İSLÂM’DA CEMAAT GERÇEĞİ

Soru: “Cemaat veliliği” çok sık telaffuz ettiğiniz kavramlardan biri. Bununla neyi kastettiğinizi açıklar mısınız?

Cemaat belli bir duygu, düşünce, inanç ve doktrinin etrafında şuurluca toplanmış insanların meydana getirdiği bütündür. Cemiyet ise duygu, düşünce inanç ve doktrin birliği olsun olmasın, belli bir hedefe ulaşmak, belli bir gayeyi gerçekleştirmek için bir araya gelmiş kitle demektir. Cemiyeti meydana getiren insanlar, her ne kadar aynı hedef etrafında birleşmiş gözükseler de, her birinin amacı, düşüncesi farklı da olabilir.. ve o gayelere ulaşılamadığı zaman da dağılmalar, ayrılmalar her zaman ihtimal dahilindedir.

Cemaate gelince orada farklı gaye, farklı beklenti bahis mevzuu olmadığı gibi -içtihat ayrılıkları müstesna- dağılma, ayrılma da söz konusu olmaz. Zira inanılan şeyler etrafında bütünleşme, hem bir vazife hem de ibadet olduğu için değerler üstü değerlere sahiptir. Meselâ, hac esnasında “Arafat’a çıkmam. Bayram günü namazı camide kılmam.” deyip topluluktan ayrılan Müslüman.. veya bu yerlere, Allah’ın rızası haricinde, farklı gayelerle gelen bir tek insan yoktur. Evet, bizi orada toplayan, Allah’ın emridir ve gayesi de bellidir. Bu emir yanında dünya ve dünya içinde bulunan şeylerin zerre kadar kıymeti yoktur. Yalnız, hemen ifade edelim ki, her küllî kaidenin mutlaka istisnası vardır. Dolayısıyla genelleme yaparak seslendirdiğimiz bu düşüncelerde de istisna kategorisine girebilecek şahısların olabileceği hatırdan çıkarılmamalıdır. Ancak bunlar, o “cemm-i gafîr/büyük çoğunluk” yanında bir kıymet ifade etmezler.

Cemaatin, cemaat olmanın yanında, cemaat prensipleri ile yürümesinin de insan ve topluma kazandırdığı pek çok şey vardır. Bunlar bilhassa globalleşen bir dünyada, bugün daha fazla ehemmiyet kazanmış durumdadır. Şöyle ki; fert, dâhi bile olsa ve dâhiyâne teşebbüsleriyle ortaya harikulâde işler dahi koysa, cemaat düşüncesi ve beraberliği ile ortaya konan şeyler, onu rahatlıkla çok gerilerde bırakır. Zira bir Arap atasözünde de ifade edildiği gibi “İki kafa bir kafadan hayırlıdır.” Kafa yani düşünen beyin sayısı, alınan kararları uygulamada omuz veren insan sayısı ne kadar çoğalırsa, ortaya konan performans doğrultusunda istenilen neticeye ulaşmak da o kadar kolay ve mükemmel olur. Bütün bunları, tek bir ferdin -dâhi de olsa- başarması, yapması düşünülemez.

Ayrıca cemaatte, müsademe-i efkâr, müdavele-i efkâr yani fikir tartışması, fikir alış verişi sayesinde bârika-i hakikat ortaya çıkar. Bu sayede insan hayatına, kâinatın sırlarına ait nice gizli perdeler kaldırılır ve insanlar değişik duygulara uyanır. Bir fertte aynı şeyleri görmek oldukça zordur; hatta imkânsızdır. Bazen fert, bozuk bir plak gibi, bir şeye takılır kalır. Kendi doğru bildiği -ki aslında yanlıştır- saplantıların peşinde koşar. İşte, böyle bir saplantıdan kurtulmanın yolu, Müslümanlar içinde kendini eritmektir. Hele dünyamızın, ilerleyen bilim ve teknolojisi sayesinde küçük bir köy hâline geldiği günümüzde, yukarıda ifade ettiğimiz gibi fertler dâhi de olsalar, yetersiz kalmaya mahkûmdurlar.

Bu itibarla, bundan sonra ferdî dehalar, diğer insanların himmeti ve meşveret havuzuna sığınmakla, büyüklüklerini ortaya koyabilir, kendilerini gösterebilirler. Hatta benim kanaatime göre, karizmatik özelliklere sahip insanlar bile, hâlâ eski dönemlerde olduğu gibi müstakil hareket etmeye kalkarlarsa kat’iyen başarılı olamazlar. Onun için bir buz parçasının havuzla bütünleşmesi misillü, karizmatik şahsiyetler de, mutlaka kendilerini şahs-ı mânevî havuzu içine salmalı ve eritmelidirler. Böyle yaptıkları, yapabildikleri takdirde, o karizmanın ağırlığı daha da artar ve fikirleri, yüksek performansı ile toplumun içinde çoklarımızın idrak edemeyeceği ağırlığa ulaşır; ulaşır ve yine çoklarımızın hayal bile edemeyeceği toplum yararına yapılan işlerdeki başarılara imzasını atar.

