Fetret devrinden bahsediliyor. Biz fetret devri insanı mıyız? Fetret devrinin hükmü nedir?
Fetret devri, peygamberler arasındaki boşluk demektir. Daha çok da, Peygamberimiz’le Hz. İsa arasındaki boşluk kastedilir. Evet, Hz. Mesih’in getirdiği esaslar unutulup, onunla gelen ışık hüzmelerinin Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar ulaşamadığı o dönemdir ki, insanlık o dönemde karanlıklar içindedir veya o dönemdir ki, Hz. Mesih ile Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) aydınlıkları birbirine bitişememiş ve arada karanlık bir boşluk kalmıştır ve işte bu boşluk devresi fetret devri, bu karanlık devrede yaşayan insanlar da fetret devri insanlarıdır.
Bu devrin insanları, ne tam mânâsı ve orijiniyle Hz. Mesih’in getirdiği dini anlamış, onun envar ve esrarından istifade edebilmiş, ne de vahyin aydınlatıcı tayfları altında ilerleyerek Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşabilmişlerdir. Ancak, bunlar, gidip bir puta tapmamış, herhangi bir putu kendilerine ilâh edinmemiş iseler, Allah’a (celle celâluhu) inanmamış olsalar dahi affedilecekleri mevzuunda icma vardır.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) anne, baba ve dedesinin bu akide itibarıyla affa mazhar olacakları kesindir; zira onlar da fetret devri insanlarıdır. Vâkıa, bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), anne ve babasının ihya edilerek kendisine iman ettiklerini söylemiştir. Hadis, hadis kriterleri açısından zayıf olmasına rağmen, İmam Suyutî gibi, Allah Resûlü’yle 20 küsur defa yakazaten görüşen büyük bir müceddit bu hadisi kabulle, Allah Resûlü’nün anne ve babasının iman ederek kurtulduklarını ifade etmektedir. Gerçi İmran b. Husayn’ın babası olan Husayn’a Allah Resûlü: “Senin baban da benim babam da Cehennem’de.” demişti. Husayn Resûlullah’a “Sen mi hayırlısın, baban mı?” deyince Allah Resûlü de ona bu cevabı vermişti. Ancak bu durum, o sözün söylendiği zamana münhasırdır ve daha sonra Allah Resûlü, anne ve babasının kabrine gelip dua etmiş ve Cenâb-ı Hak’tan (celle celâluhu) onların kendi ümmeti içine girmeleri talebinde bulunmuştur.
İşte bu dua, Allah (celle celâluhu) tarafından kabul edilmiş ve Allah Resûlü’nün hem annesi hem de babası iman ederek ümmet-i Muhammed arasına dahil olmuşlardır.
Aslında, mevzua esas teşkil eden cevap açısından meseleyi bu hadise dayandırmaya bile gerek yoktur. Zira ister Âmine Validemiz’in isterse Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhterem pederleri Abdullah’ın puta taptıklarına dair hiçbir delil yoktur. O devrede çeşitli muvahhidlerin olduğu, bunların asla putlara tapmadığı ve Hz. İbrahim’in dini üzere yaşadıkları bilinen gerçeklerdendir. Hem bunlar fetret ehlidir. Ve bütün fetret devri insanları bu şartlar altında ehl-i necattır. Fetret insanları Cennet’e girecek de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) anne ve babası bundan mahrum edilecek; olacak şey mi bu?
Hem, hiçbir şeyi zayi etmeyen, insanın bedenine giren maddî atom ve elektronları dahi zayi etmeyerek ahirette onlara kıymet ve değer verip, onları ahiretin bâki binasında kullanacak olan ve abes işten, israf etmekten münezzeh bulunan Allah (celle celâluhu), Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) maddî yapısının dünyaya gelmesine vesile anne babasını hiç zayi edip Cehennem’e atar mı?..
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, o devirde yaşayan Zeyd b. Amr gibi -ki Hz. Ömer’in amcasıydı- Varaka b. Nevfel gibi insanlar da zayi olmayacaklardır. Onlar vicdanlarında bir olan Allah’ı (celle celâluhu) duymuş ve O’na inanmışlardı. Belki inandıkları Allah’a (celle celâluhu), “Allahım!” diyemiyor hatta bu ismi de bilemiyorlardı; ama mânâ olarak böyle bir Allah’a (celle celâluhu) inanıyorlar ve dualarını ona yapıyorlardı. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmesine yakın, hava o kadar yumuşamıştı ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yüksek basınçla âdeta onların iklimini tesir altına almıştı. Sanki bir yağmur geliyordu da, bu yüce ruhlar ellerindeki his, duygu, hafî, ahfâ aletleriyle gelecek bu ilâhî yağmuru önceden seziyorlardı. Seziyor ve etraflarındaki insanları müjdeliyorlardı.
