Bölümler

Yüklenecek konu kalmadı!

Boş kaldığımız zaman şeytan çok çeşitli şüphe, tereddüt ve sıkıntılarla hücum ediyor. İrademiz hislerimizin elinde oyuncak oluyor. Ve bu gibi durumlarda mâsiyete karşı sabrımız azalıyor, tavsiyeleriniz?

Evvelâ, şeytanın, saptırıcı fitne ve vesveselerine, fena şeyleri tezyînine karşı, namaz-niyazla yüzümüzü yerlere sürerek, secde ile gururumuzun hortumunu bükerek, أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ “Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde hâlidir.”1 gerçeğiyle başımızı yere koyup, اَللّٰهُمَّ أَعُوذُ بِكَ مِنْكَ “Allahım, Senden Sana; azamet, celâl ve ceberutiyetinden Rahmet ve Rahmâniyetine sığınırım.” demeli ve Rabbimiz’in himayesine girmeliyiz.

“Boş kaldığımız zaman şeytan bize musallat oluyor.” ifadesi tam gerçeği anlatıyor. Gerçekten şeytan, daha ziyade âtıl insanlara hücum eder, hiçbir iş yapmayan, din adına aktif olmayan ve din adına yer yer dolup boşalmasını bilmeyen kimselerle uğraşır. Öyleyse biz de bu noktadan hareketle, ataletten kurtulma ve aktif olma yollarını araştırarak işe başlamalıyız.

Madem şeytan, daha ziyade ataletimizden istifade ediyor, boş durduğumuz zamanlarda içimize uygun olmayan kuruntular atıp, fena şeyleri düşündürerek bizleri fena şeyler yapmaya zorluyor; öyle ise biz de lâhûtî bir meşgaleyle sürekli onun kurcalayıp durduğu boşlukları doldurarak ona karşı koymalıyız; yani ister düşünce, ister fiille, tepeden tırnağa dolmalı ve ona, içimizde el atacağı bir yer bırakmamalıyız.

* Âfâkî ve enfüsî tefekkürle, sürekli Rabbiyle irtibatını yenileyip duran bir insana, şeytan yol bulup vesvese veremez.

* Rabıta-i mevtle iki büklüm bir insanı da şeytan kendine ait oyunlarla dize getiremez.

* Gece gündüz din-i mübin-i İslâm’ın dört bir yanda bayraklaşıp şehbal açması uğruna çırpınıp duran bir dava adamını da şeytan kendine râm edemez.

* Bütün his ve duyguları, yakînî imanla itminana kavuşmuş bir insanın, ilâhî vâridat kaynağı gönlüne de şeytanın uğursuz eli uzanamaz.

Hâsılı biz, Rabbimiz’le irtibat içinde olursak, O da bizi, bizim ve O’nun düşmanı olan şeytana terk etmeyecektir. Evet, hiç mümkün müdür ki biz vefalı davranıp O’nun dinine omuz verelim de, -hâşâ- Cenâb-ı Hak bize karşı vefalı davranmasın?.. O vefalıların en vefalısı olduğuna göre, elbette bizi arzularımızla baş başa bırakmayacak ve çürümeye terk etmeyecektir. Evet O, kitabında: أَوْفُوا بِعَهْدِۤي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ “Siz, sözünüzü tutun, Bana karşı vefalı olun ki Ben de size vefalı olayım.”2 diyor.

O hâlde biz, Allah’ın dinine yardım edip dururken hiç Allah bize şeytanı musallat eder mi? Hayır ve asla! Aksine O, böyle bir durumda en azından bir âyetini lisanımızda temessül ettirecek, bizi kendimize getirecek ve o şeytanî girdaptan uzaklaştıracaktır. Tıpkı, Allah Resûlü’nün bir kısım güzide ashabını uzaklaştırdığı gibi.

Evet, onların da, insan olarak bakışlarının bulandığı, başlarının döndüğü anlar olmuştur ama hemen Rabbin burhanı karşılarına çıkmış ve nazarlarını meâlîye ve uhrevîliklere çevirmiştir. Hak davasına samimî olarak gönül veren herkes hayatına az dikkat etse görecektir ki, iradesini kötüye kullandığı veya bilmeyerek bir uçurumun kenarına sürüklendiği nice zamanlar olmuştur ki, bir inayet eli uzanıp onu tutmuş, desteklemiş ve düşmesine imkân vermemiştir. Evet, her birerlerimiz, Cenâb-ı Hakk’a karşı sadakat ve vefamız ölçüsünde mutlaka O’nun desteğini görmüş ve إِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ3 sırrının irademizin nâsiye ve çehresine yazıldığını müşâhede etmişizdir.

Bizim irademizin çerçevesi yok denecek kadar dardır. Buna rağmen, O bizim bu irademizi şart-ı âdi yapmış ve şeytana ait bütün iğfalleri ters yüz etmiştir.

Evet, şeytan ve nefsin içimize attığı şeylerin ta baştan önünü kesersek, bir ölçüde onların muharebe zeminine hâkim olmuş oluruz. Çeşitli zamanlarda, sizi ciddî bir baskı altında tutup, artık altından kalkamayacağınız hâle gelen hayalleriniz; bazen de bir an altında kalsanız da hemen sıyrılıp uzaklaşabileceğiniz hayallerinizi bir düşünüp, muhakeme edin; zannediyorum dediklerime hak vereceksiniz. Çünkü öyle yerler, öyle durumlar vardır ki, orada kendi kalbimizin hayatiyet ve canlılığı bizi canlı ve diri tutmaya yetmeyebilir.

