlleriyle zavallı inkârzedelere karşı ne yanlışlıklar ne yanlışlıklar yapılmakta!..
Evet, günümüz neslinin kalbi tamir edileceğine, sırtındaki ceketiyle, ayağındaki pantolonuyla ve gönlünden evvel görünüşüyle uğraşılması onu ürkütmüş ve kaçırmıştır. Tebliğ tekniğindeki böyle bir hata, insanların ebedî hayatlarını kaybetmelerini netice vermesi bakımından üzerinde ısrarla durulması gereken bir meseledir.
Evet, karşınızdaki insan ilimden, fenden bahsederken siz ona, Mızraklı İlmihâl okuyamazsınız. –Hâşâ bu, Mızraklı İlmihâl’i küçümseme değil; yapılan şeyin yerinde olmadığını anlatmak içindir.– Ve yine karşınızdaki insan ahireti inkâr edip dururken, siz ona evliyâ menkıbeleriyle yaklaşamazsınız. İnsan sadece his ve duygudan ibaret bir varlık değildir ki, bu anlattıklarınızla ona tesir edebilesiniz. O, his ve duygularının yanında aynı zamanda bir mantık da taşımaktadır.. ve onun mantık açısından da ikna olması oldukça mühimdir. Sadeddin Teftâzânî imanı anlatırken: “Sen delilleriyle anlatacaksın, Cenâb-ı Hak da onun gönlünde iman nurunu yakacak. İşte iman budur.” der. Zaten böyle imandır ki, kişiyi salih amel işlemeye ve dinî hayatı bir bütün olarak yaşamaya sevk edecektir. Hisleriyle dinin içine atılıvermiş bir insanın, yine hislerinin değişik şekilde galebe çaldığı bir devrede dinden çıkması her zaman ihtimal dahilindedir.
Kur’ân-ı Kerim, yüzlerce âyetiyle fen ve tekniğe ait meselelere işaret ediyor. Kur’ân bir fizik veya kimya kitabı değildir. Ancak umumî irşad için bu ilim dallarına da ihtiyaç olduğundan, Kur’ân yaptığı işaretlerle kendi müntesiplerini bu ilimlere teşvik eder. Astronomi ilmine az da olsa vâkıf olmayan, biyolojiyi sathî de olsa okumamış olan bir insanın, Kur’ân âyetlerinin birçoğunu istenen ölçüde anlaması mümkün değildir. Çünkü nice âyetler var ki, onların anlaşılabilmesi biraz da bu ilimlerin bilinmesine bağlıdır. Burada çeşitli ilim dallarını sayıp sözü uzatmadan sadece şunu hatırlatıp geçelim: Günümüzün mürşit ve mübelliğleri ansiklopedik dahi olsa, asrımızın ilim ve tekniğini takip etmek zorundadırlar. Yoksa onların irşadı, umumî ve herkesi içine alan bir irşad olmaktan çıkar, hususî bir konuşma olur.
e. Devrin Kültürünü Bilme
Bugün, genç-ihtiyar herkesin hâli yürekler acısı, ama günümüz insanının bu acınacak hâli, biraz da irşad adına ortaya çıkanların zavallılığından kaynaklanmaktadır. Zira devrinin kültürünü, anlayışını, üslûbunu bilemeyenlerin, o devir insanına birşey anlatmaları mümkün değildir. Akla gelmesin ki, öğrenilmesi gerekli olan bunca şeyi bilmeden başkalarına bir şeyler anlatmak zararlı oluyorsa, acaba o zaman bizden “emr-i bi’l-mâruf” vazifesi düşüyor mu? Hayır, asla ve kat’a!. Eğer, nesli irşad etmek adına yıldızlara seyahat şart olsaydı ve irşadla alâkalı anlatılacakları oradan getirmek icap etseydi, gidip getirme ve muhtaçlara takdim etme farzlar üstü bir farz olurdu. Zira neslimizi fizik ile vurdular, kimya ile dize getirdiler, astronomi ile yıldızları başına döktüler. Öyle ise bu durum karşısında sen de, eli kolu bağlı kalmamalısın.
