Bölümler

Yüklenecek konu kalmadı!

Neden her şey ölüme dayalıdır? Meselâ hayvanların hayatı, bitkilerin ölümüne; insanların hayatı hayvanların ölümüne…

Eşyada tasarruf eden Zât’ın israf etmemesinden, en süflî şeylerden dahi en nadide varlıkları icat etme âdetinden; her şeye daimî yenilikler bahşetmesinden ve bütün varlıkları kamçılayıp tekâmüle sevk etmesinden, bir baştan bir başa varlık âleminde her gurubu bir tulû takip etmektedir. Tıpkı, yer dilimlerinden gündüzün geceyi kovalayıp durması; ışık, yerini karanlığa terk etmesi ve bu baş döndürücü nizamdan daima yeni, taze ve usandırmayan semerelerin alınması.. ve daha pek çok yüce maksatlar için, Güneş küre-i arz münasebeti içinde, hayatı ölümün arkasına taktığı gibi…

Şimdi kısaca, bu hususlar üzerinde duralım; ancak her şeyden önce ölümü tanımak gerekmektedir.

Ölüm; tabiî bir sona eriş, bir inkıraz, bir kendi kendine tükeniş ve ebedî yok olma değildir. O, bir yer değiştirme, hâl değiştirme, buud değiştirme ve vazife külfetinden sıyrılarak rahata ve rahmete ermektir. Hatta bir bakıma, her şeyin kendi özüne ve hakikatine intikal etmesinden ibarettir.

Bu itibarla ölüm, hayat kadar cazip; dostlara vuslat kadar sevindirici ve ölümsüzlüğe ermek kadar büyük bir nimettir.

Ölümün bu hakikatini göremeyen maddeciler, hep onu ürpertici olarak tasvir etmiş ve hakkında yanık yanık ağıtlar yakmışlardır. Dünden bugüne ölümün hakikatini idrak edemeyen tali’sizlerin durumları hemen hep aynı çizgide cereyan etmiştir.

Vâkıa ölüm, bir ayrılık olması itibarıyla, aklın nazarında ve insanın insanlığı üzerinde oldukça müessir bir hâdisedir. Böyle bir tesiri bütün bütün inkâr etmek kabil olmadığı gibi, kalbin dilini bağlamak da mümkün değildir. Hele ince gönüllerde, hassas ruhlarda -geçici dahi olsa- onun meydana getireceği fırtınalar cidden çok müthiştir. Böyleleri için “ba’sü ba’de’l-mevt” akidesi, her şeyini kaybeden dilenciye sultanlık bağışlanması ve idam edilecek birinin ebedî hayata erme fermanını alması gibi, bütün üzüntüleri unutturacak ve onu fevkalâde sevindirecek büyük bir hâdisedir.

Bunun içindir ki, ölüm, onun hakikatini idrak edenlerin nazarında, bir terhis, bir tebdîl-i mekân ve yüzde doksan dokuz dostların ve sevdiklerin bulunduğu âleme bir seyahat olmasına mukabil, hakikatini idrak edemeyen ve sadece dış yüzündeki ürpertici durumu gören bir kısım tali’sizler için ise o, bir cellat, bir darağacı; dipsiz bir kuyu, karanlık bir koridordur…

Ölümü ikinci ve ebedî bir varoluşun başlangıcı sayanlar, sinelerinde onun tatlı tatlı esintilerini duydukça Cennet baharları gözlerinin önünde tüllenmeye başlar. Bu itikadî zevk ve neş’eden mahrum inkârcı ise, onu hatırladığı her lâhza, vicdanında yaşattığı Cehennem’e girer-çıkar ve ızdırap çeker. Çektiği acılar sadece kendine ait olsa yine bir derece, kendiyle beraber, alâkadar olduğu ve lezzetlerinden lezzet alıp, acılarını ruhunda duyduğu ne kadar varlık varsa, onların elemlerini de gönlünde yaşar ve iki büklüm olur.

İnanan insanın nazarında her şeyin ölümü, hayat külfetinden, dünyevî meşakkatlerden bir paydos olması ve onların misalî hüviyetleri, ilmî mahiyetleriyle başka âlemlerde varlıklarını sürdürmeleri cihetiyle de bir tekemmül, bir terakki ve daha ulvî bir mahiyet kazanmaktan ibarettir.

Evet, ölüm, ebedî varolmayı sünbül vermesi ve insanı hayatın meşakkatlerinden kurtarması itibarıyla büyük bir nimet ve insana en kıymetli bir ilâhî armağandır. Ne var ki, her kemal ve terakki; dolayısıyla her lütuf ve mazhariyet, bir kısım imbiklerden geçmeye ve bir kısım potalarda şekillenmeye vâbeste olduğu gibi, bütün varlıklar da, böyle daimî bir erime arınma yoluyla daha üst seviyelere tırmanmaktadırlar. Meselâ: Altın madeni ve demir cevheri, ancak, eridikten ve bir bakıma ölüp yok olduktan sonra, öz ve hakikatleriyle görünme seviyesine ulaşmış olurlar. Yoksa, böyle bir ameliyeye tâbi tutulmadıkları takdirde, kendi hakikatlerine zıt bir surette, taş ve toprak hüviyetinde devam edip giderler.

