Bölümler

Yüklenecek konu kalmadı!

“Yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz.” diyorlar. Zamanımızda geçerli midir?

Lavoisier’e dayandırılan bu söz sadece bir iddiadır. Diyorlar ki: “Madde enerjiden mürekkep ve enerjinin şekillenmiş hâlidir. Madde-enerji, enerji-madde bir devr-i daim hâlinde sürer gider. Demek ki, var yok olmaz, yok da var olmaz. Meselâ, yeryüzünde insanlar var olurlar, öldüklerinde çürür ve bu sefer de toprak olurlar. Ve varlıklarını toprak şeklinde devam ettirirler. Güneş’teki hidrojen helyuma çevrilir, ondan çıkan şua, radyasyon ve çeşitli boydaki dalgalar, dünyanın yedi bucağına yayılır hatta birçok sistemlere kadar gider ve onlar da kendilerine göre bunlardan istifade ederler. Yani, değişen sadece varlığın keyfiyetidir; yoksa bizzat varlık hep devam etmektedir.”

Evvelâ, Lavoisier “Var yok olmaz, yok da var olmaz.” derken bunu eşyanın kendisine nispet ederek söylemektedir. Yani, hiçbir varlık kendi kendine yok olmaz. Yok olan da yine kendi kendine var olamaz. Aynı zamanda, var ve yok etme gücüne sahip olamayan sebepler, tesadüfler; hatta varlık içinde en kabiliyetli olan insanlar dahi, bu hükme dahildirler.. onlar da bir varı yok, bir yoku da var edemezler.

Onların eliyle sadece terkipler değişir; varlık varlığını devam ettirirken, yok da ebediyen yok olarak kalır. Ancak, mesele Cenâb-ı Hakk’a (celle celâluhu) isnat edildiğinde bu hüküm tamamen tersine çevrilir. Allah (celle celâluhu) varı yok eder, yoku da var eder. Her baharda binlerce, yüz binlerce, yoktan ve hiçten yaratılan bunca nebâtâtı gördüğü hâlde, yok var olmaz diyen muannit evvelâ kendisi yok olmalıdır. Evet, Allah (celle celâluhu) varı yok eder, yoku da var eder. Zaten Lavoisier’nin de buna bir itirazı yoktur.

İkincisi: Varlık veya yokluk bizim malumatımızın dar mahbesine sıkıştırdığımız şeylerden mi ibarettir ki böyle bir iddiada bulunmak doğru olsun!

Epikür ve Tales’ten bu yana maddenin en küçük parçası olarak bilinen atom bugün daha küçük parçalara ayrılmış olarak bilinmektedir. Atom, kendi çekirdeğinin etrafında dönen, eksi yüklü elektronlar, artı yüklü protonlar ve yüksüz nötronlardan müteşekkildir. Dün bilinmeyen bu husus bugün herkesin malumudur; ve bugün yine herkesin malumudur ki, bunlar durmadan dalga neşretmektedirler. Görülüyor ki, bilgilerimiz daima yenileniyor ve bilgi dağarcığımıza her an yeni bilgiler ilave oluyor. Atom nazariyesi birçok değişikliğe uğrayadursun, belli bir dönemde foton nazariyesi ortaya atıldı ve ilim adamları artık bütün mesailerini partiküller üzerine teksif etmeye başladılar. Biz çok şey bildiğimizi zannediyoruz; hâlbuki çok şey bilmiyoruz. Varlık hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimize nispetle deryada katre kalır…

Biz yine düne kadar, her şeyin atomdan meydana geldiğini kabul ediyorduk. Ancak bugün antimadde nazariyesiyle atomun karşısında da bir antiatom olduğu söylenmektedir ki, “Daha bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı.”1 mânâsına gelen âyetin içinde bu mânâyı düşünmek de mümkündür.

