BİR KADERÎ TECELLİ KARŞISINDA TEESSÜRLERİMİZ
Geçenlerde bir vesile ile, yaklaşık üç ayı bulan zaman dilimi içinde Türkiye gündeminin birinci maddesini teşkil eden malum hâdiseler (Susurluk ve devamı) hakkındaki değerlendirmelerimi arz etmiştim. Fakat o günden bu yana meydana gelen gelişmeler, beni bu konu ile ilgili birtakım düşüncelerimi daha arz etmeye âdeta mecbur kıldı. Yine maddeler hâlinde ele alacak olursak;
1. Malum hâdiseleri, birtakım güç kaynakları olabildiğine büyüttü ve hâlâ büyütmeye devam ediyorlar. Şahsen ben bunun altında şunların olabileceğini hissediyorum:
Batılı devletler, -ister istemez- Osmanlı’nın vârisi olan veya öyle görülen Türkiye’yi iktisadî, siyasî, idarî ve kültürel alanlarda uyguladıkları stratejilerle yıllarca kendi kontrolleri altında tutmayı başarmış ve hemen her sahada istedikleri gibi onu yönlendirmişlerdi. Fakat dünya coğrafyasında meydana gelen yeni gelişmeler, özellikle Rusya’nın başını çektiği komünist blokun çökmesi, dünya dengesinde zaten önemli bir konumu olan Türkiye’yi daha da önemli hâle getirdi. Türkiye, kısmen de olsa bunun farkında olarak değişik açılım ve atılımlar içinde bulundu. Bu durum, herkesten çok Batılı devletleri ve âdeta onların temsilcileri hüviyetinde iş yapan güç odaklarını rahatsız etti ve hâlen de etmektedir. Zira şimdi Türkiye, şartların zorlamasıyla uranyum atomu gibi yerinde duramıyor ve vâki dünya gerçekleri karşısında bizzat devlet eliyle veya sivil toplum örgütleri vasıtasıyla birtakım açılımlarda bulunuyor. Batılı devletler, bu gelişmeleri önlemek ve eskiden olduğu gibi Türkiye’yi yine abluka altına almak için, başta PKK olmak üzere, komşularımızla da bizi gaileden gaileye sürüklemeye çalışıyorlar. İşte tam bu ortamda meydana gelen malum hâdise ve peşi sıra sökün eden gelişmeler, iç ve dış güç odaklarının arayıp da bulamadığı bir fırsat oldu. Onun için -olayları örtbas etmek isteyen marjinal bir kesim hariç- Çankaya’nın, hükümetin, muhalefetin, ordunun, emniyetin ve halkın bir an önce olayların sonuçlanmasını istemesine rağmen, onların bunu, bahsini ettiğim gerekçeye binaen kasıtlı olarak büyüttüğü kanaatindeyim.
2. Hâdiselere adı karışan insanların isminin geçtiği listede, benim de adımın zikredilmesine gelince;
a. Liderler zirvesinde görüşülen raporda birçok insanın isminin geçtiği günlerce yazıldı ve söylendi. Bu yazılıp söylenenler, ilgili ve yetkili merciler tarafından hiçbir tekzip almadı. Daha sonra ne olduysa oldu; bir el bu listeye adımı da ilave etti. Bunu kim, hangi maksatla yapmışsa mutlaka açıklığa kavuşmalı ve bu haberin kaynağı bulunmalıdır.
b. Olayı bana ilk haber verdiklerinde, ben meseleyi ölüm listesinde yer aldığım şeklinde anlamış ve hiç umursamamıştım. Hatta haberi bana ulaştıran ve beni benden daha çok düşündüğüne inandığım arkadaşın heyecan içinde olmasını farklı bir şekilde yorumlamıştım. Ben, dünyadan daha çok ukbâ beklentisi içinde bulunan bir insanım. Bu açıdan ölüm, bana bahşedilmiş en büyük ihsan ve lütuftur. Bir suikast neticesi öldürülme ise, onu da telkin ede ede nefsime kabullendirmiş durumdayım. Onun için ne ölümden, ne de öldürülmekten korkmuyorum. Seve seve, güle güle onu karşılamaya hazırım.
Fakat neden sonra işin gerçek mahiyetini öğrenince, işte o zaman sabahlara kadar uyuyamadım. Bunu yapanları Rabbime şikâyet etmemek için dişimi sıktım, dilimi ısırdım, sürekli “Lâ havle” çektim. “Kadere teslim olmuşum; onun her hükmüne razıyım; beni alâkadar eden bir şey yok, Sen bilirsin Allahım!” dedim. Ve öyle sarsıldım ki, tabir caizse ot gibi oldum, bütün duygularım dumura uğradı. Neden? Çünkü benim şerefim, onurum, haysiyetim artık Allah rızasına giden yolu bir şehrah hâline getirme mefkûresi ile bütünleşmiştir. Bundan böyle bana râci olan her şey, bu mefkûreye ve onun etrafında kümelenen insanlara râcidir.
