SAHABE İMAN VE AKSİYONU

Soru: Sahabe Efendilerimizin dini anlama ve anlatmaları nasıldı? Onları örnek alma konumunda olan bizler için neler tavsiye edersiniz?

İnsanın yaratılış gayesi, Cenâb-ı Hakk’ı bilip, bildirmektir. Bunun dışında hiçbir şey yaratılışa gaye olacak seviyede değildir. Kur’ân-ı Kerim: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ “Ben, cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsin diye yarattım.”1 beyanında bu mülâhaza açıktır. Âyetteki لِيَعْبُدُونِ “Bana ibadet etsinler” ibaresini, İbn Abbas لِيَعْرِفُونِ “Beni bilsinler” şeklinde tefsir etmiştir.

Bu hakikati en iyi şekilde idrak eden Efendimiz ve O’nun sadık yârânı olan sahabe-i kiram efendilerimizdir. Dolayısıyla, dine ait bütün hakikatlerin en başta onlardan öğrenilmesi gerekir. Bu mânâda onlara mütâbaat, aynı zamanda marz-i ilâhî açısından da ayrı bir önem arz eder. Çünkü Cenâb-ı Hak onlar için, رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ “Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı.”2 buyurmuştur. Tasavvufçular, bu âyetten hareketle iki makam ya da iki mertebeden söz ederler.

1. Râdiye: Bu, kulun Cenâbı Haktan razı olması makamıdır. Bu hâl, bir halk şairimizin ifadesiyle şöyle dile getirilir:

“Gelse celâlinden cefa Yahut cemâlinden vefa İkisi de cana safa Lütfun da hoş, kahrın da hoş.”

Buna göre, Cenâb-ı Hak’tan ne gelirse gelsin, her zaman şükürle karşılık verip kat’iyen şikâyet etmeme ve bu yolda karşımıza çıkacak gülü de, dikeni de aynı görme, azbi de azabı da aynı bilme bir esastır.

2. Mardiyye: Bu da, Allah’ın rızasına mazhar olma demektir. Mardiyye, râdiyeden daha önemli bir mertebedir. Tâbiînin büyük kadını, Rabia Adeviye ellerini açıp Allah’a dua ederken: “Allahım, benim Seninle olan alâkam hürmetine değil; Senin benimle olan alâkan hürmetine…” der, dua eder. Çünkü kulun, Allah’la (celle celâluhu) irtibatı ne olursa olsun, Allah’ın kulla olan irtibatı çok daha derin, daha muhit ve daha önemlidir. İşte, “mardiyye” mertebesi, böyle bir hususa açılmış olma ve ona mazhariyet kesbetme hâlidir ki, her iki hâli de nefsinde cem eden Efendimiz ve ashab-ı kiram hakkında, Allah Teâlâ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ buyurmaktadır.

Bu durum, Allah’ın (celle celâluhu) onların hayat tarzlarından, hayatı yorumlayışlarından hoşnut olduğunu gösterir. Öyleyse, onların hayat mertebelerine intibak etmek –ki, o kalıbın içine girmek demektir– bizim için bir gaye ve hedef olmalıdır. Zaten Cenâb-ı Hak, onlar için bu ifadeyi kullanmakla sanki bize: “Bu hayat tarzı, Benim razı olduğum bir tarzdır. Onu yakalayın ve Benim hoşnutluğuma mazhar olun ki, ben de sizden razı olayım.” demektedir.

Aslında sahabe-i kiram bizim için her zaman örneklerin en güzelini teşkil etmektedir. Bu hususu biraz daha açmakta yarar olacağı inancındayım. Şöyle ki, sahabenin her biri iman adına öylesine derinlerden derindir ki, onların her birine birer iman kahramanı dense sezadır. Tabiî iman derken, bizim küçük yaşlarda duyup ezberlediğimiz; اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَمَلٰئِكَتِه۪… çerçevesinde söylenen ve sadece lafızdan ibaret olan iman değil. Yanlış anlaşılmasın, bu iman değildir, demek istemiyorum. Aksine kelime-i şehadet ve kelime-i tevhid, Allah indinde en önemli bir hakikattir.. ve O isterse kuluna sadece bu kelime ile necat verebilir. Ancak bizim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiramda gördüğümüz iman çok farklıdır. Meselâ onlar, bir yerde karşılaştıklarında, birbirlerine: “Hele gel, seninle bir saat Allah’a iman edelim…” derler.