Şefaat atmosferi o kadar geniş olan Allah Resûlü, ümit edilir ki, kendisini böyle candan ve yürekten istikbal eden bu insanları da unutmaz ve ahirette, ellerinden tutarak onları da kendi nurlu ve mutlu dünyasına yükseltir ve saadetlerine vesile olur. Bu müşahhas zevat gibi, fetret karanlıklarını, hanif olarak aydınlıkta yaşayanların yanında, fetret devrinde bulunan insanlar, eğer açıktan bir puta tapmaları söz konusu değilse, biz onların da kurtulacaklarına inanıyoruz.
Bu, meselenin düne bakan yönüdür. Bir de bugüne bakan yönü var ki, soruda ele alınan husus da bu olsa gerek.
Kelâm kitaplarının anlattığına bakılırsa, devrimize fetret devri, bu devrin insanına da fetret insanı demek oldukça zordur. Ne var ki, meseleyi hemen sarıp sarmalayıp bir tarafa bırakmak, hem Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin görüşüne hem de Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) engin rahmetine karşı saygısızlık olsa gerek…
Biz, öyle bir devir idrak ettik ki -hele başka memleketlerde- İslâm güneşi tamamen söndürülmüş, kalblerden Allah Resûlü’nün güzel ismi silinmiş ve ilim adına ortaya konan her şey, âdeta birer yalancı dil gibi Allah’ı (celle celâluhu) inkârda kullanılıyordu. İrfan yuvalarından mârifet-i ilâhînin solmaz renkleri fışkıracağına, küfrün ziftli çehresi hortlatılıyordu. Bin bir hikmetle imana payanda olması gereken ilim, iman kalesini enkaz hâline getirmede âdeta bir dinamit vazifesi görüyordu.
İşte gençlik, böyle bir küfür gayyası ve dalâlet anaforu içinde mescit ve mâbedin yolunu bütün bütün unutmuştu. İlim mahfillerini ellerine geçiren bir şirzime-i kalîl, gözlerini kendi mefâhirlerine kapamış ve hep Batı’nın türküsünü söylüyordu. Kimisi tekâmül nazariyesiyle insanımızın hilkat ve yaratılış hakkındaki düşüncelerini bozuyor; kimisi Freud’un libidosu ile milletin ruh ve dimağlarını cinsiyete bağlı gösteriyor ve her şeyi şehvetten bir dünya içinde çözmeye çalışıyor; kimisi de serserilik ve baş kaldırma felsefesiyle milleti ifsat ediyordu.
Bu sistemlerden her biri, bazen toptan, bazen de münferiden, milletimizi ve bizimle aynı çizgiyi paylaşan diğer milletleri kıskacına alıyor, zehirliyor, özünden uzaklaştırıyor ve serserileştiriyordu. Yıllarca, bir baştan bir başa bütün ülkede gazete, mecmua ve kitaplar da hep aynı havayı estirdiler. Bu itibarla, günümüz insanı, bütün bütün fetret devrinin dışında kabul edilemez. Aksi düşünce, vak’alara ve realitelere göz yummak olur.
O devrede yaşanan olaylardan birini naklederek neslin maruz kaldığı mahrumiyeti göstermek isterim: Bir arkadaş, gençlere sohbet ediyor. Dinin ulvî meselelerini şerh ve izahla başlayan sohbetin mecrası bir ara günlük hâdiseleri dile getirmeye kayıyor. Komünist blokun yaptıkları ve yapmak istedikleri bir bir sıralanıyor. O sırada, sohbet dinleyen gençlerden biri heyecanla “Bu insanları kesmeli, paramparça etmeli, hepsini öldürmeli!” gibi laflar ediyor. Fakat bir köşede oturmuş derin bir vecd ve iştiyakla söylenenleri dinleyen ve ilk defa böyle bir havayı teneffüs etmekte olan başka bir genç biraz evvelki heyecanlı gence, aynı heyecanla ve yangın görmüş bir insan telaşıyla şöyle karşılık veriyor:
“Arkadaş, öldürelim diyorsun. Bak eğer dün bu dediğini yapmış olsaydın, ben tali’siz bir insan olarak onların arasında ölüp gidecektim. Çünkü dün ben de onların arasındaydım. Fakat görüyorsun ki, bugün bu temiz ve nezih arkadaşların içindeyim.. dünden bugüne yerden göğe bir mesafe katettim. Ve şunu kasemle temin edebilirim ki, sizin “karşı cephe” dediğiniz insanlar arasında benim gibi kurtuluş bekleyen binlerce insan var! Onlar sizden tokat değil, şefkat bekliyorlar. Eğer onlara el uzatırsanız, onlar da sizin gibi olacaklar. Esas vazife, öldürmek midir, diriltmek mi?”
