Beşinci Bölüm
HİZMET İÇİ MÜLÂHAZALAR
Soru: Kalbinizden rahatsız olup anjiyografi olmanızın milletimiz ve insanlık için yapılan hizmetler ve bu hizmetlerin seyri ile irtibatı var mıdır? Lütfeder misiniz?
İnsanlığa hizmet gibi hakkında çok sağlam düşünmemiz gereken bir mevzuu, benim arızalı kalbimle irtibatlandırmak bu tür hizmetlere karşı saygısızlık olur diye düşünüyorum. Ama soruya, soru soran kişilere ve burada şu anda muhatabım bulunan insanlara hürmeten bir iki cümle ile de olsa bir şeyler söylemeye gayret edeyim.
Herkes bir yönüyle mahiyetinin ilâhî vâridâtlara açık olması, onlara karşı bir santral vazifesi görmesi sebebiyle, içinde bulunduğu maddî âlemden öte metafizik âlemle irtibatlıdır. Bir anlamda objektif delillerin sunulamayacağı böyle bir iddia, yakışıksız da kaçabilir ama insanın ilâhî vâridâtlara bir santral olduğu çokları tarafından ifade edilmiştir. Veya Allah’ın matmah-ı nazarı, kâinatın fihristi olduğu, öteden beri söylenegelen ve “telakkî bi’l-ümmet”e mazhar olmuş bilgilerdendir.
Şimdi; eğer insan maddî yapısı itibarıyla kâinatın bir fihristi ise -ki öyledir- onun maddî yapısından daha derin, daha engin olan ruhî yapısı da elbette kâinatla alâkalıdır. Dolayısıyla onun ruhî yapısı, hissî yapısı kâinattan koparılamaz. Hatta benim şahsî kanaatim, henüz bilmediği âlemlerle bile irtibatı vardır insanın. Yani Samanyolu dışındaki sistemlerle. Aksi hâlde rüyaları ne ile ve nasıl izah edeceksiniz. Bakın, İnsanlığın İftihar Tablosu bir anda bütün kevn ü mekânı Erzurumluların ifadesi ile “elefend” edip geri dönüyor. Demek ki insanın ruhî yapısının enginliği, derinliği bizim idrak ve ihata sınırlarımızı aşan bir hüviyettedir. Onun tahayyüller üstü, tasavvurlar üstü çeşitli âlemlerle irtibatı vardır.
Şimdi, madem ki ruhî yapısı itibarıyla insan budur, bu insanın hizmet içinde temsil etmiş olduğu misyon itibarıyla kâinat ve kâinatta cereyan eden hâdiselerle elbette irtibatı daha farklıdır. Meselâ hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) semada ve arzda kendisine hüsnü kabul vaz’edilen insanlardan bahsediyor. Bu insanları sırasıyla Allah seviyor, Allah’ın emriyle Cebrail seviyor, melekler seviyor, ruhanîler seviyor ve yeryüzünde insanlar seviyor. Burada mevzuumuzla alâkalı olan nokta, bu insanların seviliyor olmasıdır. Ayrıca bir de insanın sevildiğini hissetmesi vardır ki, bu da çok önemlidir. Yoksa tavşan dağa âşık olmuş veya küsmüş, dağın haberi yok. Bu bir mânâ ifade etmez. Dikkat edilirse, burada insan vicdanı çok geniş bir dairede cereyan eden alâkayı hissediyor. İşte bu hissetme, ruhun kâinatla olan irtibatı neticesi gerçekleşiyordur. Biz buna daha önceleri vicdan mekanizması adını vermiştik.
Evet, başta peygamberler olmak üzere, Hakk’ın nice mükerrem ibâdı, gökte ve yerde kendileriyle alâkadar olan hâdiseler karşısında duyarlı olmuşlardır. Gün gelmiş -hâdisenin cinsine göre- hastalanmışlar, gün gelmiş hapishanelere atılmışlardır. Meselâ; 6-7 Eylül hâdiseleri olduğu sırada Barla’da hiçbir şeyden habersiz, sürgün hayatı yaşayan Bediüzzaman Hazretleri heyecan ve helecan içinde içeri girip dışarı çıkıyor. Hâlbuki o hâdiselerde tam anlamıyla bir fecaî ve fezaî yaşanmıştı. Merhum Fatin Rüşdü Zorlu yanlış hatırlamıyorsam Kemal Zeytinoğlu’na “Orada azıcık Rumlara karşı bir baskı yaparsanız, burada bizim pazarlık gücümüz artabilir.” der. Bizimkiler de vur deyince öldür anlar ve Rumların dükkânlarının vitrinlerini kırar, kumaşlar denize atılır, arabalar yakılır… vs. Bu hâdise kendi ayakları üzerine yeni yeni dikilmeye başlayan Türkiye’nin başına çok şeyler getirebilirdi. Meselâ, bir ABD ambargosu devreye girebilir, Yunanlılarla savaş olabilir, askeriye 60’larda yaptığı ihtilali o dönemde yapabilirdi. Ve Üstad bu hâdiseyi veya bunun sebebiyet verebileceği neticeleri vicdanında sezdiğinden dolayı heyecandan çatlayacak hâle geliyor.
