DÜNDEN BUGÜNE İBN ERKAM EVLERİ
Soru: “Işık Evler”, çok sık kullandığınız bir kavram. Bununla ne kastediyorsunuz? Işık evlerin mahiyeti ve misyonu adına neler söyleyebilirsiniz? Beklentileriniz nelerdir?
Şimdiye kadar en çok konuştuğum, düşüncelerimi gayet net bir şekilde ifade etmeye çalıştığım konulardan biridir ışık evler. Onları bütünüyle hatırlamam ve sistematik bir hâlde tekrar etmem mümkün değil. Ama mademki tekrar soruldu, hiçbir tertibe tâbi tutmadan, tabiî bir akış içinde düşüncelerimi arz edeyim.
Bugün aydın nesiller yetiştiren bütün müesseseler; bir dönemde yokluğun bağrına atılan bir küçük çekirdekten meydana gelmiş devasa bir ağaca benzetilebilir. Evet, karanlıkların birbirini takip ettiği bu dönemde yakılan bir mum misali, iki-üç insanın ancak sığdığı kulübecikler, ardından Ahmet Yesevi ruhu taşıyan ışık evler ve daha büyük kompleksler tıpkı Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunun bir sperm mahiyetinde ilk sebep olarak bütün arz ve semanın esasını teşkil ettiği gibi, o nur-u a’zamın vesayetinde aynı şeyi yapmışlardır.
İlk dönem itibarıyla, İslâmî tebliğ ve irşad hareketinin başlangıcına baktığımızda, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu işe, bu tür evlerle başlamıştır. Evet, bir evle başlamıştır Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem).. ve derken “Yeryüzü bir mescit, Mekke bir mihrap, Medine de bir minber” hâline gelmiştir. Dünyada yediden-yetmişe kadın-erkek bütün insanlar, bu mescidin cemaati ve bu irşad ve tebliğ mektebinin de istidatlı birer talebesi olmuşlardır.
Hatta sonraki dönemlerde de hep aynı metod takip edilmiştir. Meselâ, bozulmaya yüz tutmuş Emeviler’de, Ömer b. Abdülaziz, etrafına aldığı üç-beş insanla ve mini bir hücreyle işe başlamıştır.. başlamış ve iki buçuk sene gibi kısa bir süre içinde, yüz yıllara sığdırılamayacak kadar icraatını, böyle küçük bir mekân ve birkaç fert üzerine bina etmiştir.
İmam Gazzâlî de aynı yolu takip etmiştir.. evet o da halkasına çağırdığı birkaç insana hizmet felsefesini anlatıp, dinî ilimlerin “ihyâ” yolunu göstermiş ve bu gayeye matuf olarak da bir taraftan “el-Munkızü mine’d-dalâl”i kaleme alırken, diğer taraftan da “İhyâu ulûmiddin” kitabıyla mü’minlerin gönüllerinde İslâmî hayatın diriliş meşalelerini yakmıştır.
Aslında ilk ışık çağından İmam Rabbanî’ye, ondan da günümüzün büyük çilekeşi Bediüzzaman Hazretlerine kadar, belli dönemlerde ümmet-i Muhammed’e mürşitlik yapan bütün üstün kametler hep aynı yolu takip etmişlerdir.
Evet, şu kocaman varlık âlemi; galaksileri, sistemleriyle küçük küçük atomlardan meydana geldiği gibi, bir milletin kendini tarih sahnesinde yeniden ifade etmesi de hep bir kulübecikle başlamış ve bu ba’sü ba’de’l-mevt düşüncesinin gönüllere aksettirilmesi ölçüsünde de, her şey mânâlı bir kitap veya çok mânâlı ve muhtevalı meşherler hâlini almıştır.