Evet, aynı malzemeleri kullanarak neslinin elinden tutup kaldırman, onun maddî-mânevî yaralarını sarman ve onu yeniden yükseltmen sana bir borçtur. Yükseltmelisin ki, bir daha düşmesin, sürçmesin ve ayaklar altında kalıp ezilmesin. Kâinatta her hâdise, her nesne bir dil ve bir daldır. Allah’a (celle celâluhu) iman edenler bu dili bilmeli ve bu dallara sımsıkı tutunmalıdırlar. Aksi takdirde, tekvînî âyetleri anlamak mümkün olamaz. Tekvînî âyetleri anlamayan fert ve milletler ise, mezellet içinde kalmaya mahkûmdurlar. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim de kendi âyetleri içinde işte bu tekvînî âyetleri ele alıp şerh etmektedir. Bunlara kulaklarını tıkayan insan, her gün baştan sona Kur’ân’ı okusa da, gerçek mânâsıyla onu okumuş sayılamaz. Kur’ân, bütünüyle âyetleri tedebbür ve tefekkür edilsin diye gönderilmiştir. Ona sahip çıktığını söyleyen herkes de bunu böylece bilmelidir.
Evet, anlattığımız hakikatler ne kadar mübarek ve mukaddes olursa olsun, günümüzün idrak, anlayış ve üslûbuyla yapılmayan bir telkinin müessiriyeti şüphelidir. Zira akıl, muhakeme ve düşünce süzgecinden geçirilmesi mümkün olmayan, esrar perdeleriyle örtülü esrarengiz birtakım mevzular anlatıyor gibi dini, Kur’ân’ı takdim etmek, sadece neslin kafasını bulandırmaya yarar ve kâfirin de küfrünü artırır. Evet, yıllar var ki bizler, bu yürekler acısı tabloyu gözlerimiz dolu dolu seyretmiş ve burkulmuşuzdur.
Sahabe efendilerimiz, devirlerine ait kültür seviyesinin çok üstündeydiler. Muhataplarına din ve diyanete ait meseleleri, o devrin kültür seviyesine uygun anlatabiliyorlardı. Onlardan sonra gelen bir kısım büyükler de böyleydiler. Meselâ asrının müceddidi sayılan İmam Gazzâlî’nin anlattıkları karşısında o günün insanı hayretler içinde kalıyordu. Asırlar boyu da bu hayret ve hayranlık devam etti. Gibb gibi, Renan gibi Batılıların onun hakkındaki düşünceleri calib-i dikkattir: “Biz, Gazzâlî kadar devrinin kültürüne hâkim ikinci bir insan görmedik.” İmam Rabbânîler, Mevlâna Halid-i Bağdadîler ve onlar gibi kendi asırlarının başında kar çiçekleri gibi açan bütün büyüklerin hemen hepsi de asırlarını aşan ilim ve kültür ile mücehhez idiler ve kendi devirlerinin önünde yürüyorlardı. Dini sunuşları da, seviyelerinin sesi-soluğu şeklinde oluyordu. Onun için de, söyledikleri şeyler gönüllerde mâkes buluyor ve genel teveccühle destekleniyordu.
f. Mürşit Esnek Olmalı
Ayrıca mürşit, esnekliğini koruyabilmelidir. Zira o, bazen uçurumların dibine inecek, bazen de ta minarelerin başına çıkacaktır. Çünkü muhatapları arasında her iki noktada bulunan insanlar vardır. Bu da onun kültür yelpazesinin çok geniş olmasını iktiza eder ve böyle olamayanlar mürşit değildir; aksine onlar, irşad yolunu kapayan bir kısım tâli’sizlerdir. Milletin önünden çekilmeli, onlar yol açmalı ve gölge etmemelidirler ki; hakikî mürşitler gelip şu perişan ve derbeder nesle el uzatabilsin.
