HAKK’A ADANMIŞ RUHLAR VE EVLİLİK

Soru: Allah rızasını kazanma yolunu bir şehrah hâline getirme düşüncesi içinde evliliğin yeri neresidir. Bu konuda nasıl düşünülmeli ve nasıl hareket edilmelidir?

Ben şahsen adanmış bir insana “Dünyaya ait meseleleri geriye al, ukbâya ait meseleleri de biraz öne çıkar.” demeyi, kendi adıma saygısızlık sayarım. Haddizatında böyle bir yaklaşım hakka-hakikate, sağlam düşünce ve muhkem mantığa da terstir.

Evet, eğer, yeme içme, çalışıp kazanma, çoluk çocuk sahibi olma gibi meseleler fıtratın gereği olmasaydı, bu konuda bile “Yüce bir hakikate gönül vermiş insanları bekleyen bunca vazife varken, bu türlü şeyleri aklının köşesinden geçiren kimseler, kendi mantıklarına ihanet ediyorlar.” derdim. Ne var ki Cenâb-ı Hak, bizi yaratıp hayatımızı planlarken, bir yanını da bunlar gibi şeylerle örgüleyip irtibatlandırmıştır.

Bu gibi tabiî ve beşerî zaruretler, ibadet ü taat içinde sayılmayıp aksine, ibadet ü taate koşacak mü’minlerin, his ve mantık âlemine istikamet kazandırmak için tâlî meseleler cümlesindendir. Tıpkı sizi bir yerden başka bir yere taşıyacak olan arabanın içindeki estetik buudlu aksesuar gibi. Bu yönüyle de böyle bir meseleye, sadece tatmin olma ve ruhî hazza erme meselesidir denilebilir.

Diğer taraftan nesillerin devamı ve müstakîm bir düşünceyle hizmet etmek için hem kadın hem erkek adına bir hayat arkadaşına ihtiyaç olduğu bedîhîdir. İnsanın akşama kadar koşturup yorulduktan sonra oturup dertleşecek, kendi aralarında bir şeyler paylaşacak ve neticede birbirine destek olacak birilerine ihtiyacı vardır. Bu açıdan yeri geldiğinde bir lisedeki talebe bile evlendirilmeli; ancak, ifade ettiğimiz gibi bunlar kat’iyen hayatın gayesi yapılmamalıdır. Hayatın gerçek gayesi, Cenâb-ı Hak’tır ve bunu “Cin ve insi, Bana kulluk etsinler diye yarattım.”1 âyetinde ifade etmiştir. Bu âyetin farklı şekilde yorumlandığına şahit olmadım. Hz. Sahipkıran’ın yaklaşımıyla “Hilkatin gayesi, fıtratın neticesi, iman-ı billahtır.” Evet, bu işin finalitesi Allah’ı bilmek ve O’na iman etmektir. Mârifetle donanıp, muhabbetle coşmak ve vecd ü cezble Allah’a ulaşmaktır. Boyunduruğun yere konduğu, ırzın çiğnenip, namusun pâyimâl olduğu, küfrün, ilhadın kol gezdiği bir dönemde “Hele biraz keyfimize bakalım!” demek, bilmem ki neyin ifadesidir? Kur’ân bu mevzuda: “Allah’ın size verdiği her şeyi Allah yolunda harcayın. (Onları bu yolda harcamamak suretiyle) kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın!”2 buyurmaktadır. Evet, mealini verdiğimiz âyeti Allah Resûlü bu mânâda yorumluyor, Hz. Ebû Bekir meseleye böyle yaklaşıyor ve Ebû Eyyub el-Ensarî, İstanbul surları önüne kadar o yaşlı hâliyle gelip cihat vazifesini yerine getirirken bir münasebetle âyeti böyle tefsir ediyorsa bizim oturup kendi durumumuzu tekrar gözden geçirmemiz gerektiği kanaatindeyim.

Onun için İslâm âlimleri böyle bir meseleyi, ibadet-itikat bahisleri içinde değil de; çarşı-pazarda alışveriş gibi “muamelat” kategorisine dahil etmişlerdir.

Diğer taraftan evlenme dinin bir emri olması hasebiyle yerinde farz, yerinde sünnet, yerinde mekruh olabilir. Evet, eğer ilâhî cevaz olmasa, insan aynen def-i hâcette duyduğu hacaleti bu mevzuda da duyması gerekir; yani “Rabbim, bağışla beni. Utanıyorum bunu yapmaktan dolayı ama, müstakîm düşünebilmem, beşerî garizalar karşısında buhrana girmemem için, hayatımın bir parçası hâline getirdiğin ve bu yüzden ihtiyaç duyduğum bu işi yapıyorum. Sen biliyorsun ki, Sana hizmet etmek için ben bu yolu seçiyorum.” demelidir.

Ne acıdır ki, bazı kimseler, daha liseye intisap eder etmez “Benim dünyaya karışmama altı sene kaldı. Üniversite sıralarına geldiğimde bu işi yaparım.” deyip, üniversiteyi bitirirken de “İyi, üniversite de bitti, sıra bu işe geldi.” mülâhazalarına kapılıyorlar. Bu türlü düşünceleri ben şahsen, benim İslâm’a, imana ve Kur’ân’a hizmet felsefemle telif edemiyorum.