Altın ve demire, diğer şeyleri de kıyas ettiğimiz zaman, anlarız ki; her şeyin bir noktada gurub edip gitmesi, eriyip tükenmesi, zâhiren yok olma gibi görünse bile, hakikatte daha yüce bir hâle intikal etmekten başka bir şey değildir.

Havanın zerrelerinden, suyun atomlarına; otların, ağaçların moleküllerinden, canlıların hücrelerine kadar her şey, fevkalâde bir şevk ve alabildiğine bir zevk içinde ölüme giderken, haddizatında kendisi için mukadder kemale koşmaktadır. Hidrojen ve oksijen terkibe girince hususî mahiyetleri itibarıyla ölürler; fakat, bütün varlıklar için, en hayatî bir unsur olma yolunda ayrı bir dirilişe ererler.

Bundan dolayıdır ki, biz ölümle kayboluşa; yer değiştirme, hâl değiştirme diyoruz, ama kat’iyen inkıraz ve tükenme demiyoruz. Nasıl diyebiliriz ki; partiküllerden en büyük mürekkeplere kadar, kâinatın sinesindeki bütün çalkalanmalar, hâlden hâle intikaller, erimeler, dağılmalar hep en iyiyi, en güzeli ve en tazeyi netice verip durmaktadır. Buna dense dense, varlıkların seyahat ve tenezzühü denir; ama kat’iyen ve asla yokluğa gitmeleri denemez!..

Diğer bir zaviyeden ölüm, mülk sahibinin nazarında, vazife devir ve tesliminden ibarettir. Her varlık, kendine has çizgide, kendini varlığa erdiren Zât’ın huzurunda bir resm-i geçit vazifesiyle mükelleftir. Merasim bitip, istenilen resim ve suretler tespit edildikten sonra, onun gitmesi; yerine başkalarının gelmesi, sahneyi monotonluktan kurtarma ve en ceyyid, en yeni şeylerle hep ona canlılık kazandırmanın gereğidir. Böylece, varlıklar, figürler gibi sahneye çıkar, kendine ait rolü oynar, söyleyeceği sözü söyler ve sonra perdenin arkasına çekilir. Ta başkaları da kendilerine ait oyunu oynama ve soluklarını duyurma imkânını bulsunlar. “Gelen gider, konan göçer.” fakat, bu gelip gitmelerde yenilikler, canlılıklar ve cazibeler meydana gelir.

Bir başka cepheden de; ölümün sessiz nasihatinde, hiçbir varlığın kendi kendine ve bizzat kâim olmadığını; her şeyin yanıp-sönen ışıklar gibi, sönmeyen ebedî bir güneşe delâlet ettiğini göstermek suretiyle, fenâ ve zevâlin öldürücü pençeleri altında inleyen kırık gönüllere, oturaklaşma, huzura erme yolunu iş’âr etme vardır. Yani, gönlümüzü kaptırdığımız şeylerin, arkalarına bakmadan çekip gitmeleri, bizde bâki bir sevgili arama hissini uyarır. Böyle bir hissin uyanması ise, duygular dünyamızda ebediyete ermenin ilk merhalesidir. İşte ölüm, bu ilk merhaleye insanı alıp yükselten sırlı bir asansör hükmündedir.

Bundan ötürü, fenâ ve zevâle, kesip biçen bir kılıç nazarıyla bakmaktan daha çok, tımar eden, aşılayan bir el ve neşter nazarıyla bakmak daha muvafıktır. Hatta, bir bakıma, fenâ ve zevâli zatî görmek de sakat ve hatalı bir anlayıştır. Zira mutlak yokluk kat’iyen bahis mevzuu değildir. Bilakis her şey, bizim dar müşâhede buudlarımıza göre kaybolur, misalî ve ilmî hüviyetiyle, hafızalarımızdan Levh-i Mahfuz’a ve nihayet bütün eşyayı kuşatan geniş daire-i ilme kadar, değişik buudlarda ve buudlar ötesi âlemlerde farklı mahiyetlerle varlıklarını sürdürürler. Âdeta her şey, bir tohum hâlinde çürür, bir çiçek hâlinde pörsür gider; fakat, ruhu ve özü, binlerce başak ve tomurcukta devamlılığa erer.

Şimdi değişik bir zaviyeden tekrar suale dönelim. Her şey ölüme değil de hayata dayansaydı, yani hiçbir şey fenâ ve zevâl bulmasaydı; varlık, varolma içinde dalgalanıp dursaydı da, eşya ve hâdiseler tek taraflı işleseydi ne olurdu?

