DÜNYAMIZDA BEDDUANIN YERİ

Soru: Şahsımıza ve dinimize râci olan kötülüklerde beddua edebilir miyiz? Bu konuda nasıl düşünmeli ve nasıl davranmalıyız?

İmanın zevk-i ruhanîsine ermiş bir mü’min, her hâlde “beddua” etmez ve yapılan bedduaya “âmin” demez. Ancak bazen bizim şahsımızda ya da duygu ve düşüncelerimizde dinimiz, diyanetimiz tahkir edilir. Bu kabîl hakaret ve edep dışı muamelelerde bizim canımız sıkılabilir ve hislerimiz bizi bedduaya zorlayabilir.

Meselâ, bir seferinde beni istintak ederlerken üzerimden küçük bir memur maaşı çıkmıştı da, istintak edenler, “Ulan hoca, sana bu para nereden geldi?” diye çıkışmışlardı. Onlar, bana “ulan” sözleriyle hakaret ederken ben, bu hakaretleri nefsime yapıyorlar kabul edip üslûp ve terbiyemi bozmadan “bey-beyefendi” tabirlerini kullanarak, onlara hep nezaket ve saygıyla hitap etmiştim. Kim bilir belki de, onları bu hareketlere iten yegâne sebep, bizim engin dünyamıza ait hakikatleri kendi düşünce ve inanç dünyalarına ters bulmalarından idi. Bundan dolayı da onlar aşamayacakları bir kötülük duygusuna kapılmışlardı.

Şimdilerde, ferden ferda da olsa, mü’minlere kötülük düşünüp kötülük yapanların niyetleri bana göre, İslâmî duygu ve düşünceyi tahkire matuftur. Şayet yapılan bu tahkir ve tezyifler, şahsımıza yapılıyorsa, şahsî olduğundan dolayı elden geldiğince affedici olmak icap eder. Yok dine ait ise, Bediüzzaman edasıyla “O işin sahibi var.” deyip Allah’a havale edilmelidir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke döneminde üzerine temizlenmemiş deve işkembesi koyanlara, isim tasrih etmeden; اَللّٰهُمَّ عَلَيْكَ بِكُلِّ مُتَجَاوِزٍ وَخَائِنٍ وَمَاكِرٍ وَمُعَنِّدٍ diyerek yaptığı bedduadan hareketle her yerde Müslümanlar aleyhine planlar yapıp projeler üretenleri niyet ederek; اَللّٰهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ diyebiliriz. Evet, temel düşünce yapımız ve karakterimiz itibarıyla bizim dünyamızda telin ve bedduaya yer yoktur, ama bu kadar da olsa onları Allah’a havale etmemiz de dine olan saygımızın gereği kabul edilmelidir.

Bir diğer taraftan, burada zikredilmesinde fayda mülâhaza ettiğimiz bir husus da, insanın iyiliğine yapılan duanın, kabul görmesi açısından bedduadan daha üstün olduğudur. Dolayısıyla insanlar hakkında iki türlü dua yapılabilir. Meselâ, bir kişiye avam ağzıyla: “Allah seni başaşağı getirsin.. bîmurad eylesin.. evine yangın salsın.. çoluk çocuğundan bul…” diye dua edilirse, o kişi kâfir bile olsa; eğer bazı iyilikleri varsa -meselâ bu kişi bir doktordur ve çok iyi insanları tedavi etmiş ve onların rahatsızlığının giderilmesinde vesile olmuştur- yaptığı bu iyilikler, onun hakkında yapılan beddua dalgalarını kırıp tesirsiz hâle getirebilir. Ama aynı insan için; “Sen bana ve dinime bunca kötülük yapmana rağmen Allah sana hidayet ihsan eylesin. Allah, içinde bulunduğun zulmeti yırtsın ve seni aydınlığa erdirsin..!” diye dua da edilebilir. Böyle bir dua, hiçbir şeye takılmadan kabul de görebilir. Şahsen bana; “Şayet beddua edersen, sana kötülük yaptıklarından dolayı Allah bunların kökünü kazıyıp perişan edecek ve bütün düşmanların hazan yemiş yapraklar gibi solup gidecekler. Fakat affedersen Halid b. Velidler, Amr b. Âslar ve Osman b. Talhalar gibi Müslüman olacak ve din-i mübin-i İslâm’a ileride hizmet edecekler.” dense, seve seve ikinci şıkkı, yani bir gün onlarla el ele tutuşup sıratı geçmeyi ve -inşâallah- Cennet’e onlarla beraber girmeyi tercih ederim.

Bunun değişik misallerini her zaman Asr-ı Saadet’te görmemiz mümkündür. Meselâ, aynen babası gibi, oturup kalkarken, hep Efendimiz ve ashabı hakkında kötülük düşünen Ebû Cehil’in oğlu İkrime’ye Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), beddua etseydi ve sadece “Allah’tan bul!” deseydi, bu onun için fecî bir âkıbet olur ve İkrime, dalâlet ve küfür içinde ölür giderdi. Ne var ki bir şefkat ve hoşgörü âbidesi olan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), o engin müsamaha dünyasında, ona da yer vermiş ve kat’iyen beddua etmemiş.. etmemiş, o da, Mekke fethini müteakip dönemde hidayete ermiş.. ardından da Yermük’te, Müslümanlığı bir şehbal gibi dalgalandıran kahramanlardan olmuştur.

Bütün bu ve benzeri misalleri incelediğimizde, tercih edilecek şıkkın çok iyi düşünülmesi ve karar verilirken de aklî ve mantıkî olanın seçilmesi gerekir. Zaten dinimizin temel esprisi de insanlığı kurtarma değil midir? Evet, dinin bu temel esprisini kavradığımız zaman, yolumuzu belirlemek fazla zor olmayacaktır. Bizim vazifemiz, insanlığa aydınlık yolu göstermek ve Muhammedî mesajı onlara sunmaktır.

Meselâ ben, bazı ateistlerle görüşmeyi çok arzu etmişimdir. Gerçi onlar, fikren zengin insanlar olduğu için, bu iş belki bizi aşardı ve onlara bir şey anlatamazdık. Ancak, şayet bu vazifeyi bir başkası yapmayacaksa, hayatı boyunca mukaddes bildiğimiz değerlere sövmüş bile olsalar, onlarla görüşmeyi ve ölüp giderken de imanla gitmelerini ben çok arzu ederdim.

Hâsılı, şöyle böyle bizim dünyamızda bedduaya yer yoktur!

-+=
Scroll to Top