Bir de çehresi hakikat gamzeden ve iradesinde Allah’ın iradesi çağlayan öyle kimseler vardır ki, onların yanına gittiğimiz zaman sanki nebi ile diz dize oturmuş gibi kuvvet kazanırız. Onların söz ve sohbetleri bir iksir olur; içimizde buz bağlamaya başlamış kötü duygu ve düşünceleri bir anda eritir. Bazen de biz, kendimiz aynı hâl ve havaya mazhar oluruz. Bu defa da bir başkası bizim atmosferimize sığınır, bize dayanır ve varlığını sürdürmeye çalışır.

Allah insanı topluluk içinde yaşayacak bir fıtrat üzere yaratmış ve sonra da onu toplumun içine salmıştır. İnsan, maddî-mânevî dünyasını ancak ve ancak kendi gibi bir toplumun içinde yaşayabilir. Bu noktada bize düşen vazife, iyi arkadaşlardan uzak kalmamaktır. Çünkü iyi arkadaş, her zaman nasihatleriyle yüreğimizi hoplatıp içimizde aşk ve heyecan uyandırabilir. Böyle bir arkadaşlığı, çarşıda-pazarda gezerken ve uzun yola çıkarken hep devam ettirmek lâzımdır. İnşâallah, bu şekildeki bir arkadaşlık fanusu, serası içimize şeytanların girmesine fırsat vermeyecektir.

Bir diğer husus da, mümkün mertebe, kalbleri inceltecek nasihatlere kulak verilmesidir. Evet, dinleyince ahiretle bütünleşeceğimiz ve öteler arzusuyla coşup heyecanlanacağımız nasihatler çok önemlidir.. ve bu mânâdaki nasihat aynen dindir. Seleflerimiz vaaz u nasihat ederken, cami aşkla, heyecanla dolardı. Koca Fahreddin Râzî, felsefe kitaplarını devirmiş bir insandı ama, kürsüye çıktığında hıçkırıklarından ne dediğini âdeta kimse anlayamazdı. Biz bu türlü nâsihleri dinlemeden mahrum, bu itibarla da bir bakıma tali’siz bir cemaat sayılırız.

Oysaki insan aynı zamanda, yüreği hoplamaya, gözü yaşarmaya muhtaç bir varlıktır. Evet, insan iç âlemi itibarıyla her gün birkaç defa incelmeye, incelip kendi içinde derinleşmeye ihtiyacı olan bir yaratıktır. Ağlamak da o ihtiyaçlardan biridir. Kur’ân, “Onlar ağlar ve yüzüstü kendilerini secdeye atarlar.”4 diyerek hep iç inceliğinden, yaşaran gözden, rikkatli kalbten bahsediyor.

Binaenaleyh, mümkünse, her gün sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn efendilerimize ait, evet, gerçekten İslâmî hayatı yaşamış o insanlardan bir kısım sayfalar mütalâa ederek, hayatımızı onlarla renklendirmeli ve çarşıya, pazara öyle çıkmalıyız. Bu sayede, hem zaman zaman gönül dünyamız düzelecek hem de gerçek gönül insanları olan sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiînle kendimizi mukayese etme fırsatını bulacağız: “Onlar da Müslüman’dı, biz de Müslüman’ız; onlar nasıl öyle olmuştu, biz neden böyleyiz?” gibi mülâhaza ve murâkabelerle yenilenebileceğimizi tahmin ediyorum; hiç olmazsa haftada birkaç defa bu şekilde bir incelme ve kalblerin yumuşaması, -inşâallah- içimizde yer yer mevcudiyetini hissettiğimiz pasları izale edip giderecektir. Biz de bu sayede kalbimize akseden ilâhî tecellîleri, bütün aydınlığıyla duyacak ve şeytanın vesveselerinin dışında, uzağında kalabileceğiz. Bu durum bazen bir şahsı dinleme, bazen Kur’ân okuma, bazen de tefsirleri karıştırma şeklinde olabilir… Yenilenme şeklinde sınır yok ama, bizim buna en az hava, su ve ekmek kadar ihtiyacımız var.

Evet, yüreğimizi hoplatacak bir insanı dinlemek, onunla diz dize gelmek, “Bize nasihat et!” demek; kalbimizde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sadık dostlarını bir kere daha duymak, bizi ayakta tutacak dinamiklerdendir. Sakın sakın, ülfet ve ünsiyet hastalığı ile: “Ben bunu biliyorum, bir kere daha, okusam ne olur okumasam ne olur?” demeyelim. “Dinlesem ne olur, dinlemesem ne olur?” demek bir gaflet, bir aldanmışlıktır. İhtiyacın tekerrür etmesiyle yemenin içmenin tekerrür etmesi gibi, mânevî hayatımızın, kalb, vicdan ve sair duygularımızın da bu türlü şeylerle beslenmeye ihtiyacı vardır.

İşte bütün bunları düşünerek her zaman kendimizi, bir rehberin kucağına atmalı ve onun bütün fenalıkları eriten kudsî atmosferi içine girerek, kendimizi yenileme yollarını araştırmalıyız. Bu, bazen okuma, bazen tefekkür ve bazen de ölümü düşünme ile olabilir. Bunları yapabildiğimiz ölçüde de insî ve cinnî şeytanlardan korunmuş olacağız. Her zaman dua ve niyazımız, Cenâb-ı Hakk’ın bizleri nefis ve şeytanın şerrinden koruyup muhafaza etmesi istikametinde olmalıdır.. olmalıdır ki, hayatımızı hep inayet seralarında sürdürebilelim.

1 Bkz.: Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 148; Nesâî, mevâkît 35, tatbîk 78.

2 Bakara sûresi, 2/40.

3 “Siz Allah’ın dinine yardımcı olursanız Allah da size yardım eder.” (Muhammed sûresi, 47/7)

4 İsrâ sûresi, 17/109; Meryem sûresi, 19/58.

-+=
Scroll to Top