Bize gelince; Nûr sûresindeki bu nur; “Allah’ın, içlerinde şan ve şerefinin yükselmesine ve isminin zikredilmesine izin verdiği evlerdir; onların içinde sabah akşam O’nu tesbih ederler…”1 âyetiyle irtibatlı, daha doğrusu bu âyetle yakın bir münasebeti olduğunu zannettiğim bu İbn Erkam hanesinin temsilcileri, Müslümanlığın yeniden bir kez daha gönüllere duyurulmasında âdeta minare şerefeleri gibi bir vazife görmüşlerdir. Zaten Bediüzzaman da kendi durumunu anlatırken “13. asrın minaresinin başında durmuş, sûreten medenî, sîreten geri insanları camiye davet ediyorum.” demiyor mu? Aslında o, herhangi bir minarenin başına çıkarak ellerini kulaklarına koyup bağırmış değildi. Ama o, Barla’daki minaresi ve o minarede bir şerefe rolünü üstlenen -bugün de hâlâ bütün heybetiyle ayakta duran çınar ağacının yanındaki- mübarek âramgâhından sesini insanlığa duyurmaya çalışmıştı. Bu, -bana göre- İbnü’l-Erkam’ın evi, Allah Resûlü’nün saadethanesi ve Gazzâlî’lerden, İmam Rabbanî’lerden geriye kalan, her yanıyla nuraniyet ifade eden bir minare şerefesiydi.
Bu münevver evlerin kendine has özellikleri vardır. Buralar öncelikle insanların, insanlık yanlarından ötürü meydana gelebilecek boşlukların kapatıldığı yerlerdir. Plan ve projelerin üretilip, metafizik gerilimin sürekliliğinin sağlandığı ve neticede Üstad’ın “Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.” dediği türden yüreği pek, imanı çelik insanların yetiştiği kudsî mekânlardır.
Zaten bugün, dünya fethinin, eskiden olduğu gibi at üstünde; elde kılıç, belde pala, sırtta sadakla değil, aksine bir elde Kur’ân, diğerinde mantıkla insanların gönlüne girmekle olacağı bedîhîdir. İşte bu içi-dışı nur komplekslerde yetişen ruh ve mânâ insanları, ruhta, mânâda gönüllerin fethine giden bu yolda Allah’ın, vâridât adına kendilerine vermiş olduğu ışıkları, bomboş dimağlara boşaltarak onları mamur edeceklerdir. Öyleyse bu evler; yolsuz-yöntemsiz, değişik cazibe merkezlerine göre kendini şekillendiren şabloncu nesillerin mamur edilip kendi ruh ve mânâ köklerine dönmelerini sağlayan birer tezgâh veya birer mekteptirler.
Hususiyle artık vazife göremez hâle gelmiş tekye ve zaviyelerin kapatılıp kapılarına kilit vurulduğu bir dönemde, o evlerden beklenen de böyle bir misyonun eda edilmesiydi. Bu evler, içinde barındırdığı insanlara fünun-u medeniye ile beraber ulûm-u diniyeyi de öğreterek, onların gönüllerini ihya etmenin yanında akıllarını besleme vazifesini de üstlenmiş olacaktı. Aslında âyet bunların hepsine işaret etmektedir: Bir de بُيُوتٌ kelimesinin nekre olarak kullanılması, kelimenin mescit dışında başka bir mânâ için kullanıldığını göstermektedir. Yani bunlar minareleri olup ezan okunan herkesin bildiği mescitler, camiler değil; daha bir belirsiz yerlerdir.
Ama belli olan bir şey var ki, o da; yaşanılan tali’siz bir döneme rağmen, içindeki sakinleri sayesinde aydınlanan bu evlerin, o döneme, yeniden tali’ ve şeref kazandırmasıdır. Bunlar itimat edilmeyip, bakılıp geçilecek basitlikte mukassi görünümlü, muallâ işlere gebe ve minarelerde ezanın susturulup, mâbede giden yolların kapatıldığı bir zaman diliminde Allah’ın (celle celâluhu), “Şimdilik benim adım bu evlerde yükselsin ve anılsın!” izniyle serfirâz, içinde kitapların okunduğu, hakkın müzakere edildiği müstesna mekânlardır. Artık geçmişte camide yapılan dinin ruhunun müzakereleri bu nezih mekânlarda bir araya gelinerek yapılacaktır. Bu itibarla da bu evler, “hakâyık-ı âliye’nin mahall-i tercümanı” mübarek yerlerdir.