Bir büyük insan, bir dertli ve muzdarip ruh şöyle der ve inler: “Bir gencin imansızlığı karşısında, inanan insanın kalbinin, vücudunun zerreleri adedince parçalara ayrılması gerekir…”7
İşte muzdarip kalb budur. Neslin imansız oluşu karşısında aynı ızdırabı duymayan insanların ise, irşad ve tebliğe aslâ liyakatleri yoktur. Mürşit, devrini bilen ama o aynı zamanda dünyaya ait her şeyi de istihkar eden bir babayiğittir. Hatta muvakkaten de olsa Cennet’i dahi unutacak ve kendine terettüp eden her vazifeyi böyle bir şuur ve anlayış içinde yapmaya çalışacak kadar hasbîdir. Böyle olmalıdır ki, Allah’ın tevfîkine mazhar olsun ve çevresini de inandırabilsin.
Daha önce, muhatabın muhtaç olduğu şeyleri bilmenin lüzumuna işaret etmiştik. Evet, tebliğ adamının mükellef olduğu vazifelerden biri de işte budur. Hastalığı teşhis etmeden tedavi etmeye kalkmak, nasıl yanlış bir davranıştır; öyle de muhatabın esas dertli olduğu noktaları tespit etmeden yapılacak tedavi de aynı şekilde hatta belki de daha vahim bir yanlış davranıştır. Her merhemin her yâreye derman olmayacağını bilmem ki anlatmaya lüzum var mı?
Bazılarını tanırım; bunlar, kafalarını fabrikaların çarklarına kaptırmış, durmadan iktisattan, ekonomiden, çeşitli yatırımlardan ve ağır sanayinin ehemmiyetinden dem vurur dururlar ve insanlığın kurtuluşunu da sadece bu yönde çalışmalara bağlarlar. Bu düşünceler İslâm adına da ortaya atılmış olsa, Marks ve Engels’in basit birer kopyacılığını yapmaktan ileri gitmemektedir. Günümüzde iflas etmiş ve müntesibi kalmamış bu düşüncelerin kendileri, kendi hayatiyetini muhafaza edememişken, nasıl olur da onların taklidi durumunda olan düşünceler, insanlığa hayat getirebilir ve nasıl olur da aklı başında bir insan böyle bir iddiada bulunur veya arkasındaki insanları böyle bir macereya sürükleyebilir? Böyle bir aldanmışlığı kabul etmek bana çok giran geliyor. Hayır, hayır!. Kasem ederim, siz nesilleri ruh plânında ele almadıkça, onu mâneviyatla yoğurmadıkça ve onu ahiret şuuru ile mamur etmedikçe ne kurduğunuz ve kuracağınız fabrikalar ne de muasır medeniyetlerden dem vurmalar, onun kıvamı adına hiçbir işe yaramayacaktır. Evet, şu hoyratlaşan sergerdan nesiller eğer disipline edilemezlerse, ruhen tatmin olmayan bu yığınlar hiçbir lüks ve fantastik düşünce ile doyurulamazlar. Bu itibarla, nesillerin ızdırabına ekonomik çözümlerle çare bulunacağını zannetmek gafletin ta kendisidir.
