Bölümler

İslâmiyet bir taraftan “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayrılmıştır.”1 ve “De ki: Hak Rabbinizdendir, öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”2 gibi âyetlerle, müsamaha, hoşgörü ve insanların inanıp inanmamalarını onların iradelerine havale etmeyi esas alıyor görünürken diğer taraftan, “Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla savaş ve onlara sert davran. Onların varacağı yer Cehennem’dir. O ne kötü gidilecek bir yerdir.”3 ve “Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyiniz!”4 ve “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle, hor hakir duruma düşüp cizye verecekleri âna kadar savaşınız!”5 gibi beyanlarla İslâmiyet’te kılıç ve zorlama olduğu, dolayısıyla da onun silahla yayıldığı mânâsı anlaşılmaktadır. Bu hususların telifi ve İslâm’daki cihad emrinin mânâsını izah eder misiniz?

Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri çok rahatsız, baygın olduğu bir ânında mânevî âlemde birisinin kendisini düşmanlardan koruduğunu, sonra da “Ben Yâsîn sûresiyim.” dediğini, kendisine gelince de başında Yâsîn sûresinin okunduğunu söylüyor. Böylece her sûrenin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğu iddia ediliyor. Şimdi, bazı Müslümanların, devamlı okudukları virdler ve tefsirler için de aynı şeyleri söyleyebilir miyiz? Söylenebilir mi? Yoksa bütün bunlar bir his yanılması mı?

Yüklenecek konu kalmadı!

“Ruhlar mütegayyir olmadığına göre hâdis de olamaz.” sualine nasıl cevap verebiliriz?

Bu da kelâm ilminin derin meselelerinden bir tanesidir ve bu sualin altında şunlar var: Kâinat mütegayyirdir. Değişmeye tâbidir ve mütemadiyen değişip durmaktadır. Biz, bu açıdan kâinata hâdis deriz. Yani sonradan olmuş ve çözülmeye doğru gidiyor, daimî bir çözülme içinde hareket etmektedir. Binaenaleyh “Bütün bu çözülmeleri, hiç çözülmeyen, tebeddülden, tegayyürden müberra birisi dizmiş, tanzim etmiştir.” diyoruz. Bu prensibe, değişen üzerinde, değişmeyen bir Zât’ın bulunduğunu gösterme prensibi denebilir. Tebeddül ve tegayyür eden her şey, tebeddülden, tegayyürden, elvandan, eşkâlden münezzeh, müberra olan bir Zât-ı Ecell-i A’lâ’ya (celle celâluhu) delâlet eder ki, O da Allah’tır, Vâcibü’l-Vücud’dur. Bütün beşerî ve kevnî hâdiselerden, arızalardan münezzeh ve mukaddestir. İşte Zât-ı Ulûhiyet için serdedilen bu mukaddime üzerine şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır.

Allah, mütegayyir değildir; Allah değişmez, O yemez, içmez, israfâtı, vâridâtı yoktur. Ezelîdir; varlığı Zâtî ve Kendindendir, aynı zamanda da ebedîdir.

Öbür taraftan, ruhun da bir besâteti vardır. Yani ruh maddeden mürekkep değildir. Aynı zamanda âlem-i halktan değil, Kur’ân’ın beyanıyla, âlem-i emirdendir. Yani o, atomların bir araya gelmesiyle hâsıl olan bir varlık değil; melâike-i kiram gibi Allah’ın emriyle meydana gelen, zîşuur nuranî kanunlardan ibarettir. Tohumdaki nemalanma kanunu, küreler ve atomlar, hatta çekirdekle elektronlar arasındaki çekme kanunu gibi ruh da bir kanundur. Fakat ruh şuurludur. Diğer kanunların ise hayat ve şuuru yoktur.

Ruh maddeden mürekkep olmadığı için basittir; çözülmez ve iyonlaşmaya doğru gitmez, sabit bir varlığı vardır. Şimdi bu yönü ile –hâşâ– bazılarının aklına, Allah’a benziyor gibi bir şey gelmekte. Yani, Allah tegayyürden münezzeh olduğu gibi ruhta da tegayyür ve tebeddül yok, öyleyse farkları ne?

Allah’ın tebeddülden, tegayyürden, elvan u eşkâlden münezzeh ve müberra olması Zât’ındandır. Ruh ise, basit bir varlık olarak Allah tarafından yaratılmıştır. Allah, hâlıktır, ruh ise mahluktur. Allah, kendi kendine kaim ve varlığı kendindendir. Ruh dahil her şey O’nunla kaimdir. Her şey elini O’na uzatmış istiane etmekte, O ise, “iyyâke nestaîn1 sözü ile yapılan bütün istianelere iane etmekte, yardımda bulunmaktadır. Ruh da, Allah’ın yardım elini uzattığı mahluklarından birisidir. Ruhun varlığı da Allah ile kaimdir. Evet, ruh da Allah’a dayandığı sürece vardır. Allah’a dayanmadığı zaman o da mahvolur. Allah şuurlu, hayatlı bir kanun olarak ruhu kendi kudret ve iradesine dayamış ve böylece onun varlığını devam ettirmektedir.

Bir misalle arz edecek olursak, Güneş’te şua, ışık ve renkler vardır. Ay’da da bunu müşâhede ederiz. Fakat Güneş’i yok farz ettiğimiz zaman, Ay’da o ışıkları düşünmemize imkân yoktur. Ay’ın üzerindeki o arazî ışıklar, Güneş’te zatî olan ışıkların cilvesidir. Biz hayalen Güneş’i yok farz ettiğimiz zaman, Ay’ın üzerinde ışık devamına imkân kalmaz. Siz Ay ile Güneş’i bu durumda müsâvi tutabilir misiniz? Hayır. Kur’ân Ay için “nur”2 veya “münîr”3 tabirini, Güneş için ise “parıl parıl yanan bir lamba”4 ifadesini kullanmıştır. Bu benzetmeler bir bakıma Cenâb-ı Hak için pek uygun olmuyor. Ama, meselenin kavranması için müşahhas temsile ihtiyaç var.

Ahirette de Allah, ruh ile beraber cesetleri de bâkî kılacaktır. Allah bâkî, onlar da bâkî, ama onların bekâsı Allah ile kaim. Dilerse hepsini yok ediverir. Fakat O’nun varlığı kendi Zât’ı ile kaim. Onlar yok olabilirler ama Zât-ı Ecell-i A’lâ her türlü avârızdan muallâ ve müberradır.

1 “Yalnız Senden medet umarız.” (Fatiha sûresi, 1/5)

2 Yûnus sûresi, 10/5; Nuh sûresi, 71/1.

3 Furkan sûresi, 25/61.

4 Furkan sûresi, 25/61; Nuh sûresi, 71/16; Nebe’ sûresi, 78/13.

-+=
Scroll to Top