MEŞVERETİN TABİÎ BİR NETİCESİ: İTAAT
Soru: İtaat edilmesi gereken bir noktada bazen aklımız ve mantığımıza ters düşen hususlar olabiliyor. Bu noktada itaati nasıl anlamalıyız?
Bizim anladığımız mânâda itaat ve inkiyat, askeriye ve emniyet gibi resmî müesseselerde amirlerin, sivil toplum hareketlerinde de o işin sevk ve idaresini yapan, umumun kabul ettiği bir şahsın ya da insanların her türlü konuyu orada istişare edebilecekleri değişik kimselerden meydana gelmiş bir meşveret meclisinin, içtihat, tespit ve kararlarını yerine getirmekten ibarettir. Ne var ki, sivil inisiyatiflerde ne itaat ve inkıyat edilen şahıs, ne de meşveret meclisinin kendilerine itaat ve inkıyat edilmeyi beklemek gibi hak ve istihkakları yoktur.
Fakat, zaman, milletimizin devletler muvazenesinde hak ettiği yeri alması için herkesin katılması gereken bir seferberlik zamanı gibi olduğuna göre, meseleler, her zaman belli bir heyetin meşveretinden çıkmalıdır ve alınan kararlara da, mutlak mânâda itaat edilmelidir. Zira meşveret ve itaat bir vâhidin değişik yüzleri gibidir.. ve bunlar, İslâm içtimaî hayatının önemli unsurlarıdır.
Soruda bahsedildiği gibi, meşverette çoğunluk tarafından benimsenen hususlar bazen herkesin aklına yatmayabilir ve herkes tarafından kabul edilmeyebilir. Meşveret meclisinde bulunanlar da, Allah katında kendilerini sorumluluktan kurtarmak için, içtihat farklılıklarını dile getirebilir, her meseleye ulu orta “Evet” demeyebilir ve alınan kararlara muhalefet şerhi düşebilirler. Aslında, meşveretin gerçek anlamı da işte budur. Ancak bazılarının muhalefetlerine rağmen, eğer ilgili mevzuda bir karar alınmışsa, artık o muhalif kişilerin bu karar aleyhinde tek bir kelime bile konuşmamaları ve karara uymaları gerekir. Zira bu tür konuşmalar kendilerini Allah’ı anlatmaya adamış bir topluluğu gıybet etmek demektir. Gıybet ise, Hakk’a hizmet eden bir topluluğun hukukunu ihlâl olduğundan, onların her biriyle onlar hakkında söylediklerini de zikredip ferden ferda helâlleşmedikçe o şahsın kurtulması ve Cennet’e girmesi mümkün olmayabilir.
Evet, istişarede alınan kararlara mutlaka uyulması lâzımdır. Meselâ, meşveret meclisinde bir yere gidilmek üzere ekseriyetle karar alındı ve yola çıkıldı. Yolda -Allah muhafaza- kaza oldu. Kaza sonucu karara karşı çıkanların “Biz dememiş miydik?.. Gitmeseydik kaza olmayacaktı.. gittik başımıza bu iş geldi!” gibi ifadeleri, kaderi tenkidin yanında, diğer arkadaşları gıybet sayılır.
Bu hususta Allah Resûlü’nün şu kararlılığı çok dikkat çekicidir: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Uhud Savaşı öncesi ashabı ile meşveret eder; kendi görüşü, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapma istikametindedir. Ancak, yapılan istişare sonucu, Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar verilir. Bu karar gereği Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud’a gider. Bu noktada Seyyid Kutub’un şu enfes yorumu çok yerindedir: “Allah Resûlü Uhud’a çıkarken orada 70 kişinin şehit verilmesi değil; Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine çıkacaktı.”
Evet, meşveretin İslâm’da ve Müslümanların hayatında böyle önemli bir yeri vardır. Yıkılan Medine tekrar yapılabilir ama teşri döneminde İslâm’ın bir rüknü yıkılırsa onu yeniden inşâ etmek imkânsızdır. Öyleyse, meşveret heyetinde bulunan herkes sahip oldukları güzel fikirleri heyete sunmalı ve o güzel düşüncelerin herkese mâl olmasını sağlamalı.. ve tabiî aksi karara da mutlak mânâda uymalıdır.