Bugün İslâm âlemi, devrin tekniğine göre konuşma kabiliyetini kaybettiği için, hitap etme mevkiinden alaşağı edilmiştir. Günümüzde o sadece dinleme, ama hiç konuşmadan dinleme durumundadır. Bari dinlediklerini terkip yapmayı becerebilseydi!.. İhtimal bir gün, tekrar konuşan ve sözünü dinleten lider durumuna yükselebilirdi. Ama ne yazık ki o, liyakatli bir muhatap dahi olamadı. Umumî mânâdaki bu kötü manzara, hususî hizmetlere ve hususî oluşumlara da aynı şekilde aksetti. Onlar da kendi muhataplarının karşısında, aynı ölçüde acze düştüler. Hâlbuki elimizde bütün kâinata meydan okuyan ve bütün insanlığa hitap etme liyakatini haiz olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan var. Ve yine elimizde o Kur’ân’ı bize en güzel şekilde izah ve şerh eden Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ölümsüz sünneti bulunuyor. Ne acıdır ki, bugüne kadar biz onlardan gerektiği gibi istifade etmesini bilemedik. Kalb ve kafa bütünlüğüne erip, bir gavvas gibi Kur’ân ummanına dalamadık. Dolayısıyla Kur’ân da, Sünnet de bize bir şey söylemez oldular. Bizim durumumuz böyle devam ettiği müddetçe, onların suskunluğu devam edecek ve günümüz Müslümanı, içinde bulunduğu bu kaostan asla kurtulamayacaktır.
Evet, dünya değişiyor. İlim ve teknik baş döndürücü bir hızla gelişiyor. Ama bazılarımızın söyledikleri, gelişen dünya ölçeklerine uymuyor. Üç asır öncesine takılıp kalıyor ve günümüzün nesline konuşabilmekten çok uzak bulunuyoruz. Tabiî böyle olunca da söylediklerimize kulak veren olmuyor.
g. Devrinin Perspektifinden Bakmalı
Günümüzün mürşit ve mübelliği, anlatacağı meseleleri, yaşadığı devrin perspektifinden bakarak anlatmalıdır. O, evvelâ muhataplarının ruh yapılarına vâkıf olmalı; ama aynı zamanda onun beynini bir matkap gibi delen veya beynine zehirli bir zıpkın gibi saplanmış bulunan problemleri de bilmeli ve söylediklerini bu anlayış içinde söylemelidir; söylemelidir ki düşünceleri hüsnü kabul görsün ve muhatabının hem kalbinde hem de mantığında mâkes bulsun. Zira günümüzde nesiller kan kaybediyor; biz ise ona penisilin vuruyoruz.
Buraya kadar arz etmeye çalıştığımız hususlar, mücerret iddialar değil, Kitap ve Sünnet’le müeyyet tespitlerdir. Kur’ân: اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ “Seni yaratan Rabbi’nin adıyla oku!”8 diyerek daha ilk âyetinde, âyât-ı tekvîniye, hilkat ve yaratılış gibi hususlara dikkat çekmiştir. Bütün feylesoflar; Epikür’den, Demokrit’e, ondan Sokrat’a, ondan Eflatun’a ve ondan ta Efendimiz devrinde yaşayanlara kadar hemen hepsi, hilkat mevzuuyla meşgul olmuş ve onu incelemeye çalışmışlardır. Demek ki, o gün herkesin az çok ilk yaratılışla alâkalı bir malumatı vardı. Onlar da insanın bir damla sudan meydana geldiğini ve ceninin anne karnında çeşitli safhalar geçirdiğini biliyorlardı. Fakat Kur’ân-ı Kerim meseleyi çok daha geniş bir perspektiften ele aldı ve insanlara:
قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ
“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, hilkat nasıl başlamış bir bakın?”9 diyordu; diyordu zira şimdiye kadar kimse, beşerî ilim ve beşerî düşüncelerle hilkatin nasıl başladığını izah edememişti ve bundan sonra da edemeyecekti. Evet, Allah’a (celle celâluhu) isnat edilmeden hilkati izah etmek mümkün değildir.
Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, herkesin izahtan âciz kaldığı bu müşkil ve müthiş meseleyi izah etmekle işe başlıyor. Ve bu arada tekvînî âyetlere de dikkatleri çekmiş oluyordu. O tekvînî âyetler ki, kudret ve irade tarafından kâinatın boynuna takılmış müzeyyen bir gerdanlık, temâşâmıza sunulmuş bir meşher ve kıraatimize arz edilmiş bir kitaptır. İşte bizler, bu kitap, o meşher ve bu gerdanlığı tetkik edip değerlendirme durumundayız ve hâdiseleri anlamada onun haricine de çıkmamız mümkün değildir.