Kur’ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu ilmî gerçeklere ve telkin ettiği imana bakınız ki, “Atomdan seyyarata kadar, her şeyi Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) çift olarak yarattı. Tek olan birisi vardır o da Allah’tır (celle celâluhu).” Sadece O tek olan Zât’tır ki, parçalanmaz, bölünmez, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez, kemmî ve keyfî olarak ele alınmaz. O zâtında vardır ve bir Zât-ı Ecell-i A’lâ’dır. Tebeddülden, tagayyürden, elvân u eşkâlden münezzeh ve müberrâdır.

Anderson’dan Asimov’a kadar fizik ve astrofizik dünyasında yeni bir görüş olarak üzerinde durulan, antimadde, antiatom, antiproton ve antinötron hususu bilgi sınırımızı tespitte ve bilgi kapasitemizin azlığı mevzuunda düşüncelerimize bir buud daha kazandıracak mahiyettedir. Çok şey bildiğini zanneden insan, hiçbir şey bilmediğini bu yeni gelişmelerle daha iyi anlamış durumdadır. Zaten okudukça insanın, bir taraftan ilmi, diğer taraftan da cehaleti artmaktadır.

Anderson, pozitronu bulduktan sonra, elektron yerinde dönen başka bir şey buldu. Çünkü bu bulduğu artı yüklüydü. Hâlbuki elektron eksi yüklü olması gerekiyordu. Bu, maddenin karşısında zıt bir maddenin olduğunu ispat ediyordu. İlim dünyası şimdi bu sırrı çözmekle meşgul ve yoğun bir faaliyet içinde çalışıp durmaktadır. Bir de sıralamayı devam ettirirsek, bakın iş nereye kadar uzayacaktır: Antix, antipartikül, antiproton, antinötron, antielektron, antimolekül. Ondan sonra da canlılara gelelim. (Yalnız şimdilik böyle bir tabir bilinmiyor) antibitki, antihayvan, antiinsan ve antidünya… vs.

Çok sözleri kehanet derecesine varan Einstein demiştir ki: “Görünen üç buudlu mekânın dördüncü bir buudu daha vardır; o da zamandır.” Tabiî ki bu, sezip görebilmeye bağlıdır. Siz o mekânın içinde bulunsanız, eşyaya bakışınız başka türlü olacaktır. Öyleyse, içinde bulunduğumuz mekânın dışında bu mekândan başka bir mekân vardır. Ve bu mekân hiçbir zaman başka bir maddenin değişmesinden teşekkül etmiş değildir.

Madde ile antimadde arasındaki münasebet nedir? Bu sorunun cevabında deniliyor ki, bunlar birbirini yok edebilecek bir mahiyette yaratılmışlardır.

Ve yine ilim adamları, bir gün bütün kâinatta, maddenin anti-maddeye galebe edeceğinden bahsetmektedirler. Hâlbuki onların sözlerini teyit eden hiçbir delilleri de yoktur. Bunu şunun için söylüyorum; acaba ilim adamları her şeyi biliyorlar mı ki, böyle bir neticeyi hemen kestirip atıyorlar.

Haydi onların bazı dediklerini kabul edelim. Yeryüzünde madde daha çoktur, antimadde ise daha azdır. Ama bir de ileri sürdükleri hususlar üzerinde düşünelim. Meselâ onlar diyorlar ki, kâinat yaratılırken madde ve antimadde birbirine mukabil yaratıldı. Diyelim ki madde tarafında iki bin iki tane madde vardı; antimadde tarafında ise bu oran iki bin taneydi. Sonra madde antimaddeyi yedi, tüketti. Sonunda madde, anti-maddeden sadece iki tane fazla kaldı ve bu fazlalıktan dolayı, kalan iki fazla maddeden bu âlem vücuda geldi. Böylece de, madde antimaddeye galebe çalmış oldu. Aslında hiç de böyle bir durum yoktur. Çünkü, eğer böyle bir şey olsaydı, yeryüzünde antimaddeden bahsetmeye imkân olmazdı. Zira, iddiaya göre antimadde baştan bütünüyle yok edilmiş sayılıyordu.

