AMELLERİN FİZİKÎ TEZAHÜRLERİ
Soru: İnsanların amellerinin fizikî olarak kâinatta bir tesiri olmakta mıdır? İzah eder misiniz?
Her şeyden önce, kâinatın fizikî yapısı ve genel teşekkülünde nelerin nelere müessir olacağı açıkça bilinememektedir. Sâni-i Hakîm, evrende değişik sebep ve müsebbepler vaz’etmiştir. Bu nedenle, kâinat hakkında daha ziyade elde olan verilerle ve bilinebildiği kadarıyla bazı hükümler verilebilmektedir. Kim bilir belki de kâinatta, metafiziğin fizik üzerindeki müessiriyeti, fiziğin metafizik üzerindeki müessiriyetinden daha fazladır.
Meseleyi, إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ âyeti ışığında değerlendirecek olursak, yeryüzünde söylenen bütün güzel sözlerin hepsi, gökler ve ötesine yükselmektedir.1 Bu yükseliş, âdeta Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miracı gibi değişik yer ve kapılardan geçerek bütün varlığı temâşâdan geçmektedir. Kim bilir belki de o baş döndürücü sistemlerin gerçek ruhu, hakikî mânâsı ve hikmet-i hilkatleri bu olmasına ve bizim de onlarla değişik şekilde münasebetlerimizin bulunmasına rağmen, biz bu meseleyi atom dalga boyunda ifade ediyor olabiliriz. Hâlbuki, bunların dışında bize kadar gelip ulaşan farklı dalga boyunda, farklı şeylerin bulunması da imkân dahilindedir.
Yukarıda ifade ettiğimiz âyet-i kerimede geçen اَلْكَلِمُ الطَّيِّبُ sözü, başta kelime-i tevhid (لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ) olmak üzere, tesbih (سُبْحَانَ اللّٰهِ), tahmid (اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ), tekbir (اَللّٰهُ أَكْبَرُ), dua, istiğfar ve zikir gibi ulvî kelimelerin hepsini içine alır.
İşte bu kelime-i tayyibe, insanların yapacakları salih ameller sayesinde ta Arş’a ulaşmaktadır. Belki de kâinatın gerçek kıvamı, ancak bu mübarek kelimelerle korunmaktadır. Eğer burada bir سُبْحَانَ اللّٰهِ , bir اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ veya bir اَللّٰهُ أَكْبَرُ demek, öbür âlemde bir meyve-i Cennet hâline geliyorsa, aslında söylediğimiz bu zikirlerle Cennet’in canlı-cansız aksesuarı teşekkül ediyor demektir. Nasıl ki, güneşten gelen radyasyonlarla karbondioksit buluşunca, meyvelerin neşv ü nema bulması için bir ortam teşekkül ediyor, öyle de insanın ağzından çıkan güzel kelimeler, amel-i salih kanadı ile kanatlanınca, bilemediğimiz bir yerde, bilemediğimiz şartlara göre, bilemediğimiz başka âlemlerin teşekkülüne vesile olabilir. Mademki, peygamberler ve Allah’ın sevgili dostları, oranın şu anda bir nüve hâlinde var olduğunu söylüyorlar, öyleyse her ne kadar ağzımızdan çıkan bu sözlerin gökler ötesi âlemlere yükselme keyfiyetini bilmesek bile, bizim de kelime-i tayyibemiz, amel-i salihimiz, o nüveyi nemalandırma, geliştirme ve inkişaf ettirme keyfiyeti kazanabilir.
Levh-i Mahfuz’da hakikati bulunan her şey, belli sembollerle âlem-i misale aksetmektedir. Bu açıdan âyân-ı sâbitedeki hakikatler, âlem-i hakikate aksedince, bu âlemin hususiyetine göre şekillenmektedir. Ehlullahın gözüne akseden ve rüyalarımızda bizim nazarlarımıza sunulan şeyler, işte bu tür motiflerle ifade edilerek, âyân-ı sâbiteye çarpıp kırılan ve belli inkisarlarla bizim nazarımıza takdim edilen hakikatlerdir. Aslında bu, onların gerçek şekilleri de değildir. Bu açıdan rüyasında bir şey gören, hatta âlem-i yakazada bazı şeylere muttali olan insanların, müşâhede ettikleri o meseleleri gördükleri gibi aktarmaları yanlıştır. Zira o meseleler, onların gördükleri konumlarla mukayyettir.
Evet, evvelâ, yukarıda ifade ettiğimiz âyân-ı sâbite hakikati, Levh-i Mahfuz gerçeğinin âlem-i misale aksetmesi ve bizim, perdeden geçen o şeyi müşâhede etmemizden ibarettir ki, velilerin de müşâhede ettiği işte bu hakikatlerdir. Bundan dolayıdır ki Üstad, bir dönemdeki değişik müşâhedelerini, başka bir zaman farklı bir zaviye yakalayınca, “Ben, onu küllî dairede zannediyordum, meğer cüz’î dairedeymiş” veya “Ben onu cüz’î dairede zannediyordum, meğer küllî bir dairedeymiş” diyerek tashih etmektedir.