Şimdilerde bir de hissî görmeye takılıp giden ve neticede boşanmaya sebebiyet veren bir evlenme furyası başladı ki, bütün bunlar karşısında içim parçalanıyor ve iki büklüm oluyorum. Hayat boyu bizim için ya bir nimet, ya da nikmet olabilecek böyle bir mesele; akla, mantığa havale edilmesi gerekirken hislere bina edilmekte ve neticede de başa belâ olmaktadır. Hâlbuki hiç olmazsa böyle durumlarda akıl ve mantıkla hareket edilmeli ve komplikasyonlara sebebiyet verilmemelidir. Böyle önemli bir mesele, zevk ve keyif için yapılacak bir şey değildir, yapılmışsa, zehir zemberek dahi olsa karşılıklı katlanılması gereken bir iştir. İç çamaşırı mahremiyetinde korunması gerekli olan o evlilik hayatı, ciddî badirelere maruz kalsa da dışarıya bir şey sızdırmamak icap eder. Evet, belki bazı durumlar itibarıyla eşler, âh u ızdırapla hep “Ah!” edebilirler ama, âlem o “Ah!”dan haberdar olmamalıdır.

Zannediyorum hizmet duygu ve düşüncesinin birinci planda tutulmaması, Allah’ın vermiş olduğu kabiliyetlerin yerli yerince kullanılıp hizmet düşüncesine kilitlenilememesi sebebiyle ufku dar, gaye-i hayal nedir bilmeyen, yüksek mefkûrelere dilbeste olamamışların sayısını artırıyor. Bu insanların “Bedenim, cismim…” deyip onu düşünmelerinden ve hayatlarını ağız-dil-dudak, yemek borusu ve tatmin uzuvları arasında örgülemelerinden daha tabiî ne olabilir ki! Oysaki insanın yaratılmasında çok büyük hikmetler var. 23. Söz’de beyan edildiği gibi, insana bin altın değerinde bir şey verilmiş; diğer canlılara ise bir altın.. o hâlde insan diğer canlılar gibi yaşayamaz.. yaşarsa, onun hesabını mutlaka sorarlar.

Dünyayı düşünen arkadaşlar, -Pir-i Muğan’ın yaklaşımıyla- askerliği bırakıp, çarşıda-pazarda kendilerini ticarete salan insanlar gibi geliyor bana. Böyleleri ihtimal, gerektiği gibi askerlik eğitimi ölçüsünde disipline alıştırılmamışlar; eğer alıştırılsalardı, 40 yaşında bile bunlara böyle bir şey teklif edildiğinde “Allah, Allah! Benim boş zamanımı mı gördüler ki, yeni bir meşgale teklif ediyorlar. Ben bütün gücümle yüklendiğim bu işin altından kalkamıyorken bu yeni durumu nasıl yükleneceğim ki! Yoksa bunlar beni âvâre, sergerdan biri mi zannediyorlar?” diyeceklerdi. Şu anda bile tanıdığım 50 yaşlarında bir iki insan var ki, “Ben yapmam icap eden şeylere bile bu hâlimle yetişemiyorum. O iki şeyi birden götürmem mümkün değil.” düşüncesiyle yaşamaktalar.

Bediüzzaman Hazretleri, “Benim hakikî talebelerimden bir tanesi bir yere girmişse, ben o yeri o talebem sayesinde kendi hesabıma fethedilmiş bilirim.” diyor. Buna göre, bir okula gelip-giden hak ve hakikate dilbeste olmuş bir gönül var da, o okulda hâlâ başka düşüncede olan insanlara Allah anlatılmıyorsa, o insan Hakk’a adanmışlığını bir kere daha gözden geçirmelidir.

Bu mevzuda imana ve Kur’ân’a gönül vermiş olmakla birlikte, “vakt-i merhunu” gelmeden böylesi şeylere yönelen insanlar, geçici olarak zevk ve lezzet duysalar bile, -Rabb-i Kerimime itimat ederek söylüyorum- dokuz defa elem çekecek, on defa iki büklüm olup, burada da, ötede de inleyeceklerdir. Ettiklerine âh u efgân edecekler ama, iş işten geçmiş olacaktır. Yaptıkları, yıktıkları şeylerden, deldikleri şahs-ı mânevîden -Allah çektirmesin ama- çok çekeceklerdir.

Yâ Rab! Hava karanlık, yollar karmakarışık. Sâlikler baygın ve dalgın. Vazife mukaddes, sorumluluklar ağır! İnsanlar ise, bu sorumluluklar karşısında olabildiğine duyarsız! Düşman kavî, tali’ zebun! Alınacak yollar uzun, Senin rızanı tahsil ise oldukça zor! Ve bizler ne kadar tutarsız ve yetersiziz.!

Yâ Rabbî! Sana bir şey anlatmaya ne gerek!.. Hâlime bakıp görüyorsun. Kırık kalbimle beraber telleri paslanmış bir udum ve elimde parçalanmış bir mızrabım. Senelerden beri bunlardan birini diğerine dokundurmak suretiyle bir ses çıkarayım dedim. Heyhât! Öyle basık bir zemin ki, ne çıt çıktı ne de bir ses getirdi… Bu sözlerimden de hicap duyuyorum; ihtimal şimdi de nankörlük yapıyor olabilirim.

Yâ Rabbî! Senin inayetin olmadan üç adım dahi atamayız. Sen bizleri istikametten ayırmadan, rızana ulaşıncaya kadar teyidat-ı sübhaniyen ile teyit eyle! Âmin!

1 Zâriyât sûresi, 51/56.

2 Bakara sûresi, 2/195.

-+=
Scroll to Top