Buraya kadar arz etmeye çalıştığımız esaslar, itaat etme ile ilgiliydi. Bu meselenin bir diğer yönü -ki o da itaat etme kadar önemlidir- kararlara itaat ettirme adına resmî müesseselerde amirlere, sivil toplum hareketlerinde de o işin sevk ve idaresini yapan, umumun kabul ettiği şahsa düşen sorumluluklardır. Hemen ifade edelim ki, bunun bütün misallerini Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyeleri içinde görmek ve göstermek mümkündür. Nebiler Serveri’nin hayatını bu perspektiften inceleyerek, ondan her zaman itaat ettirmeye yönelik genel prensipler çıkartabiliriz.
Şimdi isterseniz, bu çizgide cereyan eden bazı tarihî vak’alara kuşbakışı bir göz atalım:
Cahiliye dönemi Arapları, oldukça ferdî hareket eden insanlardı. Hemen en küçük bir mesele bile, onları aile aile, oymak oymak, kabile kabile birbirine düşürebilirdi. Böyle bir toplumun fertlerinin birbirine düşmemesi, bazılarının bazılarına itaat etmesi âdeta imkânsızdı. O dönemde Mekke ve Medine’de kendi içlerinde birçok parçaya ayrılmış pek çok kabile vardı. Bunlar, dışta kavga edecek insan bulamayınca, kılıçlarını çekerler ve birbirleriyle savaşırlardı.
İşte böyle bir toplum içinde itaat düşüncesini geliştirip bir baş etrafında bunları toplamak, Allah Resûlü’nün peygamberliğine delil teşkil edecek ölçüde büyük bir hâdisedir. Bana göre bu husus, felsefî siyer yazarlarının dikkatinden kaçmıştır. Evet, Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), olabildiğine bedevî ve birbirini yiyen bir cemaatten; medenî ve birbirini dinleyen, itaat eden bir cemaat çıkarmıştır.
Yine o dönem anlayışı içinde, Araplar bir köleye hiçbir zaman -hele bu bir de siyahî ise- insan nazarı ile bakmazlardı. Sanki onlara göre, Allah’ın iki kulu vardı da bunlardan birine “Şeytan ol!” dedi; o da gidip siyah oldu. -Bugün pek çok siyahlar bunun aksini düşünürler- Onun için Bilal-i Habeşî (radıyallâhu anh), Ümeyye b. Halef’in yemek yediği odaya girme hakkına bile sahip değildi. Yani köle, insan mı değil mi, şayet bu köle siyah ise, hayvan mı insan mı meselesinin münakaşası yapılırdı. İslâm geldi ve köleleri öyle bir mevkie yükseltti ki, meselâ, saçları siyah ve kıvırcık, dudakları iki parmak kalınlığında أَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ derken ش harfini çıkaramadığından dolayı أَسْهَدُ diyen Bilal-i Habeşî (radıyallâhu anh), Bedir’de eşrâf içinde hâdiselere müdahale edebiliyor ve görüşlerini ortaya koyabiliyor.. ve Hane-i Risaletpenâhî’ye İbn Mesud’la aynı hakka sahip bir şekilde girip çıkabiliyordu.
Bunlardan bir diğeri Efendimiz’in azatlı kölesi Zeyd b. Hârise’dir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Zeyd b. Hârise’yi içinde Cafer b. Ebî Talib, Abdullah b. Revâha, Halid b. Velid.. (radıyallâhu anhüm) gibi soylu harp dâhileri ve savaş kahramanları bulunan ordunun başına kumandan tayin etti ve önemli bir harbe gönderdi. Bunlar cahiliye dönemi anlayışlarını bir kenara iterek azatlı köle de olsa kumandan Hz. Zeyd’e (radıyallâhu anh) itaat ettiler.