Evet, onlar düşünüp tefekkür etme, imanlarını daima taze tutma ve böylece her zaman hayvaniyetten uzak durup cismaniyeti geriye çekerek kalb ve ruhun derece-i hayatına girme adına bitmeyen bir gayret içinde olmuşlardır. Elbette ki bu, basit mânâda bir inanış değildir.

Ayrıca onlar, İslâm’a hizmet adına, birer aşk ve heyecan kahramanıdırlar. Abbas İbn Eşyem (radıyallâhu anh), Yermuk’te şehit düşen bir sahabidir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu sahabi hakkında: “Kılıçlar başından aşağıya inerken başını hiç çevirmedi.” buyurur ve bundan dolayı da onun Cennet’te reftare gezdiğini haber verir. Onun torunlarından biri, Ömer b. Abdülaziz’in huzurunda kendisini tanıtırken: “Ben o zatın torunuyum ki, Yermuk’te savaşırken, bir kılıç darbesiyle bacağının kesilmiş olduğunu, ancak attan inmek istediğinde tepetaklak düşmesiyle fark etti.” der. Belki bu tür vak’alar, Çanakkale’de, Çaldıran’da, Sırpsındığı’nda ve daha nice savaşlarda da meydana gelmiş ve yaşanmıştır; ancak sahabenin yaşayışı her zaman farklı olmuştur.

Sa’d İbn Rebî, Efendimiz tarafından çok sevilen bir sahabidir. Uhud’da, bir an gözlerden ırak olur. Efendimiz yanındaki sahabilere, etrafı bir arayın der. Arar ve onu yaralı bir hâlde yatıyor bulurlar. O kendisini bulan zata döner ve şu ibret verici sözleri söyler: “Sizin nabzınız attığı müddetçe Efendimiz’e bir şey olursa, Allah’a vereceğiniz hesabın altından kalkamazsınız. Allah Resûlü’ne benden selâm söyleyin, Uhud’un verâsından üfül üfül esen Cennet’in kokularını duyuyorum.”

Evet, iman ettikten sonra, dünya ve ukbâ saadetine giden yol, i’lâ-yı kelimetullah için mücadele ve mücahededen geçmektedir. Onların hepsi, dâsitanî bir kahramanlıkla kendilerinden beklenen bu mücadeleyi vermiş ve gereken gayreti göstermişlerdir. İbn Hacer, Efendimiz döneminde yaşamış yüz otuz bin sahabeden bahseder. Oysaki bütün araştırmalara göre, bugün Medine mezarlığında bulunan sahabe mezar sayısı on bin bile değildir. Geriye kalan yüzyirmi bin sahabi, inandıkları hakikatleri insanlara ulaştırmak için, dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır. Demek yüz yirmi bin sahabi, Mekke-Medine gibi, insanları büyüleyen güzel yurtlarından ayrılarak, Yahya Kemal’in “Ezan” şiirinde:

Emr-i bülentsin ey Ezan-ı Muhammedî Kâfi değil sadana cihan-ı Muhammedî Sultan Selim-i evvel’i râm etmeyip ecel Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî

Gök nura garkolur, nice yüzbin minareden Şehbal açınca rûh-u revan-ı Muhammedî Ervah cümleten görür Allahü Ekber’i Akseyleyince arşa lisan-ı Muhammedî

şeklinde idealleştirdiği, Rûh-u Revan-ı Muhammedî’yi, dünyanın dört bir yanında bir bayrak gibi dalgalansın diye gittiler; gittiler ve bir daha da geriye dönmediler.

Meselâ, bunlardan biri Ümmü Haram’dır. O, Efendimiz’den aldığı bişaretle, yaşlı hâliyle çıktığı Kıbrıs seferinde şehit olmuş ve oraya gömülmüştür. Evet, sahabenin hemen hepsi bu düşünceyle meşbû olduklarından çoğu zaman Allah Resûlü’ne gelerek: “Dua etmez misiniz yâ Resûlallah! Allah yolunda şehit olayım…” deyip dua istemiş ve taşıdıkları o ruh ve mânâ ile İslâm’ı dünyanın birinci meselesi hâline getirmişlerdir.