Muhataplarını sadece his ve duygu bağlarıyla ayakta tutmaya çalışan mürşit ve mübelliğlerin bu davranışları, tekvînî âyetlere karşı bir zıtlaşmadır ve istikbal va’dedici de değildir. Hüsnüzannın adımları çarpıktır; müstakim yürütmez ve çok kısa zaman sonra sahibini yolda bırakır. Şu kadar var ki, onlar, çıraklarını kalb ve kafalarıyla bir arada yoğurabilir ve onları günün şartlarına ayak uyduracak şekilde hazırlayabilirlerse, bu bağlılık asla gevşemeyecek, zamanın geçmesi bu irtibatı aşındırmayacak ve dehşet verici hâdiseler, sadece aradaki bağı kuvvetlendirmeye, iradeleri bilemeye yarayacaktır.
Burada istidradî olarak başka bir hususa geçmek istiyorum: Ekseriyet itibarıyla hepimizi hayrette bırakacak şu tablo, gerçekten çok müthiştir! Yurt dışında ve yurt içinde nice mütedeyyin ve dindar insanların çocukları var ki, bunlar tamamen dinsiz ve ilhad içindeler. Ve yine nice dinsiz ve mülhidlerin çocukları da var ki, bunlar da aksine dini bütün insanlar. Hatta bunlardan bazıları aile fertlerinin baskı ve zulmünden kaçıp daha müsait zemin ve şartlarda dinî hayatlarını yaşamak istemektedirler. Meselenin müşahhaslaştırılmasının mevzua fayda getirmeyeceğini düşündüğümden, burada bizzat şahidi olduğum vak’aları zikretmeyeceğim. Ancak bu gibi hâdiseler birer vâkıadır ve bundan sonra da bu vak’alar hep olacaktır. Bu müthiş tablonun tahlili bize şu neticeyi vermektedir:
Dindar aile kendi evlâdına, onun ruh ve kafa yapısına uygun şekilde İslâmiyet’i anlatmamış ve anlatamamıştır. Bu çocuk, tabiî olarak dindar bir atmosferde yetiştiğinden dolayı da, ihtiyaç duyduğu ve aydınlatılma beklediği meseleleri başkalarından soramamaktadır. Ailesinden aldığı dinî kültür ise, onu ancak belli bir noktaya kadar getirebilmiştir. Ruh ve kafasında boşluklar kalan bu çocuğun veya bu gencin, kafasına takılan bir tereddüt veya bir şüphe, onun kaymasına ve dinden çıkmasına sebep olmuştur. Böyle bir aileye misafir olmuş, aile reisiyle oturmuş konuşuyorduk. Adam o kadar dindar ve o kadar selim bir kalbe sahipti ki, onun karşısında kendi durumumdan utanır olmuştum. Fakat biraz sonra odaya üniversite talebesi olan oğlu girdi. Konuşmalarından hemen onun bir ateist olduğunu anlamıştım. Sanki evin tavanı tepeme yıkıldı ve donup kaldım. İçimden kendi kendime, o güzel insanı kasdederek: “Keşke, bu kadar saf ve temiz kalacağına, oğlunu dinsiz yetiştirmeseydin.” dedim.
Buna karşılık dinsiz bir ailedeki çocuk, içinden çıkamadığı problemlerini başkalarına sorma ihtiyacı duyar. Bir de, dışarıdan herhangi bir kimse buna el uzatıp da problemlerini halledebilirse, çocuk İslâmiyet’i sevecek ve benimseyecektir. Çünkü ona İslâmiyet, günün şartlarına göre öğretilmiştir. Hâlbuki dindar ailede yetişen evvelki çocuğun dindarlığı, taklitten öteye geçmemiştir. Ve belli bir noktadan sonra da ondaki taklîdî iman işe yaramaz hâle gelmiştir. Burada parantezi kapatıp sadede dönüyorum.
h. Muhatabın Seviyesine İnme
Bazen muhatabın durumu, bizim, onun seviyesine inmemizi gerektirir. Bu takdirde mürşit ve mübelliğ, konuşacaklarını onun seviyesine inerek yapmalıdır.