Belli bir dönem itibarıyla, bu evlerin durumunu, Hz. Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) şu sözüyle irtibatlandırmak her zaman mümkündür: “Evlerimizden içeriye girerken, dışarıya çıkacağımızdan emin değildik, dışarıya çıkarken de içeriye gireceğimizden…” Evet o dönemde, içeride ders okuyanların, her an derdest edilmeleri, dışarıya çıkanların da meçhul bir araba tarafından bir meçhuliyete götürülmeleri muhtemeldir. İşte bundan dolayı da sabah-akşam yüreklerini çatlatırcasına “Senin eşin, menendin, şerikin yoktur.. bütünüyle varlığın zimamı Senin elindedir. Sen şer dokundurmazsan, şerler dokunamaz. Sen korursan, kimse kimseye ilişemez…” deyip O’na sığınmak ve her şeyi O’nun teminatına havale etmek bu evlerin sakinlerinin şiarı olmuştur. Bütün şeriklerden kurtulup, sadece Allah’a tevekkül etmek ve bir mânâda hep O’nunla oturup, O’nunla kalkmak, bu ev sahiplerinin tabiî hâlleridir.
Ayrıca bu âyet-i kerimede ilk dönem itibarıyla Allah’ın rızasını kazanma yolunu bir şehrah hâline getirme davasına çok az kadının gönül vermesi açısından veya Arapça’daki tağlib mülâhazasıyla, “O evlerde oturan öyle erkek oğlu erkekler, öyle yiğitler vardır ki, ne alışveriş, ne çarşı-pazar.. onları, yapmak istedikleri şeylerden alıkoyamaz.”2 denilerek sadece erkeklerin ismi zikredilmiştir. Fakat yukarıda işaret ettiğimiz gibi, burada tağlib tarikiyle kadınlara da işaret vardır. Öyleyse رِجَالٌ aynı zamanda “erkek oğlu erkek kadınlar” demektir. Yani âlemin, makam-mansıp deyip şöhrete kilitlendiği, tenperverliğe gömülüp bakışlarının bulandığı, çoluk-çocuk deyip evlere takılıp kaldığı bir döneme rağmen bu duygu, bu düşünce ile şahlanmış, iradesi erkeklerinki kadar güçlü erkek oğlu erkek kadınlar da var denmektedir.
Evet, ilk dönem itibarıyla, Sıddık Süleyman, Hulûsi Efendi, Hüsrev Efendi gibi kahraman erkeklerle beraber, az da olsa bizim bile tanıdığımız bazı kadınlar vardır ki, Bedir’de, Uhud’da.. kahramanca savaşa iştirak eden Nesibe Hatun ve Sümeyra Hanım’ın gölgeleri gibiydiler. İşte bunlar, kadınlıklarına rağmen, bu yüce davaya sahip çıkıp erkeklerden geri kalmamışlardı. Bugün de ışık evler yine bu kahramanlara dâyelik yapmalıdır.
Zannediyorum İbn Erkam hanesinin ruhu korunduğu müddetçe, bu evlerde, bir dönemde tekye ve zaviyelerle ulaşılamayan gönül enginliğine ulaşılacak ve aynı zamanda medrese insanını aratmayan aydın insanlar buralarda yetişecektir. Abdülkadir Geylânîlerle beraber Gelenbevîler, Ali Kuşçularla beraber Molla Hüsrevler, Molla Güranîler ve Ebussuudlarla beraber İbrahim Hakkılar yetişecektir. Aksi hâlde buraların -hafizanallah- bir miskinler yuvası hâline dönüşmesi de melhuzdur. Zannediyorum benimle beraber aynı duygu ve düşünceyi paylaşanların pek çoğu, böyle bir hâle şahit olmaktansa, ölmeyi tercih edeceklerdir.