Sizin “Estağfirullah” diyeceğinizi biliyorum ama gene de söyleyeceğim; ben insan yerine konamam ama 71 ihtilali öncesi bu türlü şeyleri ben de vicdanımda sezdim. O dönemde gençliğimin verdiği bir güç ile şok hâdiseleri bastırabilecek iradî bir gücüm olmasına rağmen, deliye döndüğümü, hafakanların beni benden aldığını bugün bile hatırlıyorum. Öyle ki, alınması gerekli olan hiçbir tedbir bana yeterli gelmiyor ve bir oraya, bir buraya koşuşturuyordum.
80 ihtilali öncesi de aynı. Küçük tansiyonum 11-12’lere fırlıyor, önce kalb, ardında disk kayması zuhur ediyordu.
Şimdi ruhumuzun kâinatta cereyan edecek olan hâdiseleri önceden sezmesi, aslında bizim büyüklüğümüzü değil, Allah’ın rahmetinin enginliğini gösterir. Alâkadar olduğunuz kudsî dairenin hatırına size önceden sinyal veriyor Rabbim. Bunu öyle değerlendirmek lâzım ve sadakat sadakası ile bunu karşılayıp şükranlarımızı Rabbimiz’e arz etmek lâzım. Şahsen ben, benimle ilgili bu meseleleri bu şekilde yorumluyorum.
-Bu türlü sezişler hep sıkıntı, ızdırap şeklinde mi tecellî eder?
Hayır, bazen müspet olaylar da olabilir ve onların sezişi de inşirah şeklinde kendini gösterir. Meselâ bir çocuk gibi, önümüze gelen her şeyi parçalamak-dağıtmak isteyebiliriz. Fakat Allah (celle celâluhu) laubaliliği sevmediğinden dolayı, bu türlü durumlarda, hemen kendimize gelmeli, Rabbimiz’in üzerimizdeki nimetlerini hatırlayarak temkine, teyakkuza geçmeliyiz. Çünkü Allah’ın nimetlerini yâd edip tahdis-i nimet mülâhazasıyla iki büklüm olacağımız yerde, sanki bunlar bizden kaynaklanıyormuş gibi coşmak, şımarmak, ilk önce Rabbimiz’e karşı saygısızlıktır. Burada hemen yapılacak şey, Allah’a sığınmaktır. İstiğfar edip mâsiyetin önünü kesmek, tazarru ve niyazda bulunup meyelan-ı hayra güç ve kuvvet kazandırmaktır. Hâsılı biz, temkin, irade ve şuur insanıyız. Her hâlükârda bunları hayatımıza mâl etmeliyiz.
– İnsan bu hâliyle beşerî normların üstünde midir?
Onu çok bilemeyeceğim. Zira insan, himmetinin ölçüsüne, büyüklüğüne-küçüklüğüne, derinliğine-sığlığına göre değerlendirilir. Meselâ, bir insan vardır ki sadece kendini düşünür. Nefsi adına meknî hiçbir şey kalmasın ister. Hatta Zât-ı Ulûhiyet’in bütün esrarı sadece kendine müncelî olsun arzu eder. Bu tek başına bir insandır. İbn Beşiş gibi. Fakat bir de insan vardır ki doğduğu andan itibaren toplumun hemen her kesimine, her ünitesine açıktır. İlahiyatçılarla ayrı, halkla ayrı, askeriye ile ayrı bir münasebet içindedir. Himmeti çok âlidir. Küllî bir ruha sahiptir ve bu yönüyle o, toplumun tüm katmanlarıyla münasebet yolları arar-araştırır ve bulur. Hani Üstad’ın verdiği misal içinde, bir köy, şehir, kasaba, belde, vilayet, ülke ölçüsünde düşünen insanlara nispeten, dünya çapında düşünen insan çok daha engindir. İşte Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sırasıyla diğerleri. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanları bırakın, cinlerin, meleklerin, ruhanîlerin dahi ızdırabını çeker. İhtimal melekler niye birinci kat semada, ruhlar niye başka yerde değil de sema-i dünyada pervaz ediyor, bunları düşünür ve üzülür. Hz. İbrahim, Kur’ân’ın ifadesiyle tek başına bir ümmet ve himmeti o denli engin. Hz. Musa, Hz. İsa… ve diğerleri. Hz. Ebû Bekir, “Vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i sadece ben doldurayım.”; Hz. Bediüzzaman “Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım.”; Fuzûlî “Bir an belâ-yı dertten eyleme cüdâ beni.” ve daha nice misaller.
