SABIR VE SALÂT

Soru: Yapılan hizmetlerde her şeyin ilâhî inayet endeksli olduğunu her fırsatta anlatıyor; ilâhî inayeti celbin vesilesi olarak da Kur’ân’ın, “sabır” ve “salât”ı (namaz) tavsiye ettiğini beyan ediyorsunuz. “Sabır” ve “salât” nasıl ve ne şekilde hayatımıza hâkim olmalı ki, Kur’ân’ın emrini yerine getirmiş olalım?

Konuyu izaha geçmeden önce, bir hususun altını çizmemiz lâzım; o da yapılan hizmetlerde ilâhî inayetin yanında insan cehd ve gayretinin göz ardı ve insan iradesinin inkâr edilmemesi gerektiğidir.

Ehl-i Sünnet, yapılan fiillerde insan iradesinin nefyedilmesini bir türlü “sapıklık” olarak değerlendirmiş ve böyle düşünenleri “firak-ı dâlle”den saymışlardır. Çünkü iradeyi bütünüyle nefyedip inkârda bulunma “cebrîlik”, yapılan işlerde Allah’ın iradesini yok sayıp, her şeyi insan iradesine verme ve “İnsan, kendi fiilinin hâlikıdır.” demek de ayrı bir sapıklıktır. Tarihte bu düşüncenin temsilcilerine “Mutezile” denmiştir.

Şart-ı âdi planında çerçevesi ve hakikati mevzuunda ciddî bir şey söylemek mümkün olmamakla beraber; iyiliğe veya kötülüğe karşı bir meyelan veya o meyelandaki tasarruf; ya da eşit iki şeyden birini tercih etme şeklinde yorumlayabileceğimiz iradenin, insanın fiillerinde çok önemli bir yeri vardır.

Diğer bir yaklaşımla iradeyi; keyfiyeti ve sınırları belirsiz denebilecek kadar itibarî bir hat; böyle olmakla birlikte itibarî olmayan hakikî bir kısım hakikatleri tevlit edecek çok önemli bir esas ve bir faktör olarak da değerlendirebiliriz. Evet, irade o kadar önemli bir esas ve bir faktördür ki, Cennet’e kavuşma ve Cemalullah’ı müşâhede etme, ancak onu iyi kullanmakla gerçekleşebilir. İnsan, ebediyeti onun sayesinde kazanabileceği gibi, dünyevî ve uhrevî mutluluğu da yine ancak onun sayesinde elde edebilir…

Aslında iradenin sınırlarının belli olmaması ve sınırlarının belli olmamasından dolayı onu tam olarak bilemememiz, ona tam bir vukûfiyetten daha iyidir. Çünkü böyle bir vukûfiyet, bir yönüyle insanın o mevzudaki azim, cehd ve meylini veya o meyildeki tasarruf hissini kırar. İfadelerimizi biraz daha açacak olursak; insan, karşısına çıkan problemleri aşabilmesi için iradesinin sınırlarının belli olmaması, onun en olumsuz hâdiseler karşısında dahi, “Allah’ın inayetiyle aşarım.” mülâhazasına kaynak teşkil eder. Bundan dolayıdır ki, iradenin itibarî bir hattan ibaret olması ve haricî vücut nokta-i nazarında mahiyetinin tam olarak bilinmemesi, insan için önemli bir güç kaynağıdır. Evet, böyle bir irade, her insan için kendisini aşabilecek bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Aksi takdirde, meselâ; iradesiyle yüz kilo eşyayı kaldırabilen bir insan, karşısına yüz on kiloluk bir yük çıkınca “Ben bunu kaldıramam.” diyebilir. Oysaki hakikat hiç de öyle değildir. Mistiklerin ve yogilerin yaklaşımıyla insan, o ölçüde bir azim ve kararlılıkla -onların ifadesiyle arz etmek gerekirse- ruha kendi gücünü kazandırarak fizikötesi bir güçle onu harekete geçirebilir ve bırakın yüz on kiloluk yükü, böyle bir insan çok daha fazlasını kaldırabilir.

Hâsılı, sebepleri tamamen reddetmek bir sapıklık, her şeyi sebeplere vererek, “Sebepsiz bir şey olmaz.” iddiasıyla Müsebbibü’l-Esbab’ı görmezlikten gelmek de tevhid adına ayrı bir sapıklıktır. Bizim yolumuz ise, sebepler adına her şeyi yerine getirmekle birlikte, neticeyi Allah’tan bilme yoludur.