Asr-ı Saadet’te başlayıp çeşitli dönemlerde aynı gayeye matuf olarak devam edegelen İbn Erkam evi mânâsındaki evler, bugün de kalb ve kafa kanatlarıyla insanlık semasına yükselecek aydın insanlar yetiştirmeye devam etmelidir. Bu bereketli mekânlar, milletimizin yeni bir dirilişe yelken açtığı şu günlerde, kendini vatana ve millete adamışların techiz ve donanım yerleri olmalıdır inşâallah…
Bir dönemde çok önemli vâridât kaynakları sayılan tekye ve zaviyeler, başlarındaki ışık şahsiyetlerle Anadolu’yu ihya etmiş ve belli ölçüde fonksiyonlarını yerine getirerek bizim için bereket kaynağı olmuşlardı. Şimdilerde sadece Anadolu değil; bütün dünyanın ihyasına açılan bugünün ruh ve mânâ kahramanlarının da, evlerini, tıpkı bir medrese, tekye ve zaviye gibi değerlendirmeleri çok önemlidir. Bu evlerdeki ricalullahın, fünun-u müsbetenin bütün kısımlarını; hadis, tefsir, fıkıh.. başta olmak üzere, İslâmî ilimlerin her dalını öğrenmekle beraber, İslâm’ın ruhî hayatını bütün enginliği ile yaşayarak, o eski, fakat eskimeyen ruh ve mânâyı temsil etmeleri elzemdir. Aksi hâlde eve de, ev sahibine de, evin arkasındaki Erkam’a da ve evin sahibine o mânâyı kazandıran Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) da ihanet edilmiş olacaktır.
Bu ruhu temsilin sırf bir derinliği olarak başımızı yere koyduğumuzda, “Allahım, keşke kaldırmayı müyesser kılmasan da, bu secdem Sana kavuşmakla noktalansa!” diyecek kadar, engince namaz kılma.. gözünü başka şeylere kaydırmayacak ölçüde Allah’ın huzurunda samimiyetle durup mâlâyanî şeylere kapalı kalma ve âdeta Cennet’te Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşâhede ediyor gibi bir konsantrasyona girip ellerini dizlerine bitiştirerek, ene’den, nahnu’den sıyrılarak Hüve’ye bakan bir göz olma.. evet bu ölçüde O’na yönelme..
Evet ya, “Ezan okundu, birkaç defa yatıp kalkmam gerekiyor, o hâlde şu namazı çabucak aradan çıkarayım.” düşüncesiyle; veya miraca yürümek için âdeta bir rampaya yürüyüp kendinden geçmek ve fenâ fillaha, bekâ billaha ulaşıp, kendini düşünemeyecek kadar maiyyet atmosferini duyarak namaz kılma… Yani Zübeyr Gündüzalplerin, Hüsrev Efendilerin yürekleri çatlarcasına yöneldikleri gibi Rabbe yönelme.. ve evrâd ü ezkâr, tesbih ü takdisle, Kur’ân’ın aydınlık vesayeti altında Allah’a ulaşmak için bu ışık evleri, alternatif kabul etmeyen birer rıhtım, birer liman hâline getirme.. evet, böyle olunabildiği takdirde ufkî Allah’a ulaşılır; vilâyet ve -maddî-mânevî vâridâta mazhar olma adına- devletler üstü devlet olmaya erilir.