Bir de şöyle düşünelim. Antimadde düşüncesi maddenin karşısında; antiatom düşüncesi atomun karşısında bize sırlı bir âlemden bahsetmektedir. Biz maddî ve görünen varlıklarız. Niçin acaba cinler, antimaddeye yakın bir şeyden yaratılmış olmasınlar? Neden meleklerin nurdan yaratıldığını kabul etmeyelim? Neden onlar bizi yok edebilecek güçte olmasınlar?

Acaba geçmiş peygamberlerin serencamesi arasında bu tür hâdiseleri görmek mümkün değil midir? Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’de ve bilhassa Hicr sûresinde meleklerin bir yerde madde adına görünmelerinin orayı mahvettiği anlatılmaktadır.2 Demek ki Allah’ın (celle celâluhu) emir ve müsaadesi olsa, melekler zincirleme reaksiyonlarla, kâinatı yok edebileceklerdir. Binaenaleyh, bir yerde madde bir nesic, bir kanaviçe meydana getirirken, bir yerde de antimadde, meselâ, cinler ve ruhânîler gibi bir kanaviçe meydana getirmektedir. Madde-anti madde; mekân-anti mekân, zaman-anti zaman çarpışması neyse, dünya da ahiretin karşısında aynı durumdadır. Onun içindir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gerçekten Cennet’i görüyor, üzüm salkımına elini uzatıyor, Cehennem’i müşâhede ediyor ve gördüğü o dehşetli manzaralardan irkiliyordu. Evet O, madde âlemindeyken de antimadde âlemiyle münasebet içindeydi…

İşte âlemin varlığı, maddesiyle antimaddesiyle bu kadar karmaşıklık arz ederken, kalkıp birisinin, yüz sene önce söylenmiş bir söze dayanarak, “Var yok, yok da var olmaz.” gibi laflar etmesi ilmî hiçbir mesnede dayanmayacağı gibi, tutarlı da olmayacaktır.

Burada, âlem hakkında çok şey bilmediğimizi bir kere daha tekrar etmek durumundayım. Bir zamanlar, esîr maddesi etrafında da fırtınalar koptu. Var diyenleriyle bir grup, esîr maddesinin mevcudiyetini çeşitli delillere istinat ederek ispat ederken, Michaelson ve daha başka bazı ilim adamları araştırmalarının neticesini, “Esîr denen bir madde yok!” diye noktaladılar. Bu sefer Lorenz devreye girdi ve “Hayır, yok diyemezsiniz!” dedi. Bunların hepsi de söylediklerini, araştırmalarının onlara verdiği malumata dayandırıyorlardı. Durum böyle olunca ve bu bilinemeyenlere bir de insanın kendisi eklenince, varlık veya yokluk hakkında hüküm mahiyetinde sözler söylenmesi biraz tuhaf değil mi?

Bir gün gelecek, İsrafil sûra üfleyecek madde veya antimaddeden bir tarafı yok edecektir. Bu defa beriki diğerine göre belki gelişecek ve siz öyle varlıklarla karşılaşacaksınız ki, sizin gibi insan görünecek, ama elinizi vurduğunuzda bir tarafından öbür tarafına geçiverecektir. Siz ona, ister cin, ister melek, isterse ruhanî deyin. Ancak denmesi gereken bir şey daha vardır; o da varlığın maddeden ibaret olmadığı hakikatidir. “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise mâneviyatta kördür.”3 Maddenin ötesinde, bütün ihtişamıyla maddeye zıt ayrı bir varlık sahası vardır ki, gerçek mânâ, ilâhî nur ve Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) tecellî ettiği âlem de işte bunun ötesindedir. Bu mevzuda hiçbir şey bilmiyoruz. Çünkü ilmin eli oralara uzanmaktan henüz uzaktır.

Üçüncüsü: Hepimiz müşâhede ediyoruz ki, var yok olmakta, yok da var olmaktadır. İşte gözümüz önünde Allah (celle celâluhu) bir anda ışığı var ediyor, sonra onu yok ediyor ve onun yerine karanlığı var ediyor. Sonra karanlığı yok edip ışığı var ediyor. Biz de gözümüz önünde cereyan eden bu hâdiseleri müşâhede edip duruyoruz. Her mevsim yoktan varlık sahasına çıkarılan bunca nebatat ve hayvanat bize yoktan nasıl var edildiğini gösterip dururken bir gün de gelecek bütün bunlar yok olmakla, bu sefer de varın nasıl yok edildiğini yine görmüş olacağız. كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ4 sırrı zuhur edecek ve dünya üzerinde ne varsa maddelerine ait yönleriyle yok olacaklardır.