Biz, iradelerimizi itibarî bir hat, farazî bir nokta ve bir çizgi olarak kabul etmekteyiz. Evet, biz, Cenâb-ı Hakk’ın, hakkımızda vereceği hükümlerini, o farazî çizgiye göre vermekte ve yaptığımız işlerde ona göre şekillendirmekte olduğuna inanırız. Fiillerimizde Cenâb-ı Hakk’ın tesir ve dahli, bizimkiyle kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Üstad’ın ifadesiyle “ef’âl-i ihtiyariye” denilen yeme, içme, yatma, kalkma… gibi insanın kendi iradesiyle yapmış olduğu işlerde bile, insana ait olan hisse, işin ancak onda biri kadardır. İnsanın içinde, otamat kendi kendine çalışan, yerinde devreye giren, yerinde devreden çıkan, irade dışı sistemler ve hareketler, insanın iradî hareketlerinden daha çoktur.

Bu açıdan, meselâ; basit bir yemek yeme meselesini ele alacak olursak; insan, Allah’ın yarattığı zeminde, yine O’nun, bağrına kuvve-i inbatiye yerleştirdiği toprakta, O’nun bitirip var ettiği bir şeyi, O’nun verdiği bir güçle, yine O’nun verdiği aklı, eli, parmağı, ağzı kullanarak yemektedir. Bütün bunlar düşünülecek olursa, acaba bu işlerin içinde kaçta kaçı insana aittir? Yine, lokmayı içine yerleştirip çiğneyeceğimiz ağzı bize veren, mükemmel bir sistem içinde tükürük bezlerini hazırlayan kimdir? Lokmayı ağzımızda çiğneyip eritirken, mideye sinyaller gönderip onu harekete geçiren, hazım mekânizmalarını çalıştıran kimdir?..

Evet, insan bütün bu işlere ibret nazarıyla baktığında görecektir ki, kendisine böyle bir yemek meselesinin öşrü (onda biri) bile düşmemektedir. Oysaki, insan bu fiilleri dile getirirken “Ben yedim.”, “Ben oturdum.”, “Ben kalktım.”.. gibi hep; “Ben.. ben..” ifadelerini kullanmaktadır. Belki işin zâhirî yönü hâdiselere böyle yaklaşmayı gerektirdiğinden dolayı, Allah insanları mazur görmekte ve affetmektedir ama meselelerin teferruatına inildiğinde; “Ben yedim.”, “Ben içtim.”, “Ben yattım.”, “Ben kalktım.” sözlerinin düşünülmeden sarfedilmiş birer söz olduğu görülecektir.

Şimdi, yeniden soruya geçecek olursak; bizim bu türlü küçük meselelerde dahi meydana gelen hâdiselere, iradelerimize dayanarak sahip çıkmak ne kadar garip ve yanlış ise; “hizmet” gibi çok önemli bir meselede, davranışlarımıza terettüp eden neticelere sahip çıkmamız da, o ölçüde, hatta daha da fazla garip ve yanlıştır. Çünkü yeme-içme meselesinde sistem bellidir. Fakat insanların kalbine imanı koyma, hatta onların imanlarını şahlandırma ve coşturma gibi meseleler, fizik dünyanın ötesinde cereyan eden öyle enteresan, öyle gizli ve öyle büyülü hâdiselerdir ki, insanın bunlarda dahlinin olduğunu iddia etmesi mümkün değildir.

Allah’la insanlar arasındaki engelleri kaldırma vazifesi, inayet eksenli fakat iman hedefli bir hizmettir. Bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, sebeplerin çok fevkinde başarılar ihsan etmektedir. Bütün bu lütuf ve ihsanlara baktığımızda, görünen o dur ki, her mesele tam bir inayet üzerinde cereyan etmektedir.

Bizler yapılan hizmetlerde inayetin yanında “riayetin” yani görme ve gözetmenin de bulunduğunu, bizim dışımızda onları idare ve kontrol eden birinin var olduğunu anlıyoruz. Meselâ, bu yol, “kandan irinden deryaların, menzilinin çok, geçidinin yok” olduğu bir yoldur. Peygamberler başta olmak üzere, bu yolun yolcuları, yollarında ilerlerken bin çeşit olumsuzluklarla karşılaşmışlardır. Ancak bize gelince, karşımıza çıkan bunca husumete rağmen gösterilen cehd ve gayretin neticesiz kalmadığı da bir gerçektir. Bu ise, apaçık bizim bir ilâhî inayet ve riayet altında bulunduğumuzu ve حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ، لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِيِّ الْعَظيِمِ sırrının tecellîsine mazhar olduğumuzu göstermektedir.

Ancak, böyle bir inayet ve riayete mazhariyetin de, şart-ı âdi planında bir kısım sebeplerinin olması lâzımdır. Çünkü Zülkarneyn bile, harikulâdeler kuşağında fütuhât dantelasını örerken, sebepleri elden bırakmamıştır. فَأَتْبَعَ سَبَبًا1 ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا2 yani “Zülkarneyn, bir sebepten diğer bir sebebe sıçrayarak sebepler devr-i daimi veya sebeplerin doğurganlığını değerlendirmiştir.” ferman-ı sübhanisi, Zülkarneyn’in bu anlayışını anlatmaktadır. Şimdi eğer bir nebi için sebepler söz konusu ise, bizlerin sebeplerden bağımsız hareket etmemiz herhâlde düşünülmemelidir.