Bugün, dünyanın yedi bucağına hak ve hakikati götürmeyi düşleyenler, feyz-i akdesin memeleri hükmünde olan bu evlerin füyûzatından beslenmek zorundadırlar. Onca zaman bu kudsî mekânlarda kalıp da Allah’a uyanamamış, O’nun aşkına, şevkine erememiş olanlar, bir ölçüde bedbaht ve tali’sizlerdir. Bu hâlleriyle onlar, anne kucağında meme tutmayan bahtsız çocuklara benzerler. Esasında böylelerinin, ne kendilerine ne de insanlığa kazandıracakları bir şey de yoktur.
Yeri gelmişken burada bir hissimi ifade etmek istiyorum. Namazda iken gözlerini sağa-sola gezdiren insanların -tabir caizse- sanki Rabbimin izzetine dokunmuş olduklarını hissediyor gibi oluyor ve “Keşke bana hakaretlerin en büyüğünü yapsalardı da böylesine münasebetsiz davranmasalardı.” diyorum. O münasebetsiz yatıp-kalkmalar yanında bu söylediğim ağır sözün, hafif kalacağı kanaatindeyim. Evet, Rabbin huzurunda durmuş olmanın şuurundan mahrum insanların bu hareketini şahsen ben, O’na karşı yapılan bir hakaret kabul ediyorum. Hem öyle bir hakaret ki, eğer bu insanlar, o esnada bir hançer çıkarıp sineme saplasalardı, belki kâtil olacaklardı ama ben, elimi açıp “Allahım, bu insanları affetmeden -elimde ise- Senin huzuruna gelmek istemem.” diye yalvaracaktım: Görüldüğü gibi, ben şahsen namazında herhangi bir insanın gösterdiği laubalilikten fevkalâde müteessir oluyorum.
Namazsız niyazsız veya namazı ruhuyla eda etmeksizin mü’min olmak mümkün değildir. Allah (celle celâluhu), “Kurtulan mü’minler, yürekleri çatlarcasına namazı eda edenlerdir.”3 buyurmaktadır. Bu kudsî evlerde kalanların da namazları, namazsız cihanları fethetmelerinden çok daha mühimdir. Zaten onların, namazlarını hayatlarının en önemli meselesi hâline getirmedikçe muvaffak olmaları da düşünülemez.
Hâsılı, ben bu hususta hep dertliyim. Büyük bir tarihî ihmali telafi edebilecek olan nurlu evlerin, ne kadar bu gayeye uygun değerlendirildiğini bilemeyeceğim ama, “İbn Erkam’ın halefleri o evlerin hakkını veriyorlardır.” diyerek hüsnüzan etmek istiyorum. Unutmayın dünyanın enkazı altında kalan ve kalacak olan bütün milletler, umumî bir ihya adına, öyle aydın yuvalarda yetişen Hakk’a adanmış insanları beklemektedir. Ve öyle anlaşılıyor ki bağrında o adanmışların yetiştiği kutlu evlerin fonksiyonu hiçbir zaman bitmeyecektir.
O hâlde gelin -Allah aşkına- hakkıyla namaz kılalım.. oruç tutalım… Hem öyle kılalım, öyle tutalım ki, yaratıldığı günden beri rükûdan başını kaldırmayan melekler “Vay be, böylesi de varmış!” desinler. Öyle bir zikir ve fikirle bütünleşelim ki, bizi gören Mele-i A’lâ’nın sakinleri, “Ancak bu insanlar dünyayı ihya edebilir.” desinler. Tali’li insanlar ya da birer Hak dostu olarak bin bir türlü feyizlerle muhat o evleri, o meme musluklarını çok iyi değerlendirelim. Ahmak insanların yaptığı gibi kahkahalarla, dünya-ukbâ adına hiçbir mânâsı olmayan laf ü güzaflarla vaktimizi heder etmeyelim. Ve evlerimizi bütün dünyayı ışıklandıracak birer ışık kaynağı hâline getirelim. Rabbim, yâr ve yardımcımız olsun!
1 Nûr sûresi, 24/36.
2 Nûr sûresi, 24/37.
3 Mü’minûn sûresi, 23/1-2.