Fakat bu bir duyma ve isteme meselesidir. İnsanın ilk yaratılışta potansiyel olarak konulmuş bulunan başta hemcinsine olmak üzere, bütün mahlukata karşı alâka duyma hissinin işletilme, geliştirilme meselesidir. Ve bu, Allah’ın fazlıdır. Cenâb-ı Hak, bu fazlını dilediği insana lütfeder. Buna ulaşan insan, kilometrelerce ötede, Çin Seddi’nde İslâm’ın kaderini alâkadar eden bir hâdiseyi vicdanında duyabilir. Zaten temsil ettiği misyon onu duymayı gerektiriyordur. Allah da ona göre onu donatmıştır. Nasıl ki Allah Resûlü’nün kalbindeki lümme-i şeytaniye bir ameliyat-ı cerrahiye ile atılmıştır. Aslında bu, ileride eda edeceği vazifeye ait bir donanımdır. Kalb-i pâk-i Muhammedî’nin dünya ile olan alâkasının kesilip atılmasıdır. Ve Efendimiz bu mânevî ameliyattan sonra tamamıyla uhrevîleşmiştir. Meselâ bu çizgide İmam Rabbanî’nin “Nefsim itibarıyla kendime hiçbir zaman eşek nazarıyle bakmadım.” sözü veya Bediüzzaman’ın “Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden a’lâ”, “Hem deme ki: ‘Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir.’ Zira temessül etmediğinden mazhar değil, memerr olursun” ve “Allah bu dini facir bir adamın eliyle dahi teyit eder, o hâlde sen kendini o racul-i facir bilmelisin.” sözleri misal olarak verilebilir.
– Bu seviyede bulunan bir insan kazanmaya mı, kaybetmeye mi daha yakındır?
Böyle zirvelerde bulunmak hem kazanmaya, hem de kaybetmeye açıktır. Yani bu insanlar arkalarında ne kadar insana ışık tutmuş, ne kadar insana müdahil olmuş ve bu himmetlerini ne kadar iyi kullanmışlarsa, o derece kazanabilirler. Fakat bunlar aynı zamanda tehlikeli zeminlerde dolaşırlar.. ciddî tehlikelerle karşı karşıyadırlar ve kaybedebilirler de. Çünkü bana göre böylesi kişilere verilen kin, nefret, öfke, şehvet vs. gibi duygular beşerî normların çok çok üstündedir. Dolayısıyla bu kişiler, nefis terbiyesini iyi yapamaz, iyi ayarlayamazlarsa hezeyan ve çılgınlıklar içine düşebilir. Hatta iyi ve yerinde kullanılamayan bu duygular onları delirtebilir. Fakat yine bu insanlar samimî ve yürekten olur, ihlâslı davranırlarsa Cenâb-ı Hak onları ekstradan bir koruma altına alabilir. Kur’ân’ın Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için söylediği “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”1 âyeti bunun bir delilidir. Bu âyet-i kerimeyi sadece bedene gelebilecek bir kısım tehlikelerden Allah’ın muhafaza etmesi şeklinde anlamak ilâhî inayeti çok dar görme demektir. Onu insanın mahiyetine konulan duyguları, işin içine katarak, bütün yönleriyle korunması, hıfz-ı ilâhî içinde bulunması şeklinde yorumlamak herhâlde âyetin ruhuna daha muvafıktır.
Netice itibarıyla; başkalarının ayağına dikenin battığı yerde, sinelerine matkaplar salınan bu insanlar, kaybetmeye de kazanmaya da çok yakındır.
1 Mâide sûresi, 5/67.