Pekâlâ, böyle bir iftiraya neden tevessül edilmiş olabilir? Dost-düşman artık bütün dünya biliyor ki, bu eğitim faaliyetleri etrafında kenetlenmiş insanlar, dünyanın dört bir yanına dağılmış müesseseleri ile misyonlarını hemen herkesin takdirini kazanacak biçimde yerine getirmektedirler. Devlet, millet, ülke menfaati ve bütünlüğü çerçevesinde yerine getirilen bu gayretler uzun vadede, inşâallah bugünkünden çok daha parlak bir konuma oturacaktır. İşte, ister şimdiki mevcut durum, isterse bu faaliyetlerin gelecek adına vaad ettiklerini önlemek adına karanlık gayelerle harekete geçen bazı kişi, kurum, kuruluş veya güç odakları, Kur’ân’a gönül vermişlerin önünü alabilmek maksadıyla böyle çirkin bir iftiraya tevessül etmiş olabilirler diye düşünüyorum. Fakat bu millet, böyle bir şeye kat’iyen inanmayacaktır, nitekim inanmamıştır da. Onlar, kendi hesaplarına belki hedefi çok iyi tespit etmiş, zamanlamayı güzel yapmış ve hamlelerini gerçekleştirmişlerdir ama, netice umdukları gibi olmamıştır.
Şahsen ben bu noktada, milletine ve ülkesine hizmeti hayatına hedef yapmış bir kadronun her ferdine bundan böyle bu türlü komploların yapılabileceği endişesini taşıyorum. Özellikle küçük ve büyük çapta vazife eda eden insanların, bu yüzden kendilerine çok dikkat etmeleri ve böylesi komplolara sebebiyet vermeme hususunda a’zamî gayret ve dikkat içinde bulunmaları gerektiğine inanıyorum. Avcının insafı yok; imanı ise hiç yok. Uyuşturucudan tutun da kadına varıncaya kadar birçok vasıtayı, bu yola adanmışları karalamak, itibar kaybına uğratmak ve böylece ademe mahkûm etmek yolunda kullanabilir ve menfur maksatlarına ulaşmak için her türlü kötülüğü yapabilirler. O yüzden, “Aman dikkat!” diyorum.
Bu arada şunu da özellikle belirtmek isterim: Düşmanların saldırısından, dostların da gıpta ve haset damarlarını harekete geçirmekten her zaman uzak durmak, üzerinde hassas olunması gereken bir prensiptir. Bu sebeple, iyi bir mü’min, içte ve Rabbi ile münasebetinde olabildiğine derin, fakat dış görünüşü itibarıyla mukassî olmalıdır. Aksi hâl, nifak alâmetidir. Bu tür prensipleri, hayatî esasları pratiğe geçirmek zor olabilir. Dine ve millete hizmet, Allah’ın lütfu ve inayetiyle tasavvur ve tahayyül edilenin çok ötesinde cereyan ediyor. Düşünceler aksiyon içinde şekilleniyor ve her şey tabiatıyla açıkta cereyan ediyor. Gizlenecek bir şey yok. Ne var ki; bütün bu olup bitenler, düşmanca tavır içinde bulunan kişi, kurum, kuruluş ve güç odaklarının hasmâne düşüncelerini harekete geçiriyor.
Fakat ya dostlara ne demeli? Haberi tahkik etmeden, etme lüzumunu duymadan, sanki bir açık bekleniyormuş da bulunmuş gibi, hangi üslûpla olursa olsun, hiç kimsenin yapmadığı bir şekilde bunu manşetlere, spotlara taşıyan dostlara ne demeli? Bu davranışları ile, duygu ve düşünce açısından kendilerine hiç yakıştıramadığım münafıkça bir yaklaşım tarzı sergileyen bu arkadaşlara diyecek bir şey bulamıyorum..! Kur’ân, Hucurât sûresinin 6. âyetinde haberin tahkikini emrederken, bir telefon açma zahmetine dahi katlanmadan, bunu yayınlayan ve hasetleri imanlarının önüne geçmiş bu dostlara inanın bir şey diyemiyorum..!
3. Kur’ân, “Bakarsınız, hayır zannettiğiniz şeyler hakkınızda şer, şer zannettiğiniz şeyler de hayır olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.”1 buyuruyor. Bu âyet zaviyesinden bu son olay, zâhirî yüzü itibarıyla gerçekten şer ama, neticesi itibarıyla hakikî dost olanla olmayanı tefrik etmemize vesile olması sebebiyle hayırdır. Hâdiseyi ilk duyduğumuz andan bu yana, sizin tasavvur edemeyeceğiniz boyutlarda üzüldüm ve âdeta şok üstüne şok yaşadım. Bugüne kadar hep iffetli kalmaya a’zamî dikkat göstermiş, hele maddî konularda milletin parasını kendi parasına değdirmeyecek kadar hassas, ölüp gittiğimde cüzdanımda kefen parası dahi bulamasınlar düşüncesine kilitli, kardeşlerim için dedikodu olmasın düşüncesiyle, kût-u lâ yemût’la, yani ölmeyecek kadar geçimlerine yetecek bir parayla yaşasınlar diye dua dua Rabbine yalvaran bir insan olarak hem şahsım, hem de eğitim gönüllüleri adına tarif edilmez boyutlarda sancı duydum. Fakat yukarıda ifade ettiğim gibi, en azından gerçek dost olanla, olmayanı tefrik etmeye vesile olduğu için, bu hâdiseye yüzde yüz hayır nazarıyla bakıyorum.