Kaderin garip cilvesine bakın ki, aradan geçen onca yıldan sonra, yine Bizans üzerine gidecek bir orduya Nebiler Sultanı, Hz. Zeyd’in oğlu Üsame’yi kumandan tayin etti. Bu defa da ordunun içinde Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (radıyallâhu anhüm) gibi devasa şahsiyetler vardı.
Asr-ı Saadet’te bu istikamette cereyan eden bir başka olayı da, Abdullah İbn Hüzafetü’s-Sehmî anlatır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu büyük insanın emrine bir müfreze vererek bir yere gönderir. Orada emrindekilerden birinin itaat düşüncesinde kusur ettiğini anlayan Hz. Abdullah bir ateş yaktırır ve “Kendinizi bu ateşe atın!” emrini verir. Bu emir karşısında bazıları doludizgin kendilerini ateşe atmak ister. Bazıları ise “Biz ateşten kaçıp Allah Resûlü’ne iman ettik, şimdi kendimizi ateşe mi atacağız?” deyip geri dururlar.
Sefer dönüşü meseleyi Allah Resûlü’ne anlatırlar. Efendimiz, “Eğer o ateşe girseydiniz ebediyen çıkamazdınız!” karşılığını verir. Çünkü bu bir intihardır. İntihar ise Allah’ın yasak ettiği bir ameldir. “Hâlık’a isyanın bahis mevzuu olduğu bir yerde mahluka itaat yoktur.” Haram olduğu kat’î olan meselelerde hiç kimseye itaat edilmez.
İşte bu ve benzeri misallerden hareketle, sahabeyi o cahiliye Arap anlayışından uzaklaştırıp, itaat duygu ve düşüncesi ile dolduran sırrı keşfetmek ve onu hayata geçirmek, resmî müesseselerde idarecilerin, sivil toplum hareketlerinde de umumun kabul ettiği şahısların görevleri olmalıdır. Meselâ, bu çerçevede Üstad Bediüzzaman’ın “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşit vaziyetini takınamaz.” ölçüsüne uygun hareket etmek çok önemlidir. Bu, insanları köle gibi kullanmama, bulunduğu makamı baskı unsuru gibi görmeme, mütekabiliyet çizgisi içinde iş yapma ve yaptırma şeklinde anlaşılabilir.
Evet, eğer bunlar hayata geçirilebilirse, soruda bahis mevzuu edilen olumsuzlukların hiçbiri söz konusu olmaz. Burada Übey b. Ka’b ile İbn Abbas (radıyallâhu anhümâ) arasında geçen hâdise, bizim düşünce ufuklarımızı aşacak boyuttadır. Bir gün Hz. Übeyy (radıyallâhu anh) ata binerken İbn Abbas atın üzengisinden tutar. Übeyy b. Ka’b onun bu davranışı karşısında: “Sen ne yapıyorsun, sen ki peygamberin amcasının oğlusun.” deyince; İbn Abbas: “Biz büyüklerimize hürmet göstermekle emrolunduk.” der. Bu defa Hz. Übeyy, İbn Abbas’ın elini tutup öper; “Biz de, Ehl-i Beyt’e karşı böyle davranmakla emrolunduk.” karşılığını verir.
Zannediyorum, bu mütekabiliyet duygusu geliştirilebilse, ne aşağıdakiler “Biz itaat ediyoruz.” diyerek üsttekilere karşı istiskalde bulunacak; ne de üsttekiler kendilerini dinlemeyen insanlar karşısında bazı şeyleri yaptırmada zorlanacaktır.
Hâsılı, istişare, nebevî; münferit hareket ise şeytanî bir davranıştır. İtaat ise meşveretin tabiî bir neticesidir. Cihan tarihinde peygamberler, vahiyle müeyyet oldukları hâlde istişare ederek hareket etmişlerdir. Bunun aksine, Ramses’ten Amnofis’e, Sezar’dan Napolyon’a; Cemil Meriç’in ifadesi ile ondan da deli teke Hitler’e, Stalin’e, Lenin’e kadar ne kadar firavun varsa bunların hepsi de müstebit, tek başlarına karar veren ve infaz eden insan görünümlü şeytanların çıraklarıdırlar.