Bu mülâhazayı da yine mücerret bir ifade olmaktan kurtarmak için, şöyle açıklayabiliriz: Muhatabın seviyesine inerek konuşma ilâhî bir ahlâktır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise bizleri Allah ahlâkıyla ahlâklanmaya çağırır.10 Kur’ân, baştan sona kadar beşer aklına tenezzül etmiş, ilâhî bir kelâmdır. Eğer Kur’ân beşerin akıl, istidat ve kapasitesine uygun inmemiş olsaydı, bizim hâlimiz nice olurdu?..
Evet, eğer Cenâb-ı Hak Kur’ân’ında, Tur’un bir yanında Hz. Musa’ya konuştuğu kelâm ile konuşsaydı, onu dinlemeye güç yetiremeyecektik. Ve yine Kur’ân sadece büyük deha ve karîha sahiplerinin anlayacakları bir üslûpla inmiş olsaydı, insanların yüzde doksandokuzu Kur’ân’dan hiç istifade edemeyecekti. Hâlbuki mesele hiç de öyle değil; Cenâb-ı Hak azameti ve rubûbiyetiyle beraber, iradesine uygun olarak muhataplarının durumunu nazara alıyor ve onlarla öyle konuşuyor. O’nun kelâmı Kur’ân’dan ibaret değildir. Kim bilir Cenâb-ı Hakk’ın azametine uygun daha nice konuşma keyfiyetleri vardır, ama biz bunları bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki; O, sırr-ı ehadiyetle hep insanların idrak ve anlayış seviyesine göre hitap etmiştir.
Biz, Kur’ân’da kendi anlayış ve kendi seviyemizi buluruz. Kur’ân âdeta herkese kendi seviyesine göre konuşur. Ancak bir insanın anlayış ve seviyesi ne olursa olsun, her insan Kur’ân’da kendi ruhî durumunun okunduğunu hisseder. Evet, insan, Kur’ân’da, sanki kendisine yakın birisinin, en mahrem yanlarına varıncaya kadar kendisini anlattığını hisseder.
Böyle olması da gayet normaldir. Zira Kur’ân, insanı yaratan ve her an onun kalbine nigehbân olan Allah’ın kelâmıdır. O Allah ki, insanı yoktan yaratmıştır. Sonra da onu cismaniyet âleminde inşa etmiş ve ona emir âleminden bir de ruh vermiştir. Ne ruh içine girdiği cesedi, ne de ceset kendini ayakta tutan ruhunu tam mânâsıyla bilebilir! Her ikisini kim yarattı ve birleştirdi ise, en iyi bilen yine O’dur. Ve işte Kur’ân da O’nun kelâmıdır.
Bu ilâhî kelâm, muhtevası itibarıyla insanların hidayet kaynağı ve istikamet garantisi olduğu gibi, hitap keyfiyetiyle de bütün mürşit ve mübelliğlerin irşad menbaıdır. Hep ona bakacak ve muhatapla konuşma tekniğini de yine ondan öğreneceğiz.
Kur’ân’ın farklı seviyelere hitap ettiği bir gerçektir. Zira O, insanı bütün farklı tezahürleriyle yaratan ve inşa eden Allah’ın kelâmıdır. Bugüne kadar yetişmiş binlerce âlim, Kur’ân üzerindeki düşünce ve mülâhazalarıyla kendi anlayış seviyelerini ve farklılıklarını tezahür ettirmişlerdir. Asr-ı Saadet’te de vaziyet böyle idi, yani ashabın hepsinin Kur’ân’ı anlayış ve kavrayışı aynı seviyede değildi.. ve bu seviyelerin farklı olması da, yine Kur’ân’dan istifadeye mâni değildi.