4. Bu hâdise münasebetiyle şükranla ifade edeceğim bir başka gelişme de, şimdiye kadar ancak birkaç defa görüşme imkân ve fırsatını bulabildiğim bazı siyasî parti liderlerinin tv ekranlarına çıkarak hakkımda müspet kanaatlerini izhar etmeleri oldu. Ömrüm boyunca unutmayacağım bu mertçe, erkekçe davranışları yüzünden onlara karşı medyun-u şükranım. Fakat ben, onlardan gördüğüm bu civanmertliği, daha başkalarından da beklerdim. Bu çizgide sözü uzatmam ve birtakım mukayeselere girmem gönül incitebilir.
5. Kim ne derse desin ve ne yaparsa yapsın, Allah’ın tevfik ve inayetiyle, din ve ülkemiz adına hayatlarını ortaya koymuş er oğlu erlerin temsil ettiği bu gönüllüler hareketi, misyonunu hakkıyla yerine getirecektir. Ve gelecekte daha başka hizmet çizgilerinin hemen hepsi, uyum ve imtizaçları nispetinde onlarla bir ve beraber olacak, bu temiz su kaynağına kovasını salarak, kabiliyeti ölçüsünde istifade edecektir. Aklı başında, sosyolojik gerçeklere vâkıf, mânâ ufku açık, hemen her insan bunu tahmin edebilir. Yalnız bu muhtemel gelişmelerin vukuat yerine konularak şimdiden düşmanca tavırlar takınılması ve birtakım komplolar üretilmesi ve uygulanması doğru değildir. Rızası istikametinde davranıldığı müddetçe, Rabbimin bizleri her türlü fitne, fesat ve şerden koruyacağına iman ve itminanım tamdır. Yalnız herkes dua etsin. Allah bizleri eşrarın şerrinden, füccarın keydinden, küffarın mekrinden, hussadın hasedinden muhafaza buyursun.
Bu ülkede bir zamanlar Bediüzzaman gibi bir dâhi ve aksiyon insanı, muasırları tarafından anlaşılamamıştı… anlaşılamamıştı da, sokaktaki sarhoşların dahi reddettiği “Bakkaldan rakı alıyor.” iftirasını ona yapmışlardı. Fakat tutmadı. Halkımız bu iftiralara kulak asmadı. İtibar kaybettirmek için yapılan şeyler, aksine onun itibarını artırdı. Bu son olayın da, İslâm adına aynı neticeleri doğurmasını Allah’tan niyaz ederim.
Bitirirken, bu iftira münasebetiyle, Hz. Âişe Validemiz’e yapılan zina iftirası olayının sık sık aklıma geldiğini itiraf edeyim. Malum o hâdise, Hz. Âişe’nin gözyaşı pınarlarını kurutmuş, o mübarek anamızı bildiği şeyleri dahi hatırlayamayacak bir hâle sokmuştu. Zira bir taraftan kendi iffeti, diğer taraftan babasının itibarı, annesinin şeref ve haysiyeti, mensup olduğu kabilesinin durumu ve hepsinden öte Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) namusu söz konusuydu. Dolayısıyla, o iftirayı şahsî bir olay olarak değerlendirmek doğru değildir. Onun için Hz. Âişe Validemiz, berâtı semadan Hz. Cebrail’in getirdiği vahiy ile tescil edilene kadar ağladı durdu. Bu arada cereyan eden gelişmelerde belki Allah Resûlü de dahil, birçoklarına karşı içinde bir burukluk hissetti. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona: “Böyle bir şey yaptınsa istiğfar et, Allah Gafur ve Rahîm’dir.” demişti. O da berât fermanı geldiğinde, anne ve babasının “Kızım kalk, Resûlullah’a teşekkür et!” teklifine: “Hayır, ben Allah’a teşekkür ederim!” cevabını vermişti. Hâlbuki o Hz. Âişe idi, karşısındaki de yeryüzünde vahyin temsilcisi. Demek ki o seviyedeki insanlar arasında bile bu türlü rencide olmalar olabiliyor.
Bununla mevhum liste olayı arasında ne türlü bir irtibat kurarsanız, onu da sizin irfan, iz’an ve idrakinize havale ediyorum.
1 Bakara sûresi, 2/216.