İmam Rabbânî de böyle bir hâlet-i ruhiyede, “Ümit ediyorum ki, ahir zamanda en son ve en güçlü nurunu neşredecek zat ben olayım.” diyerek, bir râî-mer’î mülâhazası ortaya koymaktadır. Şimdi siz, Mektubat’ı okurken, Hazretin bu türlü beyanları karşısında ona çok rahatlıkla, “Ey İmam! Senin gibi ciddî bir insan nasıl böyle bâlâpervezâne konuşur!” diye düşünebilirsiniz…
Aslında o mülâhaza, bir râi-mer’î konumu içinde ortaya konmuştur. Zaten İmam Rabbânî gibi bir zat, daha farklı bir şey söyleyemezdi. Çünkü o takdirde söylenen şey, aklın bedaheti açısından müşâhedeye mutabık olamadığı gibi, başkalarının müşâhedesine de mutabık olamazdı. Müşâhedeye mutabakat, bir yönüyle de rahmânî tenezzüldür ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Kur’ân-ı Kerim’in kendi cemaatlerine haber verdikleri, ileriye matuf bazı şeylerde, vâki öncelikli değil, müşâhede öncelikli ele alınmıştır. Meselâ, ilme delâlet eden şeyler, “Bir su damlasında şu kadar milyar atom vardır.” denerek günümüzün ilmîliği içinde anlatılsaydı, o günkü insanlar bunu asla anlamazlardı. Zaten böyle bir şey insanları kendi müşâhedeleri ile çelişki içine atmak demektir ki, ne kelâmullah ne de onun müfessir-i zîşânının böyle bir çelişkiye kapı aralamaları mümkün değildir.
Bu türlü durumlarda her şey müşâhede öncelikli olur ve vâki, biraz geriye çekilir. Peygamberler eşya ve hâdiseleri müşâhede ettiklerinde her şeyi apaçık görmektedirler. Ne var ki, burada bir de “tenezzül” vardır. Tilmizlerinin durumu nazara alınınca, onlar için tenezzülât-ı ilâhiye olduğu gibi, tenezzülât-ı nebeviye, hatta tenezzülât-ı Rabbâniye veya tenezzülât-ı irşadiye de olabilir.
Sâniyen, âlem-i misale akseden hakikatler, Levh-i Mahv ve İsbat hakikatinden birer gölgedir. Yani günümüzde her ferdin teker teker veya milletlerin millet olarak yaşadıkları olaylar, bir âlemde sinema şeridi gibi değişik şeylere kaydedilmekte ve bunlar, âlem-i misale aksetmektedir. Velilerin genel müşâhedeleri, Levh-i Mahv ve İsbat’a göre bir müşâhededir. Onlar, hakikatle alâkalı bir gaybî haberi görüp, gaibâne haber vermekten daha ziyade, Levh-i Mahv ve İsbat’la alâkalı mevcut bir gerçeği ifade etmektedirler. Levh-i Mahv ve İsbat’la alâkalı bu gerçeklere muttali olanların, tıpkı suyun içine sokulan bir çubuğun, güneşin şuaları karşısında kırık görülmesi gibi, âlem-i misale intikal ederken büyük ölçüde kırılma görmeleri her zaman mümkündür. Çünkü orada müşâhede, vâkiin önüne çıkmaktadır.
Hatta bazen insanın kendisine ait çeşitli hâl ve davranışları, iyi veya kötü fiilleri, değişik sembollerle âlem-i misale aksederek, zaman zaman o insan tarafından da görülebilir. Onun için ehlullah, bu mevzuda çok temkinli hareket etmiş, perde-önü ve perde-arkasını müşterek değerlendirmeye çalışmışlardır. Diyelim ki bir insan, kendi mânâ ve ruh yapısını zehirleyip, tahrip edecek bir iş yaptı veya yapacak. Şayet bu kişi, o işi yapacaksa, bunu âlem-i misalde Levh-i Mahfuz-u Hakikat’ten akseden bir motifle görebilir. Yani böyle bir insan, rüyasında kendisine bir yılanın musallat olduğunu ve kendisinin akreplerin içinde bulunduğunu müşâhede edebilir. Meselâ, dünya için, اَلدُّنْيَا جِيفَةٌ وَطَوَالِبُهَا كِلَابٌ denilmiştir. Dünyaya ait bütün vâridâtın görüntüsü, âlem-i misalde bir pislik şeklindedir.
Bu açıdan insanın kendisi veya bir başkası, rüyasında böyle bir pisliğin bulaştığını görürse, işte o kadar dünya malı kendisine bulaşacak demektir. Bu bir rüyadır ve rüyaların kendilerine göre bir kısım kanun ve prensipleri vardır. Bu, bazen bir sembol hâlinde yansıdığı gibi, bazen de açık olarak yansıyabilir. Belki gördüğü şeylerle şahsı tiksindirmek için, bir hikmete binaen her şey bu kabîl sembollerle gösterilebilir. Şayet tiksindirme meselesi söz konusu değilse, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) göründüğü ve Hz. Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh) temessül ettiği gibi açıktan açığa da ifade edilebilir. Bu, aynı zamanda o kişinin şahsı ve ufkuyla alâkalı bir durumdur.
1 Fâtır sûresi, 35/10.