Bu noktada bir hakikatin perdesini azıcık aralamama lütfen müsaade edin: Bu tür düşüncelerle bir araya gelmiş, uhuvvet ve ittifak duygusuyla bütünleşmiş 5-10 fert, insanlığı asırlar boyu hep aydınlık iklimlerde dolaştıran Ebû Hanife, Muhammed Bahauddîn Nakşibend, Abdülkadir Geylânî, İmam Gazzâlî ve emsâli kimselere nasip olan mazhariyetlerin çok çok ötesinde, mazhariyetlere sahip olabilirler. Bu o büyük zatları tezyif veya misyonlarını inkâr olarak anlaşılmamalı; bu, Allah’ın (celle celâluhu) uhuvvet ve ittifaka hususî ihsanı şeklinde yorumlanmalıdır.

İsterseniz vilâyet açından bu meseleyi, biraz daha açmaya gayret edelim: Vilâyet bir ölçüde, insanın masumiyete kilitlenmesi, günahlara girmeden safvet-i asliyesi ile bütünleşmesi sayesinde gerçekleşir. İnsanın, bahsini ettiğimiz türden bir masumiyete kilitlenmesi veya düğümlenmesinde en büyük rol, şahsın iradesine, sonra da aile ortamı başta olmak üzere çevreye aittir. Bazen de Cenâb-ı Hak, ileride büyük bir misyon yükleyeceği böylesi kişileri ilâhî serasına alabilir. İşte bana göre Kur’ân’a gönül vermiş insanların arasında olma böyle ilâhî bir seradır. O seraya giren insanlar, vilâyet mertebesine yükselmede temel şartlardan biri olan masumiyete kilitlenmiş demektir.

İkinci olarak vilâyette a’zamî zühd, a’zamî takva, a’zamî ihlâs çok önemli esaslardır. İster bunlar, isterse ahlâk-ı âliye-i Muhammediye’ye ait -diyelim ki yüz esas var- esasların hepsini bir şahsın kendine has tonları ile temsil etmesi çok zordur. Evet, bu mesele o kadar zordur ki, Hulefa-i Raşidîn bile bu esasları âdeta -usûlün dışında olanlar itibarıyla- kendi aralarında paylaşmışlar, her biri bir meselede daha ön plana çıkarak, birlikte cemaat oluşturmuşlardır.

İşte, böyle cemaat içinde yerini bulan kişiler, ahlâk-ı âliyeye ait bu esasları, teker teker ve ayrı ayrı temsil ederek, böyle bir havuzu oluşturabilirler. Meselâ; biri zühdde, biri ihlâsta, biri samimiyette zirve noktaya çıkabilir ve böylece, bir mânâda kutbiyet, gavsiyet, kutbü’l-irşadlık vb. şeylerin temsili cemaat tarafından gerçekleştirilmiş olur ki, siz isterseniz buna “cemaat veliliği” de diyebilirsiniz. Bu hâl günümüzde, ferdî velilikten çok daha öndedir. Öyle zannediyorum ki, bu mânâda veliliği temsil eden cemaatler, her zaman nazar-kadem bütünlüğüne ulaşabilirler. Şimdiye kadar nice ferd ü ferîdlerin yakalayamadığı bir ufku, belki bazı cemaatler yakalamış, hatta bir adım daha öteye geçmeye muvaffak olmuş olabilirler.

Ayrıca cemaat hâlinde veliliği temsil eden kişiler gurur, fahr ve ucb içine de girmez, hatta giremezler. Zira o gayeye ulaşmada ve o noktaya yükselmede kendisinin olduğu kadar cemaatin sair fertlerinin de payı vardır ve belki de onunkinden daha yüksektir. Burada görüldüğü gibi cemaat içinde bulunma, aynı zamanda ucb, gurur, fahr gibi ahlâk-ı seyyienin de önünü kesebiliyor.

Cemaat kavramını anlatmaya çalıştığımız bu fasılda, üzerinde mutlaka durulması gereken bir başka nokta da; Allah’ın inayetinin cemaat üzerinde tecellî etmesi gerçeğidir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buna “Allah’ın inayet ve kudreti cemaatle beraberdir.” hadisleri ile işaret buyurur. Bu ise nihayetsiz acz ü fakr içinde bulunan insanın nihayetsiz güç ve kudrete sahip olan Allah’ın desteği ile yürümesi, iş yapması demektir.

“Ümmetim, dalâlet üzerine içtima etmez.” hadisi zaviyesinden cemaat gerçeğine bakılacak olduğunda, yanılma oranının cemaatlerde daha az olacağı da unutulmamalıdır. Tabiî ki bütün bu gerçeklerin farkına ancak “cemaat” kavramını İslâm’ın özünde bulunan, Kur’ân ve Sünnet’ten alınan dinî ve sosyolojik bir tabir olarak anlayanlar varabileceklerdir.

-+=
Scroll to Top