Evvelâ, geçen hususlar, ölümün bir rahmet ve hikmet eseri olduğuna kanaat vermekle beraber, diyebiliriz ki; ölümün rahmete dayanmasına mukabil, âlemşümul ölümsüzlük, öylesine bir abesiyet ve öyle korkunç bir felâkettir ki; eğer olduğu gibi tasvir etme imkânı olsaydı, insanlar ölüme değil de, ona ağlayacak ve ona âh u vâh edeceklerdi!..

Bir kere düşünün! Hiçbir şey yok olmadığı takdirde, daha ilk asırlarda, değil insanların yaşaması, bir sinek bile yaşama vasat ve imkânını bulamayacaktı. Canlılardan sadece karıncalar, otlardan sarmaşıklar, yeryüzünü hâkimiyetleri altında bulundurup; sonra da, hiçbir sarmaşık, çürümeseydi ve hiçbir karınca da ölmeseydi, bir asırda yeryüzünü saran sarmaşık ve karınca kalınlığı yüzlerce metreye ulaşırdı. Böylesine sevimsiz, korkunç bir tabloyu düşündükçe ölümün rahmet olduğunu, çürümenin hikmet olduğunu görmemek kabil mi?

Hele şimdi, müşâhede ettiğimiz kâinatın o akıllara durgunluk veren güzelliklerinden kaçta kaçını karınca ve sarmaşık yumağının monoton çehresinde görebilirdik?.. En antika ve çarpıcı sanat eserlerinin teşhiri için açılan yeryüzü sergisinde bunlar mı gösterilecek!.. Her tarafta, güzelliklerinin akislerini görüp durduğumuz Muhteşem Sanatkârın hangi güzelliğini bu karanlık simada görecektik!.. Bu sevimsiz çehrede, değil kâinatın kuruluşuna vesile âlî temâşâların bulunması, eğer yaşamaları kabil olsaydı, en sefil mahluklar bile bu mezbelelikten kaçacaklardı…

Diğer taraftan da, bu koca kâinatın idaresinde öyle fevkalâde bir hikmet var ki, zerre miktar israf ve abesiyet göze çarpmamaktadır. En süflî ve pes şeylerden, en kıymetli şeyleri meydana getiren mutlak hikmet Sahibi, elbette ki, hiçbir şeyi israf etmeyecek ve en değersiz enkaz ve kalıntıları daha başka yerlerde kullanacak ve yeni yeni âlemler icat edecektir. Hele, ruhunu ve özünü nezdine aldığı canlıların, hususiyle insanın, o ruh ve öze hizmet eden zerrelerini muhakkak ki, en iyi şekilde kullanacak ve taze taze ceyyit mahluklar meydana getirecektir. Yoksa, önce değer verip varlığa mazhar ettiği bu nâzenin mahlukları, enkaz hâlinde terk etmek suretiyle, âlemşümul hikmetine aykırı icraatta bulunmuş olacaktı ki; Şân-ı Ulûhiyet bundan muallâ ve müberrâdır.

Netice olarak diyebiliriz ki; bütün eşya, tertip, tanzim, sevk ve idare edilmesi itibarıyla, selîm akıllara, zevkten anlayan gönüllere, şairane ilhamlar bahşedecek kadar yerli yerinde ve mükemmeldir. Zerrelerin hareket ve çözülmelerinden, otların, ağaçların hâlden hâle geçmelerine; ırmakların fenâ bulma istikametinde denizlere koşmalarından, denizlerin kendi aleyhlerine buharlaşıp bulutlara yükselmelerine kadar; hatta, oradan da baş aşağı, yeniden zemine inerek toprağın bağrında eriyip gitmelerine kadar, her şeyin ciddî bir şevk içinde, bir keyfiyetten daha âlî diğer bir keyfiyete doğru koştuğu müşâhede edilmektedir.

Ne âlemdir bu âlem aklı, fikri bî-karar eyler, Hep i’câzât-ı kudret pîş-i çeşmimde güzâr eyler, Semâvî handelerdir gökyüzünden Hak nisâr eyler, Serâser nurlardan renklerle istitâr eyler, Çemendir, bahrdır, kühsârdır, subh-ı rebîdir, Bu yerlerde doğan bir şâir olmak pek tabiîdir.(*)

Abdülhak Hâmid

(*) Bu âlem öyle bir âlemdir ki; insanın aklını fikrini kararsız kılar. Kudretin bütün mucizeleri gözümün önünden gelir geçer. Gökyüzünden Hakk’ın saçıp dağıttıkları, semâvî tebessümlerdir. Baştan başa nurlardan renklerle perdeler. Çimendir, denizdir, dağlıktır, bahar sabahıdır. Bu yerlerde doğanın şâir olması pek tabiîdir.

-+=
Scroll to Top