Dört halife döneminde –ki, tamamı 30 yıldır– fethedilen yer ve Müslüman olan insanlar, daha sonraki Emevi, Abbasi, Karahanlılar, Samanoğulları, Harzemler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde fethedilen ve Müslüman olan insanların sayısına denktir. Hz. Osman döneminde ta Aral Gölü’ne, Ermenistan’a –ki, Kastalanî bu yerlerin Erzurum’un Palandöken dağlarını da içine aldığını söyler– kadar gitmişlerdir. Hz. Ali döneminde Öküz Nehri aşılmış ve Ahnef b. Kays gidip Moğollarla savaşmıştır. Tarık b. Ziyad, kendi ismiyle anılan Cebel-i Tarık Boğazı’nı geçerek –eski adıyla Herkül Burcu– İspanya’ya ulaşmıştır. Amr b. Âs ve yeğeni Ukbe b. Nafi, “Zulmet Denizi” denen Atlas Okyanusu’na, Abdülhak Hamid’in ifadeleriyle: “Atı beline kadar suların içinde ve meleklerin gökteki konuşmaları kadar mukaddes şu sözlerle haykırmıştır: ‘Allahım, bu karanlık deniz önüme çıkmasaydı Senin yâd-ı cemilini denizler ötesi âlemlere götürecektim!’ ”

Evet, iman, imandan sonra gelen aksiyon ve mücadelenin, muhasebe ve murâkabe duygusunun temelini teşkil eder. Dolayısıyla her şey, ondan fışkırır. İşte sahabe-i kiramdaki bu mücahede aşk u şevki de, onlardaki imanın derinliğinden kaynaklanıyordu. Çünkü onlar, Asr-ı Saadet’i idrak etmiş ve Efendimiz’in arkasında yer almış, dolayısıyla hilkatin gayesi, fıtratın neticesi Allah’a iman, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî olduğunun şuuruna çok iyi varmışlardı.

Efendimiz, onlar arasında elbette apayrı bir yer tutar. O, tamamen, Cibril’in muallimliğinde yetişmiş ve her şeyi O’ndan öğrenmiş olmasına rağmen, öyle bir ufka ulaşmıştır ki, Miraç’ta kendisine muallimlik yapan Cibril’i dahi geride bırakmıştır ve cismaniyetine rağmen, Allah’ın en mükerrem meleğini dahi aşmıştır.

Hâsılı, iman ve aksiyon çok önemli bir mevzudur. Bundan dolayı asrımız âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursî, Mevdudî ve daha niceleri, kemal-i hassasiyetle iman ve aksiyon meselesi üzerinde durmuş, konuyla ilgili eserler yazmışlardır. –Allah’a binlerce hamdolsun– onlar ve onlar gibilerin çalışmalarıyla günümüz aydınlanmış, hedef olarak insanımıza, imanda derinleşme ve müsbet hareket de diyebileceğimiz aksiyon yolu gösterilmiştir. Bu çerçevede bize düşen şey de, tıpkı sahabe gibi: “Hele gel, bir saat Allah’a iman edelim deyip, her fırsatı değerlendirerek imanda derinleşmektir.

Mücadele ve mücahedeye gelince; günümüzde medenilere galebe icbar ile değil, ikna iledir. Dolayısıyla bu uğurda mücadele verilirken, basiret üzere hareket etme esastır. Zannediyorum, bu alanda da sahabeye ait ruhu, şuuru en iyi şekilde kavrayan Bediüzzaman olmuştur. O, yıllarca: “Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur. Milletimin imanını selâmette görmezsem, Cennet’i de istemem, çünkü orası bana zindan olur.” demiş, bir hayat boyu hiç yılmadan, bütün engelleme ve karalamalara rağmen yoluna devam etmiştir. Böyle bir düşünce istikametinde yüründüğü müddetçe, Asr-ı Saadet’tekine benzer güzelliklerin yaşanacağı ümit edilebilir.

1 Zâriyât sûresi, 51/56.

2 Tevbe sûresi, 9/100.

-+=
Scroll to Top