Bu sözler orada bulunanları rikkate getirdi ve hıçkıra hıçkıra ağladılar. Evet, biz, böyle bir nesil gördük ve onların dalâleti karşısında kanlı gözyaşları döktük. Bunların birçoğu masumdu. Müsbeti bilmediğinden menfiye takılıp kalmıştı. Bunları fetret devri insanı saymamak, şahsen bana, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) geniş rahmetine zıt gibi geliyor…
Buhârî ve Müslim’de şöyle bir hâdise nakledilir: Esirler getirilmiştir. Esirler arasında bir kadın vardır. Durmadan sağa sola koşuyor ve gördüğü her çocuğu alıp bağrına basıyor.. ve aradığı çocuğun o olmadığını görünce, onu da bırakıyor, yine aramaya koyuluyor. O esnada, Allah Resûlü de bu manzarayı gözyaşları içinde seyrediyor. Nihayet kadın aradığını buluyor ve onu, iliklerine kadar şefkat kesilmiş bir duyuş ve hissedişle bağrına basıyor. Söz Sultanı, kadını, yanında bulunanlara gösteriyor ve soruyor: “Şu kadın, bağrına bastığı evlâdını ateşe atar mı?” Cevap veriyorlar: “Hayır, yâ Resûlallah, bu şefkatli kadın çocuğunu aslâ ateşe atamaz.” Ve Allah Resûlü hikmet gamzeden bir edayla: “Allah (celle celâluhu) o kadından daha şefkatlidir.” buyurdular.1
Binaenaleyh biz de biraz müsamahalı düşünmek zorundayız. Bunu söylerken merhamet-i ilâhiyeden daha fazla merhamet gösterip Cennet havariliği yaptığımız zehabına varılmasın. Meseleye, Ehl-i Sünnet’in umumî prensipleri zaviyesinden ve إِنَّ رَحْمَتِي سَبَقَتْ عَلَى غَضَبِي2 adesesiyle bakmak istiyoruz.
Bir de bu meselenin bize bakan yönü vardır ki çok önemlidir: Biz gençlerimize, onları doyuracak şekilde hakikatleri takdim edemedik. Hem kendi gençliğimizi ihmal ettik hem de bizim götüreceğimiz mesajlara su ve havadan daha muhtaç bütün dünya gençliğini… Çok kısa bir zamanda dünyanın dört bir yanına elimizdeki hakikatleri duyurmaya muvaffak olan sahabe ve onlardan sonra gelenlerin çalışma ve gayretlerine çalışmalarımızı kıyas ettiğimizde, nasıl bir atalet ve tembellik içinde olduğumuzu daha iyi anlamış oluyoruz. Onlar, gece gündüz ellerindeki hakikatlere muhtaç sine ve gönül aradılar ve bunu hayatlarına gaye ve ideal yaptılar!
Burada yine bir arkadaşımızın başından geçen şu hâdiseyi nakletmeden geçemeyeceğim:
Bu arkadaşımız, Almanya’ya gitmişti. Orada hak ve hakikatlere tercümanlık yapıyordu. Evlerinde pansiyoner olarak kaldığı evin genç sahibi, gün geldi, bu arkadaşımızın dırahşan çehresi ve temiz nasiyesinin tesirinde kaldı ve o da nurdan o halkaya girdi. Gün geçtikçe malumatını artırıyor ve her geçen gün dinî hayatında mesafe kaydediyordu. Bir gün hidayetine vesile olan arkadaşla sohbet ederken kendini tutamıyor ve ona şunları söylüyor:
“Vallahi seni çok seviyorum, çünkü benim kurtuluşuma sebep oldun. Ama sana aynı zamanda çok kızıyorum. Çünkü eğer sen bu eve iki üç ay evvel gelmiş olsaydın, benim babamın da hidayetine vesile olacaktın. Hayatını ahlâkî değerler itibarıyla tertemiz geçirmiş olan babam, maalesef İslâm’ın güzel yüzüyle tanışamadan gitti ve hidayete eremedi. Buna da senin bu gecikmen sebep oldu…”
Aslında bu feryat bütün bir dünyanın feryadıdır. Muhatap ise bütün Müslümanlardır. İşte, meselenin bir de bize bakan ifritten böyle bir yönü var… Acaba biz, Müslüman olarak bize düşen vazifeyi yapabildik mi? Yapmadı isek bize de sorulacak çok şey var demektir.
1 Buhârî, edeb 18; Müslim, tevbe 22.
2 “Rahmetim gadabıma sebkat etmiştir.” (Buhârî, tevhid 22, 28, 55, bed’ü’l-halk 1; Müslim, tevbe 14-16).