Düşünün ki, Allah Resûlü’nün devrinde yaşayan bedevî bir Arap gelip Kur’ân’ı dinliyor ve hem kalbiyle hem de aklıyla Kur’ân’dan istifade edebiliyordu. Aynı devirde yaşayan ve şiirleri Kâbe’ye asılan büyük şairler de aynı şekilde Kur’ân’dan istifade edebiliyordu. Lebid, bunlardan sadece biriydi. Ve o, Kur’ân’ı dinledikten sonra artık hiç şiir yazmamıştı.11 Hansâ, Kur’ân’a dilbeste olmuş dev bir kadındı. O günkü devrin en güçlü şairlerindendi.12 Evet, onlar, bu yönüyle Kur’ân’ın muhataplarıydı ve Kur’ân hem akıllarıyla hem de kalbleriyle onları tatmin ediyordu. İbn Sinalar, İbn Rüşdler, Farabîler, İmam Gazzâlîler, Fahreddin Râzîlerin yanında, Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Ahmed İbn Hanbel, İmam Malik ve isimlerini sayamayacağımız daha nice muhteşem dimağlar, hep ona muhatap oldular ve onun rahle-i tedrisinde yetiştiler. Demek oluyor ki Kur’ân, onlara da aynı şekilde hitap ediyordu.
Evet, Kur’ân, her sahada beşerin düşünce seviyesini nazara almış ve onların anlayışına göre hitap etmiştir. Kur’ân’ın bu yönü o kadar renklidir ki, onu yürekten dinleyen herkes, kendini onun biricik muhatabı sanır. İlim ve teknik, her gün daha da ilerleme kaydederek baş döndürücü bir keyfiyet alıyor. Hemen her sahada, daha güçlü ilim adamları yetişiyor. Bunlar, Yüce Yaratıcı’nın onların fıtratlarına yerleştirdiği meknî (gizli) kabiliyetlerini geliştirmek için, yine Yaratıcı’nın kâinatta vaz’ettiği fıtrî kanunlarla mümarese kazanırken yanlarında en büyük destekçi olarak, aynı Yaratıcı’nın kelâm-ı ezelîsi olan Kur’ân’ı bulmaktadırlar.
Evet, binlerce ilim erbabı, farklı seviyelerde de olsa, Kur’ân’dan istifade etmekte ve kendini Kur’ân’ın şemsiyesi altında görmektedir. Kimyager, Kur’ân’ı sadece kendine hitap eden bir kitap gibi dinleyebilir. Sadece o mu? Elbette hayır. Fizikçi de, astronom da, biyolog da, hatta matematikçi de, hendeseci de… Kur’ân’ı kendilerinin diliyle konuşuyor gibi dinleyebilirler. Bir ziraatçiye göre Kur’ân, âdeta baştan sona ziraatten bahsetmektedir. Mahir bir hekime göre Kur’ân, hastalıkların teşhis ve tedavisine yeni ufuklar açan mükemmel araştırma merkezlerinden daha mükemmel, saydam, nuranî, konuşan, aydınlatan ve yol gösteren bir merkez gibidir. Diğer ilim dalları için de aynı şeyler söylenebilir. Demek ki, elinde saban çift süren köylü de, gökleri elindeki düğmeye basarak fetheden ilim adamı da Kur’ân’ın muhatabı olabilmektedir.
İşte, bu derinlerden derin keyfiyetiyle Kur’ân, bizlere ahvâle göre ders vermektedir. Bunun yanı sıra Kur’ân, ansiklopedik tarzda her ilimden bahsetmekle birlikte bir ansiklopedi de değildir. Onun yegâne gayesi insandır; onu kolundan tutarak yerden semaya, oradan da ebedîliğe yükseltmeyi hedefler. O, bütün bunları yaparken aynı zamanda bir usûl de öğretmektedir. Bu televvünâtı Kur’ân’da yaşayan, gören bir tebliğ adamı ve mürşit, daima muhatabının durumunu, seviyesini göz önünde bulundurmalı ve konuşacaklarını ona göre konuşmalıdır. Bu iş zor olmakla beraber son derece faydalı ve o nispette de zarurîdir.