Sebepler, maddî veya mânevî olabilir. Maddî sebepleri eksiksiz yerine getirdikten sonra, ilâhî inayet eksenli hizmetimizin devam ve temadisi için mânevî sebepler adına bu inayetleri bizlere lütfeden Allah’la münasebetimizi devam ettirmemiz ve O’na yönelmemiz gerekmektedir.

Evet, her şeyden evvel O’na yönelmek çok önemlidir. Zira büyük problemler ve yapılmaz gibi görülen büyük işler, ancak O’na teveccüh ile gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla büyük olarak addettiğimiz bütün ideallerimizi gerçekleştirebilmek için, Kudreti Sonsuz’a teveccüh etmemiz gerekmektedir. İşte bu teveccüh de, bir yönüyle sabır ve namazla olmaktadır. Esasen bu ikisi arasında bir telâzum vardır. Yani bunlar birbirinden ayrılmaz iki parça gibidir. Çünkü namaz, Allah’a imandan sonra kulluk adına yapılabilecek en büyük bir iştir. Evet, namaz; malî, bedenî bütün ibadetleri câmî bir ibadettir. Hac, oruç ve zekât gibi ibadetlerin nüvelerini de onda görmek mümkündür. Yalnız bu, kâmil mânâda eda edilen namaz için geçerlidir. Dolayısıyla her insan namazını kılarken kâmil mânâda eda etmeye çalışmalıdır. Namaz, her şeyiyle hâlis bir ibadet ve miraç için yegâne vesile, sonra da Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem), gökler ötesi seyahatinin en son noktasında tevdi edilen ilâhî bir armağandır.

Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), miraca “kâb-ı kavseyn” ruhuyla yönelmişti. O, sebepler üstü yaşadığı o noktada, namazla müşerref oldu ve onu hayatı boyunca da en kâmil mânâda eda etti. O noktada başka bir şey değil de beş vakit namazın hediye olarak verilmesi dikkate şayandır. Zira namaz tamamen Allah Resûlü’nün misyonu ile alâkalıdır. Evet, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) misyonu; beşerin ulaşamadığı noktalara ulaşmak, kurbetin hazzını tadıp geriye gelmek; sonra da duyup tattığı hakikatleri başkalarına anlatmak ve o zümrüt tepelere onları da götürmektir. Öyleyse, miracın esas armağanı namazdır ve bu aynı zamanda her mü’minin miracı olarak, onları da miraca götürecek nurdan bir helezondur. Bundan dolayı Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir milyon cennet bahşedilmiş olsaydı belki de başkalarının ayağının altına uzatılacak böyle nurdan bir helezonun verilmesi kadar onu sevindirmeyecekti.

Evet, namaz öylesine büyük bir armağandır ki, bu armağan içinde, herkese kılacağı namazı ölçüsünde bir miraç mukadderdir. Öyleyse, o inayet ve riayete mazhar olmak için böylesine büyük bir ibadete talip olunmalıdır. Şayet hedefimizde mükemmel mânâda bir namaz olursa; gerçek mânâsıyla edasına niyetlendiğimiz namazı yakalayacağımız âna kadar kıldığımız namazlar da -inşâallah- hüsnü kabul görür. Zira mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.

Allah’ın inayetine talip olmada ikincisi esas “sabır”dır. Esasen, böyle bir inayet yolunda, birinci esas olarak arz ettiğimiz namaz için de ve maddî sebepler dünyasında koşmak için de hep sabra ihtiyaç vardır. Şiddet-i vuzuhundan gizli olan bu sabır meselesini, şimdiye kadar defaatle ele aldığımız için sözü fazla uzatmak istemiyorum.

Evet, bu yol sabır ister. İbadet ü taate karşı sabır.. şartların bütün bütün ağırlığına rağmen kulluğun devam ettirilmesine sabır.. Allah’ın seni mükâfatlandıracağı günü beklerken zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır…

İşte namaz ve sabır, bir yerde böylesine özdeşleşmektedir. Allah’ın inayetine talip olmanın yolu ve yöntemi, sabırla hizmetlerinin arkasını takip etmek; namazla sürekli konsantrasyon aramak; Mahbûb-u Hakikî olarak her lahza Allah’ı (celle celâluhu) düşünmek ve O’nu her şeye tercih etmektir

1 Kehf sûresi, 18/85.

2 Kehf sûresi, 18/89, 92.

-+=
Scroll to Top