Evet, her şey fânidir; ancak bir Bâki vardır. O da hiç şüphesiz Allah’tır (celle celâluhu). Ve O Allah (celle celâluhu), varı yok; yoku da var etmeye muktedirdir.

Hâsılı; maddeciler, varı yok, yoku da var eden ve kâinattaki baş döndürücü icraatıyla varlığını hissettiren Yüce Yaratıcı yerine maddî bir ilâh, daha açık ifadesiyle de, bir (İlâh-Madde) ikame ederek bir kısım bulanık düşüncelere sığınmak istemekteler. Zira, iddialarına nazaran âlemi idare eden sadece maddedir. Kimyevî ve mihanikî kuvvetler ise, maddenin vasıfları ve hususiyetlerinden başka bir şey değildir.

Ne var ki, onlara göre bu her şey olan maddenin hakikati meçhuldür. Ne acıdır ki, idrak edilemediğinden ötürü hakikat ve künhünü bilemedikleri Allah’ı (celle celâluhu) inkâr eden materyalistler, hakikatini bilemedikleri maddeyi her şeye esas kabul etmekte hiçbir beis görmemekteler..? Onların bu gibi pek çok tenakuzları üzerinde durmayacak, sadece sistemleriyle alâkalı bir iki söz edeceğiz:

Materyalistler, yaratılış ve varoluşta en birinci âmil olarak maddeyi görürler. Onlara göre madde her şey üzerinde hâkim, kuvvet de onun esiridir. Âlemin idaresini, kâinattaki nizam ve âhengin muhafazasını, her şeyin esası sayılan bu kör ve şuursuz zerrelere, ilimsiz, idraksiz atomlara havale ederek varlık hakikatini izah etmeye çalışırlar.

Bu utandırıcı ve gayri ilmî hurafeleri kabul etmek için insanın hakikaten kör ve şuursuz olması lâzımdır.

İşte, maddecilerle aramızdaki en bariz farklılık da burada ortaya çıkar. Maddeciler güya tecrübe ve müşâhedeye dayanarak, maddenin, her şeyin esası, hareket ve şekillenmesinin de kendinden olduğunu iddia ederler. Bizse, yine ilim, fen ve müşâhedeye dayanarak, maddenin kör, âtıl, şuursuz bir mevcut olduğunu, hareket ve değişik terkipler içindeki hizmet ve gücünü varlığı kendinden, her şeyi ilim ve kudretiyle idare eden bir Zât’tan (celle celâluhu) aldığına inanırız. Günümüzdeki temsilcileriyle beraber bütün materyalistler tamamen dogmatisttirler. Henüz ispat edilememiş ve bedihî olmayan şeyleri, ispat edilmiş ilmî meseleler gibi gösterir ve göz boyamaya çalışırlar. Hıristiyanlık’taki dogmatizme başkaldırarak her şeyi inkâr eden maddeciler neticede bir başka yoldan aynı girdaba kapıldı ve aynı gayyalara sürüklendiler.

Materyalistlerin, bin bir tantana ile ilân ettikleri esasların hemen hepsi de bir kısım fasit kıyas ve yakıştırmalara dayanmaktadır.

Varın yok, yokun var olması iddiası da yine onların bu yakıştırmalarından biridir. Bir gün ilim adamları onların bu iddialarını da iki kere iki dört eder kat’iyetinde ispat etseler; onlar, inkâra esas teşkil edebilecek yeni yeni iddialar üreteceklerdir.

1 Yâsîn sûresi, 36/36.

2 Bkz.: Hicr sûresi, 15/8.

3 Bediüzzaman, Mektubat s.697.

4 “Arz üzerinde bulunan herkes fânidir.” (Rahmân sûresi, 55/26)

-+=
Scroll to Top