Mutlaka ağırbaşlı görünmek için, müphem, muğlak ve felsefe yüklü konuşmayı âdet hâline getirenler, büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü irşadda mühim olan, verilen mesajın muhataplarca en güzel şekilde alınmasıdır. Bu da mesajın mümkün olduğu kadar açık, net ve pürüzsüz olarak verilmesine bağlıdır. Evet, konuşmalar, her seviyede insanın kolayca anlayabileceği bir üslûpla yapılmalıdır.
Günümüzdeki gençlik, dinî terim ve tabirlere yabancı bulunmaktadır. Onlara, yine onların anlayabilecekleri bir dille konuşmak gerekir. Bunu, çocukların anlayışına mümâşatımızla misallendirebiliriz. Nasıl ki elinden tutup gezdirmeye çıkardığımız üç yaşındaki çocuğun yürüyüşüne uyarız, onun konuşmasıyla konuşur, onun gibi güler ve onun gibi davranırız; öyle de, irşad ve tebliğde de muhatapların anlayışının nazara alınması şarttır. Çocuklara karşı yapılan müdepdep konuşmalar, sadece onları güldürecek ve fakat malumat dağarcıklarına hiçbir şey ilave etmeyecektir.
Neslimize İslâm’ı anlatırken Bergson, Paskal, Eflatun ve Descartes’in felsefe yüklü tarzlarına değil; Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşad ve tebliğ tekniğine ihtiyaç vardır. Allah Resûlü ise, hep beşerin anlayış seviyesine mümâşat ediyordu. Hitap yelpazesini, herkesi içine alacak kadar geniş tutuyordu ve yerinde çocukla çocuk, gençle genç, ihtiyarla da ihtiyar oluyordu. İşte bu sistem ve bu ilâhî ahlâk, nebilerin sistemi ve nebilerin ahlâkıdır. Nebiler Sultanı, kendisine isnat edilen bir sözünde:
إنَّا مَعَاشِرَ الْأَنْبِيَاءِ أُمِرْنَا أَنْ نُكَلِّمَ النَّاسَ عَلَى قَدْرِ عُقُولِهِمْ
“Biz peygamberler topluluğu daima insanların seviyelerine inmek ve onların anlayabilecekleri şekilde konuşmakla emrolunduk.”13; diğer bir beyanında da: أَنْـزِلُوا النَّاسَ مَنَازِلَهُمْ “İnsanlara akılları nispetinde konuşun.”14 buyurmakla bizlere tebliğ ve irşadda vazgeçilmez bir kaideyi fısıldamaktadır.
1 Buhârî, cihâd 131, meğâzî 38, daavât 50, 67; Müslim, zikir 44-45.
2 Buhârî, ahkâm 13; Müslim, salât 182.
3 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/492, 4/63, 4/341, 5/371, 376.
4 Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 4/27; İbn Hacer, el-İsâbe 2/87
5 Bkz.: Tirmizî, daavât 69; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/444
6 Tirmizî, kıyâmet 42; İbn Mâce, ikâme 174; Dârimî, salât 156.
7 Bediüzzaman, Şualar s.538 (On Dördüncü Şua).
8 Alak sûresi, 96/1.
9 Ankebût sûresi, 29/20.
10 Bkz.: el-Kelâbâzî, et-Taarruf 1/5; el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/306; el-Cürcânî, et-Ta’rifât 1/564.
11 İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve 1/736; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 4/540; İbn Hacer, el-İsâbe 1/98, 5/675.
12 Bkz.: İbn Abdilberr, el-İstîâb 4/1829; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 7/101.
13 Bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned 1/398; İbn Hacer, Lisânü’l-mîzân 6/274; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/226, 2/251.
14 Ebû Dâvûd, edeb 20; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 42/523.